|

Kaosta bulduklarımız daha kıymetli

Hümeyra Şahin ilk öykü kitabı Lacivert ile okurun karşısında. Hikaye yazmayı arayış ve keşfedişlerin olduğu bir inşa faaliyeti olarak tanımlayan yazar, yazın sürecinin tıpkı hayat gibi yapıp bozmalarla ve her daim sürprizlerle dolu olduğunu söylüyor

Harun Karaburç
00:00 - 13/07/2011 Çarşamba
Güncelleme: 21:16 - 12/07/2011 Salı
Yeni Şafak
Kaosta bulduklarımız daha kıymetli
Kaosta bulduklarımız daha kıymetli

Uzun yıllar Meridyen Destek Derneği çerçevesinde çalışmalar yapan Hümeyra Şahin, bu kez -kendi deyimiyle- hiç uzak olmadığı edebiyat penceresinden sesleniyor insanlara. Yazı serüveninin daha önce başladığını ancak öykü yazmaya 6 yıl önce karar verdiğini söyleyen Şahin, Şule Yayınları'ndan çıkan ilk öykü kitabı Lacivert'te özünü biraz çocukluk anılarından biraz şehirden alan farklı tarzlardaki öyküleriyle dikkat çekiyor. Lacivert ismini seçmesinin sebebini edebiyata biçtiği anlamla açıklıyan yazar, “Lacivert, sonsuzluğu temsil eden bir renk olarak edebiyata attığım bu ilk kulaçın daha derin ve sonsuz tahayyül dünyaları için kendi adıma bir dilek ve temenni olarak kabul edilebilir.” diyor.


Neden Lacivert? Lacivert neyi temsil ediyor sizin için?

Lacivert'in edebiyata yüklediğim anlamla yakın ilişkisi olduğunu söyleyebilirim. Malum insan kayıtlı bir dünyada sınırlarla yaşayan bir varlık. Ama sonsuz arzu ve istekleri var. Bu paradoks içinde edebiyatın bizler için iyi bir imkan olduğunu düşünüyorum. Sınırlı bir dünyada sonsuz alemlere kulaç atmak ancak sanatın, edebiyatın sağladığı imkanlarla mümkün olabilir. Lacivert de, sonsuzluğu temsil eden bir renk olarak edebiyata attığım bu ilk kulaçın daha derin ve sonsuz tahayyül dünyaları için kendi adıma bir dilek ve temenni olarak kabul edilebilir.

Kitaptaki birinci öyküde kahramanlarını arayan Behzat'ın hikâyesini okuyoruz. Sizin için de zor oldu mu hikâyelerinize kahraman bulmak?

“Boşluğa Düşen Hikâye”de benim öykü yazma serüvenime tekabül eden şeyler var elbette. Herşeyden önce hikâye arayış ve keşfedişlerin olduğu bir inşa faaliyetidir. Ben bir hikâyeye başlarken hikayenin beni nereye götüreceğini genellikle bilmem. Bazen bir kahraman gelip kapıma dayanır. Bazılarını ben arayarak bulurum. Bence edebiyatı zevkli kılan da bu arayış sürecinde yaptığınız keşifler ve keşfettiğiniz bu farklılıklardan bir uyum ve organik bir bağ içinde yeni bir dünya inşa etmek. Tıpkı hayat gibi hikayede de bazen hangi kahramanın hikayemize girip baş köşeyi işgal edeceğini bilemiyoruz. Dolayısıyla hayattaki yapıp, bozma faaliyetimize benzer bir iş diyebiliriz hikaye yazmak için de.

Şehir olgusu hikâyelerinizde sıklıkla karşımıza çıkıyor. İnsan, şehir ve öykücülük arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?

Biz modern ve sıkışmış şehirlerde yaşıyoruz. Hatta çoğu zaman bu sıkışmışlıktan haz alarak, terkedemeyerek. Mistik arayışlarımızı bile bu şehir karmaşasında yapıyoruz. Oysa 'Nirvana'ya ulaşmak için tabiatın çok daha elverişli bir yer olduğu söylenir. Ama ben şehirde, bu kaos içinde arayıp bulunanların daha kıymetli olduğuna inananlardanım. Bu kaostan ne çıkar bilmiyorum. Ama hiçbirimiz kaçıp gitmediğimize göre bu kaosu seviyoruz. Öte yandan şehir bireysel tarafımızla, toplumsal ilişkilerimizle, medeniyete dair aidiyetlerimizle, geleceğe dair beklenti ve hedeflerimizle topyekun yaşayabildiğimiz, sığınabildiğimiz bir yer. Tabiat ile kısa süreli beraberlikler çok iyi gelse de, hemen şehre özlem duyduğumu farkediyorum. Çünkü şehir geçmiş ve gelecek arasında salınabildiğimiz bir yer. Edebi faaliyetine toplumsal sorunları, aradakalmışlıkları, sorgulamaları konu alan birisi için de şehir pekçok malzeme sunuyor.

