|

Kelime, kan ve kitap

Mustafa Aydoğan
00:00 - 3/10/2007 Çarşamba
Güncelleme: 23:04 - 9/10/2007 Salı
Yeni Şafak
Kelime, kan ve kitap
Kelime, kan ve kitap

'6 Şubat 1887'de, Cağaloğlu yokuşunda kitapçı Arakel Efendi'nin dükkânı karşısındaki 12 numaralı evinde gece geç vakit bileklerini kesti; ölürken, izlenimlerini kanıyla bir kağıda yazdı ve gelen doktora " Zahmet etmeyin beş dakikalık ömrüm kaldı biliyorsunuz" dedi'.

Bu cümleler Beşir Fuad'ın ölümünü anlatıyor. Son cümlelerini kanıyla yazan bir yazarın tarihe bir dipnot düşmüş olduğunu nasıl inkar edebiliriz.

Beşir Fuad'ın ölümüne hangi açıdan bakarsak bakalım ilginç bir ölümdür. İlginç ve trajik; 35 yaşında, genç, diri, heyecanlı, yakışıklı ve yazma serüveninin doruğunda... Dahası var: Ölümünü bir anıya dönüştürmüş. Son anlarındaki izlenimlerini kayda geçirme gereği duymuş.

Edebiyat tarihimiz onu uzun süre unuttu. M. Orhan Okay'ın çalışmasını saymazsak tabi (1969). Son kitabını yayımlayamadan hayata gözlerini yumdu. Bir kısım yazıları yüzyıldan fazla bir süre dergi ve gazete sayfaları arasında, yazıldıkları günün sıcağıyla öylece kaldı. Ta ki Handan İnci'nin eli uzanıncaya kadar. 1999 yılında Yapı Kredi yayınlarınca kitaplaştırılan yazıları "Şiir ve Hakikat" adıyla yeniden gün yüzüne çıktı ve yazarını bir nebzecik olsun günümüz okuruna tanıttı.

Beşir Fuad'ın, kitabın kapağında yer alan fotoğrafı ne kadar da görkemli. Bir pos bıyığın gerisinde derin bakışlı gözler ve parlayan bir alın. Masanın başında, elinde divitiyle, iyi bir poz verebilmek için bir yazarın sahip olması gereken bütün ihtişamı kuşanmış gibi.

Genç yaşta ölen/intihar eden yazarların sayısı hiç de az değil. Bazen düşünmeden edemiyor insan: Yaşasaydılar, o diriliklerini muhafaza edebilecekler miydi?

Bazı ölümler, ölenin kimliğine fazladan bir şeyler ekliyor sanki. Ölümün dirilten, var eden bir etkisi oluyor. Gerçi, üretkenliğinin doğrundayken ölmenin gelecekte meydana gelecek bütün mümkün eksilmeleri ortadan kaldırdığını söylemek güç. Ama 'tam da zamanında' ölmenin yapılana/yazılana katkısı olmuştur. Bunu, tersinden bir değerlendirme yaptığımızda izah edebiliyoruz ancak; kimi uzun yaşamalar, eserin de kimliğin de yıpranmasına neden olabiliyor. Uzayan ömür, uzadıkça bir sünmeye maruz kalıyor. Kitap üstüne kitap eklenmesine karşın o yazarın okur üzerindeki etkisinde bir azalma oluyor, işler tersine dönmeye başlıyor. Tabi, bir genelleme yapmak değil amacımız. Sadece, bu tür örneklerin mevcudiyetleri noktasından hareket ediyoruz.

'Her ölüm biraz erkendir' diye bir söz var.

Üretkenliğinin doğrundayken bileklerini keserek canına kast eden bir yazarın bu erken girişiminin gerekçeleri üzerinde düşünmeye değer. O şey nedir ki, yazacağı son cümleyi vücudundan fışkıran kanla yazmaya götürüyor yazarını. Aynı cümleyi, divitinin ucuna süreciği bir nebzecik mürekkeple daha kolay yazabilecekken! O şey nedir ki, yazara, şaire intihar etmeyi tek seçenek olarak gösteriyor.

Ölümün yazacağı cümle yaşamın yazacağı cümleden hangi içerikle ayrılıyor acaba? Kanın harflere dönüşmesindeki ritmi arzu eden bir kalbin içine düştüğü durumu, yazılmış ve yazılacak onca kitabın açıklaması mı bekleniyor yoksa!

Gerçi her intihar eden yazar/şair tam da o son anında kaleme sarılma gereği duymamış. Kanının vücudunun içinde kalmasında bir sakınca görmemiş. Bunu, yazdıklarıyla yetinmek şeklinde yorumlamak pek ikna edici gelmiyor. Yetinseydi, öyle bir sonu tercih etmezdi belki de. O cins kafaların giriştikleri bu cüretli davranış, düşük bir kederin ötesine geçen bir anlam taşıyor olmalı.

Gerek Stefan Zweig'in eşiyle birlikte bir otel odasında gerçekleştirdiği ölüm dansı, gerekse Walter Benjamin'in canına kast etmesi biraz daha anlaşılır görünüyor. Zweig'in Avrupa rüyası darmadağın olmuştur. Benjamin ise Gestapo'dan korkusundan alelacele bir tercihte bulunmuştur. Ya Gilles Deleuze? Cesare Pavese? Ve daha niceleri... Hangi nedendir onları intiharın katı pençesinde yurt kurmaya çağıran?

Kitap sayfalarını dolduran onca yazılarının arkasına gizlenmiş bu tuhaf ölüm biçiminin bir sürek avı gibi kendilerini takip ettiğini söyleyebilir miyiz? Son sözü ölüm olan bir düşünce yumağının hangi evrelerden geçmiş olabileceğine ilişkin tahminler ileri sürsek tutturma oranımız nedir acaba?

Andığımız isimlerle Fuad arasında şöyle bir fark var; hiç birinin intihar biçimi Beşir Fuad'ın intiharına benzemiyor. Hiç birinin damarındaki kan mürekkebe dönüşmemiş. Son cümleleri kırmızı bir fışkırışla coşmamış. Bir çoğununki çokça duyduğumuz, bildik yöntemlerle gerçekleşmiştir. Örneğin Pavese, bir otel odasında uyku hapı alarak intihar etmiştir. Kansız, sade ve sıradan.

İntiharın güzel bir yanı yok kuşkusuz. Zaten intihar edenler de güzel olduğu için tercih etmemişlerdir sanırım. Bir yazarın, şairin, filozofun kendi hayatı üzerinde böyle bir tasarruf hakkı görmüş olması, hangi nedene dayanırsa dayansın ikna edici bir ip ucu vermiyor bana. Yazılan son cümleyi okumakta zorlanıyorum. Kanın kağıdın öte tarafına sızarken geçtiği bütün aralıklarda, dolduğu hücrelerde devinirken çıkardığı hışırtı karanlık bir ürperti yayıyor etrafına. Bununla birlikte, bu sır dolu son karşısında susmayı tercih ediyorum gene de.

Beşir Fuad'ın o kağıda ne yazdığını merak edenlerin merakını giderelim:

"Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum kapıyı kapadım, diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı..."

17 yıl önce