|

Kanuni devrinde asıl edebiyat muhteşemdi

Ahmet Atilla Şentürk'ün yorum ve izahını yaptığı Yahya Beğ'in Şehzade Mustafa Mersiyesi, Kanuni döneminde edebiyatın zenginliğini göstermek için ideal bir örnek

Hale Kaplan Öz
00:00 - 9/03/2011 Çarşamba
Güncelleme: 23:00 - 8/03/2011 Salı
Yeni Şafak
Kanuni devrinde asıl edebiyat muhteşemdi
Kanuni devrinde asıl edebiyat muhteşemdi

Türk edebiyatında, bir hükümdar karşısında dile getirilmiş en sert söylem olan Şehzade Mustafa Mersiyesi, hicviye ve mersiye arasında duran çok önemli bir metin. Eski şiirin ve Türkçe'nin gücünü ortaya koyan bu mersiye, Prof. Ahmet Atilla Şentürk tarafından yorumlanarak kitaplaştırıldı. Şentürk, şiirin çok bilinmeyenli bir cebir denklemine benzediğini söylüyor.

“Türkler Kanuni devrinde öyle bir edebiyat vücuda getirdiler ki bu edebiyatı tarif için kullanılabilecek en uygun sıfat muhteşemdir” diyorsunuz. Bu durum Sultan'ın hoşgörüsünden ya da eğitime, edebiyata verdiği değerden mi kaynaklanır?

Biliyorsunuz dil, başlangıcı belli olmayan bir zamandan beri insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir sesli işaretler sistemidir. Edebiyatın malzemesi de dile dayalı olduğu için özellikle “Osmanlı Edebiyatı” gibi gelenekleşmiş köklü edebiyatların ne zaman ve nasıl başladığını kestirmek son derece güçtür. Bu bakımdan bir edebiyatın öyle bir padişah dönemi gibi kısa bir sürede vücuda gelivereceğini düşünmek mümkün değildir. Hepimiz biliyoruz ki Türkçe yerine göre son derece manidar kullanımlara yatkın bir dildir. Türklerin İslâm kültür havzasına dahil olduktan sonra Arapça ve Farsça gibi edebî açıdan son derece zengin iki dili öz mirasları gibi benimsemiş olmaları sebebiyle, ortaya çıkan yeni şiir dili akıl almaz bir kıvraklık kazandı. Öyle ki hem mescitte hem de meyhanede okunabilecek derecede zengin anlam katmanlarına sahip şiirler ortaya çıktı. Osmanlı edebiyatının neredeyse bütün ürünleri bu ikili yahut çoklu anlamlar çerçevesinde üretilmiştir. Övgü sandığınız şiiri biraz kazıyın altından yergi çıkabilir veya tam tersi. Bu çerçevede dine ve dindarlara karşıymış gibi tutum sergileyen şiirler bir hayli fazladır mesela. Amaç okuyucuyu şaşırtmak ve biraz da ilgi çekmektir. Fakat Türkçenin grameri ve dinî bilgiler öylesine ustaca kullanılır ki bütün bu şiirlerde, şairin tam dini inkâr ettiğine hükmettiğiniz bir noktada biraz daha dikkatle baktığınızda aslında o ifadenin dinin en temel gerçeklerini dile getirdiğini görürsünüz. Yani ilim, dil, gramer, ve şiir estetiği olağanüstü bir zekâ eşliğinde harmanlanmış bu şiirlerde. İlmi olmayan şair olamıyor zaten. Bir de günümüz insanının kabullenmesi mümkün olmayacak derecede bir hoşgörü var. Bazen şairleri küfürle itham ettirecek derecede galiz anlamlar ifade eden şiirler söylenmiş. Fakat şair hemen daima kaçacak bir delik bırakır kendisine. Bütün bunlar biraz da o devir insanının şiire bulmaca çözercesine bir eğlence aracı olarak yaklaşmasından kaynaklanıyor. Televizyon, sinema, tiyatro gibi hoşça vakit geçirecek şeylerin olmadığı bir devirde şiir, insanlar için bilmece çözer gibi eğlenceli bir meşgale idi.

