|

Kendimi hep gurbette hissettim

Sevinç Çokum, romanlarında kahramanının çoğunlukla yalnızlık ve gurbet duygusunu yaşayan kişi olduğunu söylüyor. Tren Burdan Geçmiyor'da ise yazarın sokak tarafına tanık oluyoruz.

Hale Kaplan Öz
00:00 - 5/12/2007 Çarşamba
Güncelleme: 12:06 - 7/01/2008 Pazartesi
Yeni Şafak
Kendimi hep gurbette hissettim
Kendimi hep gurbette hissettim

Son romanı 'Tren Burdan Geçmiyor'da genelde, toplumdaki kirlenmeyi özelde de medyadaki dejenerasyonu konu edinen Sevinç Çokum, oluşturduğu yan hikayeler ve karakterlerle okuru, bu zamana ait, acı gerçekliğin içine çekiyor. Banka hortumcuları, ruhunu satmış medya patronları, arada kalmış gazeteciler, sokak çocukları ve daha bir çok karakteriyle Çokum, bir dönemin fotoğrafını ortaya koyuyor. Kendisi de bir dönem gazetecilik yapmış olan Çokum, yaşadığı tecrübelerden de çokça faydalanmış bu romanı yazarken. Bu tecrübeler onun için acı kayıplar olsa da yazar bu romanı kazanmış onlarla.

Tren Burdan Geçmiyor'u yazmadan önce kurgu ile ilgili ilk işaret nasıl oluştu? Rotanızı belirleyen en önemli etkenler nelerdi?

Kitabı yazabilmek için insanın bazı deneyimlerinin olması lâzım. Bir kitabın başarısı inandırıcılığına, inandırıcılığı da samimiliğine bağlıdır. Romanın pek çok yanı var. Bir yazar arkadaşım bana "Ne yazıyorsun?" diye sormuştu. Ben de "Bir takım insanları.." demiştim. Çok güldü bu sözüme. Ama bende gerçekten öyledir. Hayatın orasından, burasından bir şeyleri alıp ortaya koyarım ve bana "Konu nedir?" diye sorduklarında, cevap vermekte zorlanırım. "Medya" desem, "Medya kirliliği" desem... Bunlar romanı tam olarak anlatamaz. Çünkü öyle yan hikayeler var ki... Aşk kavramı nedir? Daha önce neydi, şimdi nasıl bakılıyor? sorularının cevabını aradım. Toplumda genel olarak bir kirleniş var. Bu beni rahatsız ediyor. Ben de gazetecilik yaptım bir dönem. İşten çıkarıldığım da oldu. Her anlamda sıkıntı yaşadım. Size gücünüz için yaklaşan insanları tanıyorsunuz böyle zamanlarda. Ve öyle anlar oluyor ki sizin o kurumla bir bağlantınız kalmadığında kapınız hiç çalınmıyor. Bunları yaşadığım için kayıplarım oldu. Dost görünenleri kaybettim ama bu kitabı kazandım. Çok rahat şartlar altında olsaydım, "Yazdıklarım ne derece başarılı ve inandırıcı olurdu?" onu bilemiyorum.

Medyaya odaklanış sebebiniz nedir? Ciddi eleştiriler barındırıyor kitap. "Hükümetten yana ol, eleştirme, öv, yanaş, sürtün!" ifadesi çok sert örneğin. "Halka sırtını dönen yayın yönetmeni"nden bahsediyorsunuz. Hem pislikle savaşıp hem de yükselme derdinde olan gazetecinin bir çıkışı yok gibi görünüyor...

İki tip gazeteci var kitapta. Nüzhet Fermanlı, orta yaşlı ve kendi doğrularını muhafaza eden bir gazeteci. Bir de Aysan Güçal var. O da genç gazeteci. Hayata yeni atılmış ve hırslı. Acaba çıkarlarını mı gözetecek, ideallerinin peşinden mi gidecek? İdeallerinin peşinden giderse tepetaklak mı olur? Hayatın realitesi duruyor şurada.. Burada Aysan'ı beklentilerimize uygun davranmadı diye dışlayacak mıyız? Yoksa "insan budur" mu diyeceğiz? Konuya böyle bakmalıyız. Aysan'a kıyamıyorum o sebeple.

Kirlenmeden yükselmek mümkün değil mi?

