|

Konstantin'in girdabı

Gerçekten İstanbul'un Fetih tarihi bizim sandığımız kadar mı? Gerçekten İsa'ya adandı mı bu kent? Kimler İsa'nın emanetinin kimler Konstantin'in mirasının peşinde?... Konstantin'in Sırrı'ında her cevap yeni bir soruya gebe

Ahmet Selek
00:00 - 18/07/2010 الأحد
Güncelleme: 20:36 - 17/07/2010 السبت
Yeni Şafak
Konstantin'in girdabı
Konstantin'in girdabı

İnsanoğlu önce kendini bir gizem olduğuna inandırır, sonra o gizemi çözmek için olmadık çareler arar. Bazen Siyah Kalem konusunda bile böyle olduğuna inanıyorum. Ekmek parası kazanabilmek için falcılık ve büyücülük yapanlara çizim yapmak zorunda kalan yetenekli ama sefil bir ressam da olabilir bunları çizen. Ama biz arkasında büyük bir beyin görmeye kendimizi o kadar koşullandırmışız ki…” diyor Kızıl Saçlı Adam.

“Koşullanmak gerçekten çok kötü” diye mırıldanıyorum, elimdeki kitabı bu yazıyı kaleme almak için klavyemin yanına bırakırken… Çünkü koşullanarak okumaya başlamıştım ben bu kitabı ve bu kadar keyif alacağımı ummuyordum.

İtiraf edeyim ki bir ilk roman olduğu için çok şey beklemiyordum Konstantin'in Sırrı'nı okumaya başlarken. Birazcık heyecan tadabilsem kendimi şanslı saymama yetecekti.

Bir dostum “oku, pişman olmayacaksın, beğeneceksin” diye tutuşturmuştu elime. Kapağı gerçekten estetik, arka kapak yazısı albeniliydi. Fakat arka kapak yazısındaki iddialarla okura kendini satmayı başaran ama okumaya başladığınızda şekerli sakız tadı bile vermeyi başaramayan iddialı pek çok kitap görmüştüm…

Kitabı elime aldığımda sayfaları şöyle bir çevirdim adet olduğu üzere; tarihi bir gizemin peşinden koşan üç aşağı beş yukarı Dan Brown romanlarındaki kahramanlarının Türk kimliği ile koşuşturduğu, mutlaka bir yerlerden tanıdık gelecek öyküler okuyacağımı düşünüyordum. Yanılmışım!

Hem de çok yanılmışım. Hemen her bölümünde bambaşka dünyalara yelken açtırdı Konstantin'in Sırrı. Bir bilmeceyi çözdüm diye sevindiğim anda çözümün yeni ve daha büyük bilmeceler doğurduğunu görünce hem merakım arttı “hem de yeter artık yahu bu nasıl bir girdaptır ki beni okudukça içine çekiyor” diye isyan edesim geldi.

Düşünmeden edemedim: Bu roman kendisiyle aynı günlerde son kitabı satışa sunulan Garange veya Stephen King ya da Dan Brown imzasını taşısaydı acaba elime ilk aldığımda onu bu kadar hakir görür müydüm? Cevabım “sanırım hayır” oldu. O halde bu kitabın tek handikapı onu “bizim oğlanlardan” birinin yazmış olmasıydı! Okuyup, bitirdiğimde kendisine gerçekten büyük haksızlık ettiğime karar vermiştim.

