|

Kapak uymayınca muhteva...

Fatma K. Barbarosoğlu
00:00 - 4/07/2007 Çarşamba
Güncelleme: 13:50 - 15/08/2007 Çarşamba
Yeni Şafak
Kapak uymayınca muhteva...
Kapak uymayınca muhteva...

Ahmet Hamdi Tanpınar'a yayıncı bir arkadaşı, haftada bir cüz çıkan bir külliyatın bazı nüshalarının, kapaklarındaki renkli resimlerin hoşa gitmeleri yüzünden daha fazla sattığını anlatır. Tanpınar kendisine anlatılan bu olayı şöyle yorumlar:"Bu küçük müşahedenin üzerinde ne kadar durulsa yeri vardır. Çünkü delalet ettiği vaka alelade bir fanteziden çok fazla bir şey, belki de bütün bir zihniyettir. Filhakika bu, kısaca, okuyucu seviyemizin henüz gözden ileri gitmeyen bir tecessüs sahibi olduğunu gösterir. Eşyayı ancak zevahiriyle, renk ve parıltısıyla tanıyan, beğenen ve seven çocuk, yapıt iptidai insan zihniyeti..." Gözün ne kadar önemli bir uzvumuz olduğu üzerinde durduktan sonra Tanpınar, göze hitap eden resmin kitabı ancak tamamlayan bir unsur olacağı üzerinde durur:"Bir kitapta resmin vazifesi onu tamamlamak ve süslemektir. Hele nihayet yırtılıp atılacak bir zarftan başka bir şey olmayan kabın hiçbir rolü yoktur. Kabındaki resimler renkli ve acayip diye cüz cüz çıkan bir kitabın bir nüshasını tehalükle kapışmak, henüz kitabın hayattaki mevkiini tayin etmemiş olmaktır.Ve bunu yapan adam zihni tecessüsleri tamamlanmamış bir adamdır. Bundan kırk sene kadar evvel, Kamusü'l-A'lam veya Evliya Çelebi ciltlerinin hususi bir müessese tarafından neşrini mümkün kılan okuyucu ile bugünkü okuyucu arasındaki fark,bu itibarla,çok müthiştir ve insanı haklı surette bedbin edebilir."

Tanpınar yukarıdaki satırları Yeni Adam mecmuasında yayınladığında yıl 1934'tür. Şimdi bu satırlara ilave olarak şunu zikredebiliriz: Bir kitabın okuyucunun ilgisini çekebilmesi için dedikodu etmeye müsait (siz komplo teorileri demeyi mi tercih ederdiniz?), yazarının güzel/yakışıklı, hayat tarzının televole kültür için malzeme edilebilir özelliklerde olması gerekiyor. Velhasıl geçen zaman içinde okuyucunun gözü kitabın kapağını geçerek, o kitabı kaleme almış olan yazarın hayatı ve bedeni üzerinde sabitlenecek kadar "gelişmiştir".


Safiye Ünüvar: Saray Hatıralarım

Yukarıdaki bölümün biraz önce okuduğunuz kitap ile ne alakası var diye düşünebilirsiniz. Alakası şu: Kitabın kapağındaki kadın Safiye Ünüvar değil. Ya kim? Saray'da ders vermiş olduğu sultanlardan bir sultan. Sultan Mehmet Reşad'ın torunu Behiye Sultan. Olsun ne beis var diyecekseniz. Demeyin. Çünkü, içeride anlatılanlar ile kapaktaki resim doku uyuşmazlığı yaşıyor. Ne demek istediğimi şöyle anlatayım.

Safiye Ünivar'ın halasının zevci Sultan Reşad'ın baş imamı İsmail Hakkı Efendi'dir. Bir gün Sultan Reşad kendisinden şu istekte bulunur: "İmam Efendi,sarayda bulunan kalfalara din dersleri verdirmek istedim. Meseleyi Sertabip Hayri Paşa'ya açtım. Bir hanım getirdi. Dersler başladı. Fakat işittiğime göre talebelerine Kur'an-ı Kerim dersi okuturken kendisi iskemleye oturup sigara içiyormuş. Bu halini beğenmedim. Derhal altı aylık maaşını verdim. İaşesi için lazım gelen parayı da emrettim. Kendisini vazifeden affettik. Şimdi bir muallimeye ihtiyacım var. Siz vasıta olur, böyle bir hoca bulabilirseniz çok memnun olacağım. Dürriye, Rukiye, Hayriye ve Lutfiye Sultanlarla, Nazım ve Fevzi Efendileri de okutacak."