Belki. Siz onu tahmin etmeye çalışın. Belki dedim çünkü bugüne kadar "Ben hep doğrularımı yazdım" diye ortaya çıkan insanlar görmüşüzdür. Ama onu mutlaka iyice deşmek lazım. Her zaman dürüstlüğünüzü ortaya koyamamış olabilirsiniz. İnsanın elinde olmayan zaafları var, bunları bir yana bırakamayız. Davranışlarda da öyle, çıkar gözetmeden bir yerlere gelebilmek, arkanız olmadan yükselebilmek her zaman olası değil!

Kitaptaki yan öyküler de ana öykü kadar zengin. Sokak şairi Sonsuz, Simay, Aysan'ın hikayeleri ve İreni... İreni Nüzhet'in hayal dünyasında edindiği yer dışında neyi sembolize ediyor?

Ben bir Ermeni evinde dünyaya geldim. İsmimi onlar verdi. O aileye gönlümüzle çok yakındık. İrtibatımızı hep devam ettirdik. Dedeleri sarayda görevliymiş.. Oturmayı, kalkmayı, hatır sormayı, sofra adabını onlardan öğrendim. Ayrıca ortaöğrenimim sırasında bir Rum öğrenciyle seneler süren bir sıra arkadaşlığımız oldu. Bazı semtlerde (Cezayir Sokağı, Çukurcuma gibi) Rumlarla yan yana ,iç içe yaşadık. Onlar kendi bayramlarında veya 'yortu'larında bize de ikramda bulunurlardı, söz gelimi paskalya çöreği gönderirlerdi, evlerine uğradığımızda meyve şekerlemeleri sunarlardı. Rum kızı İreni'yi özellikle aldım bu romana. İreni hem aşkı temsil ediyor, güzel soylu aşkı... Güncele karışmayacak olan aşkı. Aynı zamanda bir Rum ailenin kızı olarak, çok kültürlü toplum yapımızın bir sembolü.

Sokak şairi Sonsuz'un şiirleri, oldukça dokunaklı. Nasıl bir hissedişle yazdınız bunları? Sokağı bilmeden yazılamaz böyle şiirler.

Romanla ilgili bütün anahtarları vermek istemiyorum ama bu hep merak ediliyor, soruluyor. Çoğu romanımda şiirler görürsünüz. Kimilerinin yazarı bellidir. Kimilerini de kahramanım yazmış gibi görünür. Bu kitapta da var böyle şiirler. Sonsuz'un söylediği, terennüm ettiği şiirler bana ait. Nüzhet'in Şapka Dergisindeki mizahi tekerlemeleri de... Sonsuz, hayal gücüyle ortaya konmuş bir karakter değildir. Ben adı Sonsuz olmayan, Sonsuz'u tanıdım.Gerçek kişi... Zaman zaman da kendimi 'Sonsuz'ların yerine koymuşumdur. Orada bu genci anlatırken bir bakıma kendimi de anlattım. Çünkü ben de topluma uyumsuz biri sayılabilirim.. Gerçek sanatçı bugün bence yalnız olan insandır. Ropörtaj veriyoruz, imza günleri yapıyoruz, televizyona çıkıyoruz... Bütün bunlar sanatçının yalnız olmadığını göstermez. Benim sokak tarafım var. Ben malzememi dış dünyada buluyorum, uzun yürüyüşlerimde daldığım sokaklardan çıkarıyorum tiplerimi. Sokaklar benim tefekkürümü geliştiriyor ve bana özgürlük duygusunu tattırıyor. Aynı zamanda girdiğim ortama göre kılık kıyafetimi değiştirip tanınmaz halde dolaştığım olur. Gece Rüzgarları romanımdaki Süsen Divitçi gibi. Benim coğrafyam genellikle gurbet coğrafyası olmuştur. Kendimi hep gurbette hissettim. Babam Siirt'in Aydınlar (Tillo) ilçesinden yedi yaşında yakınlarıyla yola çıkıp Toroslar'ı yürüye yürüye aşarak İstanbul'a gelmiş bir iç göç çocuğudur. O hâlet-i ruhiyeyi ben hep taşıdım. Babam yürüyordu, ben de yürüyorum. Kahramanım sadece maddi coğrafya olarak değil, ruh olarak ta gurbet veya hicret çocuğudur. İster İstanbul'da olsun, ister Avustralya'da. Gittiğim ülkeleri zaman zaman özlerim. Ne bileyim, İspanya'daki dar bir sokağı, Kudüs'teki bir ekmekçi çocuğu.... Duyuşlar önemli. O duyuşlara sahipseniz her coğrafyayı ve her insanı yazarsınız. Bir bakarsınız Hindistan'da bir şoför olur bu, yarın sokak şairi Sonsuz... Romanda ve hikayede başarının göstergelerinden biridir karakterleri sınıflarına göre konuşturmak. "Sonsuz nasıl bir şiir yazardı?" diye düşündüm ve yazdım. Onun diline, onun dünya görüşüne ve Abukizm felsefesine göre.