Bu mersiyenin Türk edebiyatında, bir hükümdar karşısında en sert söylem olduğu tespitini yapıyorsunuz. Peki bu mersiyeden önce vaziyet ne idi?

Eski kültür ve edebiyata cephe alıp onu reddeden 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yetişen aydın profilimiz, genel anlamda eski şiire “dalkavuk edebiyatı” yaftası taktığından olmalı; olabildiğince keskinleşip incelen bu şiir dilinin iç dünyasına bugün neredeyse yabancılaşmışız. Şair tabii ki büyük bir gücü elinde bulunduran padişaha kalkıp da sokak ağzıyla hakaret etmez. Söylemek istediklerini kapalı yoldan ifade eder. Dinleyicisini heyecanlandırıp şaşırtır. Fakat çoğu zaman mesaj yerini bulur. Günümüz insanı bu mesajları algılama konusunda oldukça uzak bir noktada bulunuyor maalesef. Lise ders kitaplarına dahi girmesi bakımından herkesçe bilindiği için iyi bir örnek oluşturabilir: Nefî'nin Sultan Osman için söylediği ve övgü gibi görülen “Âferîn ey rûzgâruñ şehsüvâr-ı safderi/ 'Arşa as şimden girü tîg-i Süreyyâ-cevheri” matlaıyla başlayan meşhur kasidesi aslında içten içe bir hezeliyedir. Yani şair adeta padişahla bıyık altından alay etmektedir. Ömründe hiç sefere çıkmamış, harp yüzü görmemiş bir hükümdara sen dünyanın en büyük cengaverisin, kahramansın, senin kılıcını asmaya layık yer ancak Arş olabilir gibi laflar edildiğini düşünün bir… O günün şartlarında padişaha karşı ince alay yüklü bu kabil sözler sarfetmek delilik derecesinde cesaret ister. Fakat bu gibi usta şairler ellerinde söz gibi güçlü bir silah bulunduğundan devlet adamlarının sürekli iyi geçinmek zorunda oldukları kimselerdir aynı zamanda. Bir şairin diline düşmeye görün. Sizi över gibi görünen öyle bir şiir söyler ki, milletin diline düşer toplumun maskarası olursunuz. Kimse de kendisini dava edemez, çünkü şair diyeceğini der fakat elle tutulur bir hakaret unsuru bırakmaz arkasında. Tabi bunlar arasında Nefî gibi çok ileri giden bazıları bunun bedelini canlarıyla ödemişlerdir.

Yahya Beğ, kendini mahkum ettirecek bir delil bırakmaksızın bu eseri kaleme almış. Bu yazarın canı pahasına aldığı bir risk değil mi? Bu eser nasıl duygularla kaleme alınmış olabilir?