Çünkü hem konuları, hem kurgusu, hem de kahramanları ile farklı ve yüzde yüz yerli malı öyküler zinciriyle örülmüştü kitap. Örülmüş kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü gerçekten birbirinden bağımsız görünen olayları, bir sarmaşık gibi gözdesi gibi birbirine sararak çok sağlam ve güçlü bir omurga öykü oluşturmayı başarmıştı yazar. Ana eksen sporcu iki genç arasındaki aşk… Senin, benim, arkadaşlarımızın ya da herhangi birinin yaşabileceği türden alelade bir aşk. Bu aşkı farklı kılan ve okura alkışlattıran aşkın kahramanlarının kimliğindeki anormallik… Janet ile Tunç'un aşk öyküsünün etrafında gelişiyor diğer tüm öyküler…

Tüm öyküler derken neler olduğunu hatırlamaya çalışıyorum: Doğu Roma'nın kurucusu Büyük Kostantin, Fatih Sultan Mehmet, Bizans'ın son imparatoru Konstantin, Bektaşi Şeyhi Kızılca Bedrettin, Fethin Manevi Mimarı Akşemsettin, efsanevi ressam Mehmet Siyah Kalem, Ressam Bellini, Nakkaş Baba, Rumelihisarı'ndaki meşatlıkta yatan Ermeniler, Efsanevi yer altı uygarlığının peşindeki bir grup Milliyetçi, Ermeni bir genç kız, Türkiye'nin Uluslararası Bayanlar Basketbol Şampiyonası macerası Ortodokslar, Fener Rum Patriği'nin sözleri, Ayasofya'yı yeniden kilise yaparak 6-7 Eylül olaylarında Türkiye'den kaçmak zorunda kalan ninesinin intikamını almayı amaçlayan Dimitri, Kara Kedi ve Beyaz Güvercin olarak karşımıza çıkan cinler ve mütevazı bir süper kahraman diyehileceğimiz Kızıl Saçlı Adam…

Bu kadarı kalmış bir çırpıda sayabildiğim kadarıyla aklımda. Ama Janet'in sırılsıklam aşık olduğu gence yönelik ölümsüz hisleri, Tunç'un bir Türk Erkeğine yakışan karşılık fedakarlığı çıkmıyor aklımdam.

Roman çoktan bitti fakat Üstad Mehmet Siyah Kalem'in fırçası birbiri ardına renkli tablolar çizmeyi sürdürüyor hafızamda.

Janet'in ırkçılığa ard arda attığı üçlük basketler… Her biri gözümün önünde hâlâ… Rumelihisarı surlarından alevler içinde düşen bir adam… Yanan bir nakkaşhanede birbiri ardına tutuşan resimler… Anadolu Hisarından bindikleri kadırganın güvertesinde saçları uçuşan Akşemsettin ve onu hayralıkla seyreden genç bir Sultan… Edirne'de Ayasofya Kilisesine minare çizen Mehmet, Moskova'da Ayasofya'nın minarelerini yıkmayı düşleyen Dimitri…

Ve öylesine tempolu bir basketbol maçı anlatımı var ki…

İyi de bir iki gün içinde zevkle okuyup bitirdiğim; bu kadar akıcı, bu kadar sade, bu kadar yalın bir üsluba sahip, topu topu 288 sayfalık roman nasıl bu kadar çok tabloyu, fark ettirmeden, sıkmadan bana okutturmayı başardı!

Sadece bu kadar da değil, kitabı ilk elime aldığımdaki tarihe bakış açımla, şimdiki tarihe bakış açım arasında dağlar kadar fark var sanki…

Gerçekten İstanbul'un Fetih tarihi bizim sandığımız kadar mı? Gerçekten İsa'ya adandı mı bu kent? Kimler İsa'nın emanetinin kimler Konstantin'in mirasının peşinde?

“Hissediyor musun?” diye soruyordu romanda Kızıl Saçlı Adam Janet'e. Ben galiba şu an hissediyorum ya da gerçekten okuyana gereğinden fazla hayal kurduruyor bu roman…

Şurası kesin ki sadece okuyan herkesin takdir edeceğine kuşku duymadığım kurgusundan kaynaklanmıyor bu kitabın gücü… Bir ilk kitap olmasından kaynaklanan birkaç küçük hatayı saymazsak hakikaten emek verildiğini gözler önüne seren anlatım gücü ve dil sadeliğiyle nitelikli eser olduğunu kabul ettirmeyi başarıyor…



٪d سنوات قبل