'Abukizm'le beraber ironi giriyor romana. Dokunaklı bir eleştiri var burada diye düşündüm. Bu karşıtlıkla okurun zihninde oluşturmak istediğiniz etki neydi?

Sonsuz'un felsefesi "Abukist" felsefedir. Bu terimi ilk ben ortaya atıyorum. Bir isyan ve reddiye anlamında... Hayatın, çok genç yaşta o çocuğa kazandırdığı tecrübeler var. İrfan dediğimiz, sağduyu dediğimiz şey... O çocuğun yüreğine konmuş o. Birey olabilmek... Onca yığının, çul çaputun, kirlenmişliğin içinden sıyrılıp yükselebilmek.Bir varoş çocuğu olarak. Mümkün mü? Ne yazık ki yapabilen çok azdır. Çünkü bu toplumda yükselebilmek için başka şartlar, başka imkânlar gereklidir. Sistemin yasalarını zorlamak gibi. Ben o zorlayanlardanım. Yani Abukist felsefenin bir temsilcisi...

Kitapta 'Bayan' adıyla anılan bir yönetici var. Sonra Şapka Dergisi ve Süleyman Demirel'in konuşma şekli çıkıyor karşımıza. Ve gücünü dış görünüşünden alan şarkıcı ve sonra da köşe yazarı Mâhinur hanım... Toplumdaki sembol tiplemeler bunlar. Bu karakterler nasıl ve neden dahil oldu romana?

Yıl 1994. Yalnız onların değil, Semra Özal'ın da bir yerde kendisi ve cümleleri geçiyor. Süleyman Demirel, konuşma şekliyle, benzer vecizeleriyle yer alıyor.Oralarda mizaha kayış belirgin. Bir de şarkıcı Mâhinur var. Çarpık hayatın içinde televizyonlarda ve basında karşımıza çıkan ve toplumun eğitim düzeyini altta tutmakla görevli bir ünlü. Rolü az olabilir ama biz söylemek istediğimizi söylemiş oluyoruz onun arkasına sığınarak. İmtiyazlı aileden gelmek bugün de çok önemli. Soy isim, ünvanlı ailelerden gelmek, bir çok kapıyı açıyor. Öykücü Işıltı hanım da böyle bir karakter, kapalı bulduğu kapı yok gibi. Konuyu ortaya koyabilmek için yaşanmışlıklardan yararlanmak gerekiyor. Bütün bunlar dönemi şekillendirmeğe yarıyor. "Ne kadar inandırıcı olursak o kadar başarılı oluruz" demiştik ya... İnandırıcı olmak için de onları, onlar gibi konuşturmak gerekir.

1972'den beri yazıyorsunuz. Zaman sizi ne yönde etkiliyor? Eğik Ağaçlar'dan bu yana, duygusallığınızın törpülendiğini söyleyebilir miyiz?

Hiçbir zaman... Yazar olmak, yaradılış ile ilgili. Böyle yaratılmışsınız; duygu yüklü. İnsanları tahlil ediyorum. İnsanların yüzlerine bakarak onların hislerini okumaya çalışıyorum. Sıkıntılarını görmeye çalışıyorum. Bu bir bilim belki de. Mesela ben hep nereli olduklarını düşünürüm,bulurum da... Yeteneklerini, iç dünyalarını, karakterlerini. Böyle bir ihtisas yapmaya başlıyorsunuz. Bunu yapmak zorundasınız, çünkü onlar sizin kahramanınız olacak. Bunlar duyguyla mümkün. Ben gerekirse ağlamalıyım yazarken. Dolayısıyla kahramanlarımı yaşıyorum.Gerçek hayata geçince de unutamıyorum ve onları dış dünyada kendi biçimlendirdiğim halleriyle görmek istiyorum; göremeyince bunalıma düşüyorum. Duygularımı kaybedersem yazamam ben. Duygu ve şiirsellik çok önemli. 35 senedir, ilk kitabım çıktığından beri, yaşadıklarımdan, karşılaştığım insanlardan renkler, çizgiler aldım. Bugün reddettiğim düşünceler vardır, fikirler vardır. Ama onların hepsi bende bir şeyler oluşturmuştur. Şu anda bağımsız bir yazar olarak görüyorum kendimi. Beni hiç kimse bir yere bağlamasın! Ben o aldığım renkler ve çizgilerle şu ana geldiğimi kabul ediyorum.

16 yıl önce