Yahya Beğ'in eseri gerçekten milletin yıllar süren ümitlerinin tükendiği bir anda söylenivermiş bir isyan şiiridir. Sağlık sıkıntıları olan ihtiyar bir padişahın ardından her an tahta geçmesi beklenen, halkın ve ordunun sevgilisi olmuş ve gerçekten çok iyi yetişmiş bir şehzade düşünün. Üvey annesi ve Sadrazam Rüstem Paşa tarafından düzenlendiği bilinen bir entrika ile hayatına kıyılıyor. Yıllarca babasını görememenin hasretiyle ve öldürüleceği yolundaki bütün uyarılara rağmen babasının otağına cesaretle girecek derecede samimi pırıl pırıl bir şehzade, çadıra adım atar atmaz kendini cellatların kucağında buluyor. Üstelik bir gün önce şehzadenin çadırına okla mektup atılmış “Yarın babanla meydanda herkesin huzurunda görüş çadırına gitme” diye. Bunu samimiyetsiz buluyor anlaşılan ve cesaretini hayatıyla ödüyor. Pek ciddiye alınmaz bu görüş fakat Türk tarihinin dönüm noktalarından biridir bu olay. Yerine geçen ve şaraba düşkünlüğü ile şöhret bulan, devlet işleriyle pek de ilgilenmediği bilinen Sarı Selim'le birlikte çöküş başlıyor. Bu hadiseden sonra Osmanlı belini doğrultamamıştır. Ordugâhta bulunan çok sayıdaki asker şair, o acıyla birbirinden hazin ağıtlar kaleme alıyorlar. Kan dökmeyi meslek haline getirmiş ve fakat bir o kadar da şair ruha sahip bir asker modeli düşünün. İlginçtir bunun bir benzerini de Japonların Samuraylarında görüyoruz. Yahya Beğ aslen Arnavut. Ana dili Türkçe değil yani. Fakat genç yaşlarında Türkçenin en güzel eserlerini verecek derecede bu dili öğrenmiş. Bu konunun da ayrıca incelenmesi gerekiyor. Bu nasıl bir eğitimdir ki sen anadili Türkçe olmayan bir çocuğu alıp ona edebiyatının en güzel eserlerini yazdır... Bugün böyle bir şey mümkün değil. Yine öylesine bir vatan ve millet sevgisi verilmiş ki kendisine, şehzadenin haksız yere idamına bütün meslek kariyerini hiçe sayıp parlak bir geleceği elinin tersiyle iterek bu şiiri yazmış. Yahya Beğ asker ama aynı zamanda çok da başarılı ve dürüst bir maliyeci. Hızla yükseleceğine kesin gözüyle bakılıyor. Adam sen de deyip sesini çıkartmayabilirdi. Fakat en tehlikeli şeyi yaptırıyor ona içindeki samimiyet ve devlete bağlılık duyguları. Kendisi orduda günümüzün yüzbaşı rütbesine denk gelecek bir makam sahibi ve dünyanın en güçlü adamına kafa tutarak mersiye görünümünde bir hicviye kaleme alıyor.

Mersiye ile hicviye arasında duran bu sanatlı söyleyişin anlaşılmaması riski var öyle değil mi?

Bugün için öyle tabi. Bırakın bu gibi çok ince dil ve zekâ oyunlarıyla kaleme alınmış eserleri anlayıp yorumlamak, bugün biz eski şiirin çok basit ve açık görünen metinlerini dahi hakkıyla anlama konusunda ciddi yetersizlikler içindeyiz maalesef. Anladım diye yazılan nice yorumlar bir süre sonra bakıyorsunuz yerine oturmamış. Her şeyden önce dil değişmiş. Aynı kelimeler belki bugün de kullanılıyor fakat bazen bu kelimeler o dönemde çok farklı veya tam tersi anlamlarda kullanılmış. O bakımdan dönemin dilini bilmezseniz metni ve özellikle bu gibi sanatlı ince anlamlı eserleri yorumlamak oldukça zor bir durum arz ediyor. Fakat o dönemde bu sözlerin çok iyi anlaşıldığı muhakkak. Özellikle en iyi anlayanlardan biri de padişahın kendisiydi eminim. Çünkü Kanunî, hükümdarlığının yanı sıra söz sanatının bütün inceliklerine vakıf usta bir şair aynı zamanda. Türk edebiyatının en büyük divanlarından biri Sultan Süleyman'a aittir. Bu bakımdan padişahın Yahyâ Beğ'in mesaj ve iğnelemelerini anlamaması mümkün değil. Fakat öyle bir eser var ki karşısında mahkemeye verse davayı kazanamaz. Şiirin içinde gizliden gizliye bir sürü hakaret var fakat suç unsuru yok…