Kaçmayı gerçekten isteseydik

Bu çerçevede insanın şehirden kaçma isteğini nasıl yorumluyorsunuz?

Kaçmaktan ziyade aslında biraz anlamak. Kaçmayı gerçekten istiyor olsaydık sanıyorum çoktan çekip gitmiş olurduk. Ama dürüst olalım bu karmaşanın bizi çeken bir yanı var. O zaman anlamaya çalışmalıyız. İhmallerimizle, tabiatı feda edişimizle, duyarsızlıklarımızla kendimizi şehrin aynasında görüyoruz aslında. Öfkelenmekten ziyade bu yeni şehir silüetinin çözümlemesine odaklanmalıyız. Bu yüzden kaçış tanımının çok elverişli ve bizi sorumluluklarımızdan kurtaracak bir tanım olmadığını düşünüyorum. Şehir, kendi günahlarımızla, kendi yapıp ettiklerimizle ama aynı zamanda yeni dünyalar inşa etme tecrübelerimiz ve pratiklerimizle bir arada yaşadığımız bir yer. Şehirde kaçabileceğimiz tek yer sanıyorum yine bu karmaşa içinde inşa ettiğimiz kendi iç dünyamızdır. Bu nedenle çevre şartlardan asgari düzeyde etkilenebilecek güçlü bir iç dünya inşa etmenin öncelikli işimiz olduğunu düşünüyorum.

Cabülka ve İstanbul arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

İstanbul çok ilginç bir metropol. İstanbul'dan ayrıldığım zaman İstanbul'u çok özleyen bir insanım. Ama İstanbul'un beni özlediğinden hep kuşku duyarım. Bazı şehirler böyledir, siz kendinizi şehre çok ait hissederseniz ama şehir sizi hiç sahiplenmez. İstanbul'un da böyle bir özelliği var. Bu umursamazlığı, bu kibri seviyorum belki de. Cabülka da efsane bir şehir. İçinde çok farklı meşreplerin, farklı insanların, farklı kültürlerin hep bir arada yaşadığı bir yer. İstanbul gibi. Hatta bize az önce bahsettiğim o duyguyu hissettirmesi de belki bu yüzden. Gerçeküstü, efsane bir şehirle kurduğum bağlantı İstanbul'a yüklediğim bu anlamlardan kaynaklanıyor olabilir.

İstanbul'un gerçek olmamasını istiyormuşuz gibi…

Doğrusu İstanbul çok farklı tarihsel dönemlerden, tecrübelerden, medeniyetlerden sıyrılan bir şehir olduğu için onu tek bir tanıma hapsedemeyiz. Gerçek, tanımlamalar dayattığı için ister istemez onu anlatırken biraz masalsı öğelere başvuruyoruz. Bütün sıkıntılarına, zorluklarına ve gerçekliğine rağmen İstanbul benim için uçuşan bir masal oluyor bazen.

Hedonist dünyanın arkeolojisi

Çanta adlı öykünüzde çocukluğa ve geçmişe dair bir takım özlemleriniz var gibi. Siz ne düşünürsünüz bu konuda?

Çanta hikâyesi, okuyan hemen herkesin çok samimi bulduğu ve benim de sevdiğim bir hikaye. Samimiyeti belki de özünde bir çocukluk yaşantısının oluşundan kaynaklanıyor olabilir. Çanta, modern hayatın tatminsiz çocuklarına, hayatı küçük mutluluklar üzerine kurmayı unutmuş büyüklere dair bir sorgulamayı içinde barındırıyor. Haz odaklı hedonist dünyanın küçük bir arkeolojisi de diyebiliriz. Fakat bu arkeolojiyi yaparken bunu geçmişe özlem duygusuyla yapmıyorum. Zira geçmişle olan bağımı 'geçmişe özlem' retoriği üzerine kurmuyorum hiçbir zaman. Belki de bir tarihçi duyarlılığı ile bundan kaçınıyorum.