Bu konuşmanın akabinde enişte bey Darül' Fünun hayalleri kurmakta olan Safiye Hanım'ı saraya hocanım olarak takdim eder. Sarayın ilk diplomalı hocası olacaktır. Safiye Ünüvar'ın hatıratında bendenizi en çok etkileyen kısım Saray'ın olanca modernliği içinde Kur'an-ı Kerim'e hürmet ifadesidir. Nitekim Safiye Hanım'ı karşılayan kalfa'nın ilk uyarısı da hürmet konusundadır: "Selefiniz Kur'an-ı Azimüşşan okuturken bazı hürmetsizliklerde bulunmuş bu yüzden vazifesine son verildi. Siz ise ulema evladısınız. Bu ciheti bizden iyi takdir edersiniz."

Tarihi olayları daima bugünden geriye giderek anlamlandırır, bulunduğumuz yere göre kendimizi tarihin ilersinde ya da gerisinde değerlendiririz. Şimdi şu satırlara lütfen dikkat ediniz. Bu dikkatinize geçtiğimiz ay yaşadığımız "okulda namaz" haberleriyle, yaz tatilinde çocuklarına Kur'an öğretmeye çalışan ailelerin sıkıntıları eşlik etsin lütfen.

Sultan Reşad'ın büyük oğlu Şehzade Ziyaeddin Efendi'nin hanımlarından olan Ünsiyar Hanım Safiye hanım'ı kabul ederken şu konuşmayı yapar: "Dershaneden içeri girer girmez sultanlık yoktur. İstediğiniz gibi kendilerine muamelede serbestsiniz.(...) Şevketmeab Efendimizin iradeleri ile evvela Kur'an-ı Azimmüşşan hatmedilecek, ondan sonra mektep derslerine başlanacaktır. Siz de ona göre hareket edersiniz."

Safiye Ünüvar'a saraya geldiğinin üçüncü günü bir irade-i seniye tevdi edilir. "Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara yedirdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum. Bu iradem hoca hanım tarafından talebelerine söylensin."

Bu iradeyi talebelerine iletmek için yavaş yavaş bir nasihat programı uygular Safiye Hanım. Öğrencileri ile arasında kuvvetli bir muhabbet bağı kurar. Bir buçuk ay gibi bir zaman geçtikten sonra, dershanenin kapısına şöyle bir levha asar: "Namaz kılmayan, oruç tutmayan dershaneden içeri giremez."

"Saray Hatıraları" küçük hacimli bir kitap olmasına rağmen 1915'lerdeki saray hayatını ve gündelik hayatı vermesi bakımdan çok zengin bir malzeme sunuyor. Zaten bu yönüyle de kitap şimdiye kadar pek çok araştırmacının istifade etmiş olduğu bir kaynak kitap hükmünde.

Gelelim kapak konusuna ve doku uyuşmazlığı meselesine... Dini konularda bu kadar hassas olan "hocanım" nasıl böyle poz vermiş diye düşünebilir dikkatsiz okuyucu. Kapağın iç kısmına bakıp kapaktaki fotoğrafın Safiye Ünüvar'a değil de, Behiye Sultan'a ait olduğunu öğrenecek kadar hassas ve dikkatli kaç okuyucu vardır.

Belli ki, yayınevi "güzelliğin" ve "saray"ın "sattığı bir dönemde kapak fotoğrafı ile okuyucuyu "avlamak" istemiştir. "Avlanan" okuyucu zararlı çıkacak mıdır bu durumdan? Hayır. Çünkü "Saray Hatıraları" tarihi , sosyolojik ve pedagojik açıdan çok önemli bilgiler ihtiva ediyor.


Babam Abdülhamid-Saray ve Sürgün Yılları/Şadiye Osmanoğlu

Babam Abdülhamit kitabının yazarı olarak Ayşe Osmanoğlu'nun kitabını bildik yıllarca. Kitabı görür görmez iki şüphe oluştu bendenizde. Birincisi yerli yersiz her kitabın kapağına harem kadınları/sultanlar konulurken bu defa neden Abdülhamid'in fotoğrafı konulmuştu. İlk aklıma gelen Şadiye Sultan'ın kitabın "görülmesi"ni sağlayacak kadar güzel olmadığı, ya da ömrü hayatında hiç fotoğraf çektirmemiş olabileceği idi.