“N'olaydı görmeye idi bu mâcerâyı gözüm” ifadesi derin bir üzüntü bildiriyor. Siz de şehzade için yazılan diğer mersiyeler arasında, Nisâyî ve Sâmi'yi dışarıda tutarak, hiç birinde görülmeyen bir samimiyete işaret ediyorsunuz. Burada sözü geçen diğer mersiyelerin içerik ve üsluplarından kısaca bahsedelim istiyorum…

Tabi öncelikle eser padişahın vefat eden oğlu için nazmedilmiş. Padişah kalkıp niye mersiye yazdın diyemez. Zaten halk ve ordu nezdinde Hurrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa'ya nefret almış başını gidiyor. Padişahın idamdan sonra Rüstem'i hemen azletmesi orduyu biraz olsun yatıştırıyor belki fakat içten içe kendisine öfke ve isyan hisleri besleniyor. Takdir edersiniz ki tam böyle bir zamanda padişah Yahyâ Beğ aleyhinde cezaî bir müeyyide uygulatamazdı. Öfkeyi iyice alevlendirmeye cesaret edemezdi. Galeyana gelmiş bir ordunun içinde bulunuyor konum itibariyle. Zaten şair de ben bu eserimi sadece kendimi teselli etmek için yazıp şahsi evrakım arasına bırakmıştım. Ordugâhtaki arkadaşlarımdan biri çadırıma girip yazdıklarımı karıştırırken bu şiiri bulunca hemen ilan etmiş. Bir de baktım bütün asker arasında gözyaşlarıyla eserim okunuyor. Ben böyle olmasını istemezdim kabilinden bir mazeret ileri sürüyor daha sonra kendini savunurken. Fakat tabi müteakip aylarda ordunun seferden dönüşünden sonra elindeki bütün gelir kaynakları geri alınıyor, çok çetin soruşturmalar geçiriyor ve ömrünün sonuna kadar mahrumiyet içinde geçen bir ömür sürüyor. Eserin bedeli şair için çok ağır olmuştur. Aradan bir süre geçtikten sonra Süleymaniye Camii'nin inşa ve açılışı ile ilgili muhteşem bir eser kaleme alarak aslında normal şartlarda çok büyük ihsanlara nail olması beklenirken, bu eseri dahi görmezden gelinmiştir. Ömrünün son yıllarında memleketine dönerek payitahtı terk etmek zorunda kalmış. Ordugâhta mersiye yazan diğer şairlerin eserleri arasında da ustaca beyitler yok değil tabi. Fakat bunların tamamı Yahyâ'nın bu muhteşem eserinin gölgesinde kalmış ve fazlaca rağbet görmemiş. Mustafa İsen'in Acıyı Bal Etmek adlı çalışmasında bu diğer mersiyelerden bazıları yer alıyor.

“Felek o cânibe döndürdi şâh-ı devranı” ifadesinde Hürrem'i bulabilmek bugünün okuru için çok zor. Bu örnekten yola çıkarak kitabın nasıl bir çalışmanın ürünü olduğunu sormak istiyorum.