Gerçekle kurgunun dengesini tartıyorum

Hikâyeleriniz genellikle kişisel deneyimlerinizden yola çıkıyor. Kişisel deneyimleri bir kurgu içerisinde sunmanın zorlukları nelerdir?

İnsanların mizaçları, aldıkları eğitimler ve sahip oldukları nosyonlar hayata bakışlarını ve bunu ifade ediş biçimlerini de etkiliyor doğal olarak. Şu anda akademik olarak tarihle ilgileniyorum. Yığınla belge ve bilgi arasından gerçeğe en yakın olanı bulup, keşfetmeye odaklanan bir tarihçilik çabası ile gerçeği yeniden ve bambaşka şekillerde inşa eden bir edebiyatçılık faaliyeti arasında zaman zaman ilginç zıtlıklar yaşadığım oluyor. Her ne kadar tarihçi olarak yaptığımız da bir inşa ve kurgu faaliyeti olsa da, zaman zaman gerçekle kurgu arasında ilginç bir yerde buluyorum kendimi. Bütün detaylarıyla bildiğim kendi geçmişime dair gerçekleri, kişisel deneyimleri edebiyatın emrine vererek farklı deneyler yapıyorum zaman zaman. Bunu yaparken bir terazi kuruyorum. Ve burada gerçekle kurgunun dengesini tartıyorum. Bu hem tarihçi tarafım için, hem de edebiyatçı yanım için çok faydalı bir tecrübe oluyor. Eksilterek, artırarak yeni birşey inşa etmek, tarihçilik yaparken de elimdeki malzemenin bana gelene kadar ne kadar eksilme ve artmaya maruz kaldığını görmem için güzel bir tecrübe oluyor.

Biraz da sivil toplum çalışmalarınızdan bahsedelim. Başkanlığını yaptığınız Meridyen kaç yılında kuruldu ve buradaki çalışmalarınız neler?

Meridyen yaklaşık 5 yıldır faaliyet gösteren kadın girişimli bir dernek. Akademik ve entelektüel alanda, beşeri ve sosyal bilimlerin Türkiye'de gelişimine katkıda bulunmak amacıyla kuruldu. Nitelikli insan gördüğümüzde hemen toplumsal bir alışkanlıkla doktorluk, mühendislik gibi alanlara yönlendiriyoruz. Hâlbuki çok iyi edebiyatçıların, hukukçuların, tarihçilerin, uluslararası ilişkiler uzmanlarının yetişmesi çok önemli. Biz de bu ihmal edilmişlikten hareketle sosyal bilim alanında çalışanlara destek olmak için yola çıktık. Toplumsal hatta global bir sorun olarak İslamofobia'ya karşı İslam Peygamberi'ni doğru ve güvenilir bilgilere dayanarak anlatmak üzere faaliyete geçirdiğimiz Sonpeygamber.info projesi var. Beş yıldır katlanarak büyüyen bir proje bu. Özetle, kuruluşundan beri içinde bulunduğum Meridyen, akademik ve entelektüel dünyanın birikimini topluma taşımak üzere faaliyet gösteren bir mecra diyebiliriz.

Bu sizin ilk kitabınızdı, bu anlamda teşvik edici tepkiler aldınız mı? İlerde edebiyat penceresinden seslenmek ister misiniz insanlara?

Lacivert yayımlanalı henüz bir ay oldu. Kitabı yayımlamadan önce zaman zaman vazgeçmeyi düşündüğüm oldu. Edebiyat dergilerinde yayınlamaktan farklı bir şeydi çünkü bu. Edebi bir ürün ortaya koymak, bir deneme ya da akademik makale yazmaktan çok daha farklı. Çünkü kendi içinize bir pencere açıyorsunuz ve başka insanları da bu pencerenin önüne davet ediyorsunuz. Ama kitap yayınlandıktan sonra başkalarının bu pencere önünde neler düşünüp hissettiğini gördükçe endişeleriniz azalıyor. Herşeyden önce yazdıklarınızın başka insanların hayallerinin parçası olduğunu görmek çok heyecan verici. İleride edebiyat penceresinden seslenmeye devam eder miyim? Evet bunu isterim. Ama sadece edebiyat adına değil, aynı zamanda diğer akademik uğraşlarıma da çok büyük katkı sağlayacağını düşünerek isterim bunu. Entelektüel faaliyetlerim devam ettiği sürece türü nasıl olur bilmiyorum ama diğer ilgi alanlarım eşliğinde yazmaya devam etmek istediğimi biliyorum.



13 yıl önce