Kapaktaki "güzel kadın fotoğrafı" bir kitabı ne kadar sattırıyorsa aksi durum o kadar görülmesine engel oluyor. Nitekim kitabın içinde Şadiye Sultan'a ait fotoğraf sezgilerimin doğru olduğunu gösterdi.

İkinci şüpheye gelince. Böyle bir kitap var idiyse niye bilmiyorduk? Ben atlamış olabilirdim. Tarihçi arkadaşlara sordum. Babam Abdülhamit adıyla sadece Ayşe Sultan'a ait kitabı biliyorlardı. Durum anlaşıldı. Meğer kitap yıllar önce Bedir yayınları tarafından "Acı tatlı hatıralarım" ismiyle basılmış. İsmi, kitabın muhtevasını vermediği için yeni sahibi L&M yayınları da muhtevasına uygun ve dikkat çekici olduğu için "Babam Abdülhamid" ismini koymayı tercih etmiş.

Bu iki kitabı özellikle üst üste okumakta fayda var. Her ikisi de kadınların dünyasını aydınlatan dikkatler sunuyor. Ama esas önemli özelliği kanaatimce, Safiye Ünivar'ın Sultan Reşad'ı "kayıran" satırlarıyla, Şadiye Sultan'ın babası Abdülhamid'i "anlaşılır" kılmaya çaba sarf eden satırlarının "mukayese" imkanı vermesi.

Toplumun ve dönemin değer yargılarını vermesi açısından her iki padişah'ında dindarlığına vurgu yapılması dikkat çekici. Safiye Ünüvar, Sultan Reşad'ın sabah namazından bir saat evvel kalkarak Kur'an-ı Kerim ve Delailü'l -Hayrat okuduğunu söylerken,Şadiye Sultan Addülhamit'in içki içmediğini ve içki içenlerden hoşlanmadığını söylüyor. Hatıratı kaleme alanın kişiliği son derece önemlidir. Kitabı muhakkak okuyacağınızı düşünerek 31 Mart vakasından sonra Yıldız Sarayı'nda yaşananları "tadımlık" olarak nazarınıza sunuyorum.

Hareket Ordusu sarayı muharasa etmiş, sarayın elektrik ve suları kesildiği gibi, dışardan alış-veriş yapmak mümkün olmadığı için kilerdeki yiyecekler de bir hafta sonra tükenmiştir. Kırıntılarla açlıklarını yatıştırmaya çalışırken Abdülaziz'in tahtan indirilmesini yaşayanlar, yaşadıklarını bir masal gibi çocuklara anlatmışlardır. Şadiye Sultan bu çocuklardan biridir işte. Ve kendi babasının da "masal" olmak üzere olduğunu 17 yaşın bütün heyecanı ve korkusu içinde hisseder. Bütün o korku dolu günlerde "bu can bu tende durduğu sürece babama" siper olacağım diye yemin eder.

Bir hafta önce babasının ayaklarına kapanarak şükranlarını arz eden Ahmet Cevat Paşa'nın; babasına Selanik'e gitmesi gerektiğini bildirirken kullandığı bayağı dile şahit olur: "Babam Selanik'i gitmek istemediğini, o da alınan emrin yerine getirileceğini ısrarla ve bir düşman gibi beyan ediyordu."

Şadiye Sultan bir hafta önce babasından bir deste banknot alırken yerlere kadar eğildiği halde babası tarafından "Rica ederim! Secdeler Allah'a mahsustur. Bu gibi hareketlerde bulunmamanızı ve ikinci bir ihtara lüzum bırakmamanızı rica ederim" deyişini hatırlar ve "Cevat Bey, bir hafta evvel, babamın huzurunda nasıl yerlere kapandığınızı, ayaklarını öptüğünüzü ve banknotları cebinize nasıl minnetle yerleştirdiğinizi görmüş ve babama nasıl bir lisan kullandığınızı kulaklarımla duymuştum. Şimdi de sukutunda, takındığınız tavra ve sarf ettiğiniz sözlere şahit oluyorum, yüzünüzdeki maskeyi çıkartıp, hakiki çehrenizi gösterdiniz. Unutmayınız ki karşınızda bir acize diye baktığınız kızın azmi ve kalbi büyüktür. Sizin gibi kafir-i nimet olanların intikamını alacaktır" der.

17 yıl önce