E tabi düşünün bir kere; bugün dahi bir kimseye “dönek” demek oldukça ağır bir hakarettir. Padişah öyle bir konumdadır ki diyelim Cuma Selamlığı sırasında halkın başını kaldırıp yüzüne bakması dahi saygısızlık addediliyor ve Kanunî o gün dünyanın en güçlü insanıdır. Nicelerinin hayatı padişahın iki dudağı arasındayken ona böyle bir imada bulunmak kimin ne haddine?.. Fakat şair bu kadarla da kalmıyor padişahı felek döndürdü diyor. Felek kimdir? Eski toplumda çocuklar dahi biliyordu ki felek, sürekli insanlara oyun ve hileler düzenleyen ihtiyar bir kocakarıdır ve bu haliyle “kahpe”dir. Bugün dahi zaman zaman “kahpe felek” demez miyiz? E padişahı bu işe zorlayan kim? Herkes biliyor ki Hurrem. Peki Hurrem'in adı var mı şiirde? Yok… Zaten bir padişah hareminin adını diline almak kimin haddine! Fakat biz bu mısradan şâh-ı devran yani zamanın hükümdarının bir kahpe tarafından döndürüldüğü imasını anlıyor muyuz?.. Anlıyoruz. Dikkat ederseniz şiir içten içe çok bilinmeyenli cebir denklemi gibi bir yapı arz ediyor. Okuyucu şiirin akışı ve bütünlüğü içerisinde ilk bakışta bilinmeyen gibi duran kelimelerin değerlerini hemen yerlerine oturtuveriyor. Bu örnek mersiyenin birçok beyit ve mısraı arasına serpiştirilmiş hakaretamiz ifadelerden sadece bir tanesi. Fakat suç unsuru yok görüyorsunuz. Eski şairlerin kızdıkları zaman feleğe hakaret etmeleri çok yaygın bir durumdur. Ancak burada iş değişiyor. Şair özellikle bu şiir geleneğini amacına ulaşmak için ustaca istismar etmiş sanki. Dolaylı olarak padişahın karısına kahpe dendiği apaçık anlaşılıyor.

Son mısra olan “Nizam-ı 'âlem olan pâdişah sağ olsun” ifadesinde vurgunun yeri değiştirildiğinde tam tersi bir anlam ortaya çıkıyor. Kendisi de çok iyi bir şair olan Sultan'ın şaire dokunmamaktaki gayesi ne olabilir?

Bakın ifadeler ne kadar basit kurgulanmış. Aslında şair, sıradan bir vatandaşın dahi anlayabileceği bir dille peş peşe sıralıyor hakaretlerini. “Dünyaya düzen veren padişah sağ olsun” ne demektir? Görünüşte dua ediyor gibi görünen bu cümlede vurgunun yerini biraz değiştirdiğinizde yani günümüz Türkçesiyle vurguyu “düzen veren” ibaresi üzerine yüklediğinizde bu söz “Dünyaya nizam vermeyen padişah sağ olmasın” demek olur. Şiiri okuyan herkes kolayca bu sözün “Oğlunu haksız yere öldürerek dünyanın nizamını bozan padişah gebersin” demek olduğunu anlayacaktır. Padişah kalkıp da şair için “Sen benim sevgili karıma kahpe demişsin” yahut bana içten içe “geber” diye beddua etmişsin dese iş iyice büyüyecek. Yukarıdaki örneklerde açıktan açığa böyle bir ifade var mı? Yok. Fakat bu hakareti herkes anlıyor. Şiir zaten kısa sürede milletin diline düşmüş. Böyle bir itham, eseri iyice tescillendirecek. Sultan yukarı tükürse bıyık aşağı tükürse sakal yani. Millete maskara olma noktasındasınız, fakat bütün güç ve kudretinize rağmen ordunuzda sıradan bir asker konumundaki şaire ses çıkartamıyorsunuz. Bir başka beyitte de Yahya Beğ padişahı leş yiyen bir akbabaya benzetiyor. İhtiyarlıktan saçları ağarmış ve birkaç gün önce oğlunu haksız yere idam ettirmiş bir baba düşünün… Bir askerin başkumandanına böylesine ağır hakaretler yöneltmesi dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Eski şiirin ve Türkçenin gücü işte… Az önce o dönemde herkes ve özellikle devlet adamları şairlerle iyi geçinmeye çalışıyordu derken bunu kastediyordum. Asıl ağır hakaretler daha serbest ve açık üslupta Sadrazam Rüstem Paşa'ya yöneltilmiştir. Kitap incelendiğinde bütün bu detaylar daha zengin örneklerle görülebilir. Şehzadenin çok acı bir intikamıdır bu eser.

13 yıl önce
default-profile-img