Şu günlerde her şey Siyah'ta anlatıldığı gibi sanki: 'Şimdi dağları gözlerken? Kardeşin kardeşe ettiği...' Öykünüzde, 'Namlulara gül sürülmüyordu; olmuyordu işte. İçinde harabe bir hudut...' demişsiniz. 'Hüzün, hüzün, sadece hüzün...' Hüzün yakışıyor mu şimdilerde öyküye bu kadar? Peki ya gerçek hayata?
Ben, bahsettiğiniz öyküde yalnızca bir şeyleri hatırlatarak dikkatleri o yöne çevirmeye çalıştım. Öykünün içeriğinden söz etmeye gerek yok. Söylemek istediklerimi öyküde dile getirmeye çalıştım zaten. Burada önemli olanın yaşanan problemleri, çatışmaları edebiyat meselesi yapmak, edebiyatın gündemine taşımak olduğunu düşünüyorum. Çağımıza başkaca nasıl tanıklık yapabiliriz ki? Diğer taraftan hüzün zaten bizim geleneğimizde çok sağlam köklere sahip bir kavram. Özellikle tasavvufi geleneğin temeli hüzündür denilebilir. Böylesi köklü ve kadim kavramlar, bahsettiğiniz öykümdeki gibi ağır meselelerde elbette ön plana çıkıyor. Hüznün yakışması, eğreti durması bizimle alakalı galiba. Her şey samimiyetten geçiyor.
Bir savaşın dramını anlatmak fazla iddialı olur, sadece savaşın bir insanda yarattığı tahribatı, hatta tahribatlardan sadece birini anlatmaya çalıştım. Bir Müslüman olarak, çevremde olup bitenlere duyarsız kalmam mümkün değil zaten. Yaşadıklarımız yazdıklarımızı besliyor malum. Öykünün kurgusu içinde, olayı en iyi şekilde anlatmanın yollarını aramak lazım. Okuyan, okuduğunun kurgu olduğunu bilerek okuyor. Bir taraftan da öykü ona bir şey anlatıyor, bir şey gösteriyor. Burada inandırıcılığı artırmak, öykünün bileşenlerini iyi kullanmaktan geçiyor. Borç olup olmadığı bireysel bir seçim, bir tutumdur. Borçtur ya da değildir diyerek başkalarını bağlayacak şekilde konuşmak istemem. Ama benim meseleye nasıl baktığım zaten öykümden anlaşılıyor.
Bahsettiğiniz öyküde, kendi yapıp ettiklerimi sorguladım. Ve bu sorgulama devam ediyor, bitmiş değil. Buradaki temel çıkış noktam, acaba yazdıklarımla okuyucuyu sınırlıyor muyum? Duymaları, görmeleri gerekenleri engelliyor muyum? Bir şeyleri anlatmaya çalışırken, bunu tam beceremediğim için örtüyor muyum? Öykünün ismi de buradan mülhem zaten. Hakikat, hakikattir. Benim söylediklerim ona bir şey yapmaz, yapamaz. Aslında ben böyle bir melese karşısında kendi konumumu tartışmaya açıyorum. Örtüleri, haksızlık ve zulüm karşısında kendisini konumlandıranlar açacak. Başta Müslümanlar olmak üzere, insan olarak yaratılmış herkes...
Yaptığınız alıntının göndermeleri herkesçe malum. Öykünün çözümlemesine girmeye gerek yok. Ama belki kısaca söyleyecek olursak, bütün olup bitene söyleyecek sözüm, yapacak eleştirilerim vardı ve bunları öykünün üzerinden söyledim. Hâlâ üşüyor muyum? Öyküde bahsettiğim şeyler geçip gitmiş olsa da, yüreklerde açtığı derin yaralar henüz kapanmadı, iyileşmedi. Bundan başka, mecazi olarak bizi üşütecek çok şey var. İnsan olmaklığımız... Üşümemiz.
Seleflerimizin hemen hepsinin az veya çok katkıları vardır muhakkak. Ama bunun yanında dostluklarını dünyalara değişmeyeceklerim de var elbette. Başta, yazı hayatımı kökünden değiştiren, şekillendiren Cemal Şakar var. Çizgileri, sohbetleri ve yazdıklarıyla yolumu aydınlatan Hasan Aycın'ı mutlaka anmam gerekir. Dostluğunu, yol arkadaşlığını çok önemsediğim sevgili Aykut Ertuğrul'dan bahsetmeden olmaz. Ve tabii isimlerini zikredemediğim diğer dostlar... Öykü bir yolculuk ve ben yol arkadaşlarımdan razıyım. Allah da onlardan razı olsun.
Islak Kibritler bir öykünün ismi değil ama bir öyküde geçiyor. Kitaba bir öykünün adını vermek, onu öne çıkarmak diğer öykülere haksızlıkmış gibi geliyor bana. Yapmak istediklerimin tamamını kuşatacak bir isim vermek daha uygun geldi. Islak Kibritler'in bir imge olarak okuyucuda yapacağı çağrışıma müdahale etmek istemem. Her okuyucu muhayyilesinde kendine göre bir karşılık bulacaktır. Islak Kibritler'in tutuşması zor değil aslında. Ama önce kurutmak gerekir.
Islak Kibritler
Akif Hasan Kaya
Okur Kİtaplığı
2012
136 sayfa