|

Kurban civanlar ülkesi

Müge İplikçi'nin Civan'ı ilk gençliğinin eşiğindeki bir kız çocuğunun kaçırılmasıyla içindeki kötülüğü şuursuzca kusan bir ilçenin iki gününü anlatıyor.

Nalan Barbarosoğlu
00:00 - 20/06/2012 Çarşamba
Güncelleme: 22:21 - 19/06/2012 Salı
Yeni Şafak
Kurban civanlar ülkesi
Kurban civanlar ülkesi

Müge İplikçi'nin ilk romanı Kül ve Yel yayımlandığında yıl 2004'tü ve Kül ve Yel'in öncesinde yazarın dört öykü kitabı vardı. Kül ve Yel'in ardından Cemre (2006) ile Kaf Dağı (2008) geldi. Daha sonra bir öykü kitabı, üç çocuk ve gençlik kitabı, bir semt monografisi çıkan Müge İplikçi'nin dördüncü romanı Civan ise geçen ay (Mayis 2012) yayımlandı. Civan'ı Müge İplikçi'nin diğer romanlarına bağlayan ortak nokta ise, genelde gözü kapalı kabul ettiğimiz gerçekliklerin kabuğunu kaldırması ve o kabuğun altında kanayan, kanadığı için de iyileşemeyen yaraya bakması. Civan Türkiye'nin cinnet haline bakan bir roman. İplikçi romanda ilk gençliğinin eşiğindeki bir kız çocuğunun kaçırılmasıyla içindeki kötülüğü şuursuzca kusan bir ilçenin iki gününü anlatıyor.

Bir yer ki, sanki tüm Türkiye!

Cinnete kapılan, Türkiye haritasında 'işte burası' diye gösteremeyeceğimiz, ancak üç aşağı – beş yukarı tahmin edebileceğimiz bir sahil yöresi... Geleceğini devlet destekli yatırımlara bağlamış bir ilçe Pınarlı; başkentle iyi ilişkileri olan hemşerilerine gönülden bağlı, turizm atağının eşiğinde, fındıklıklarını inşaat alanlarına terk etmeye hazır, gelişme potansiyeli yüzünden göç alan, Çiçek adındaki Kürtlerin oturduğu göçmen mahallesinden hiç mi hiç hazetmeyen, ekonomisi –henüz– ne kadar kapalı olsa da vatan – millet duyguları bir o kadar gelişmiş, çıkar ilişkileriyle sarmalanmışken içeriği muğlak “namus”una sarılmış, vaatkâr bir gelecek tasarımına, refah bir yaşam kurgusuna bağlı “kendi halinde” bir ilçe.Herkesin kendi meşrebince bayram hazırlığı yaptığı, bayram günlerinin hüzünle sevinç arasında gidip gelen gevşek, tatlı sürprizlere gebe vakitlerine hazırlandığı iki günde geçiyor Civan. Ama Pınarlı, bayram günlerinin iyicil ve paylaşımcı günlerinden çok uzakta; sakinleri ise biriktirdiği öfkeyle dolup taşmış, kapıldığı ve bir türlü boşaltamadığı hiddetiyle yakıp yıkıcı bir güruha dönüşüyor. Ne yazık ki, ülkemiz tarihinde hiç de yabancısı olmadığımız toplumsal bir cinnetin rol kişiliğini gerçekleştiriyor Pınarlı. Civan, bir cinnet diliyle, (yüksek perdeden) başlıyor ve bu ritmi hiç kaybetmeden sonuna kadar da koruyor. Gel – gitli zihinleriyle, genelde bağlamından kopuk kavramlara yaslanarak ve ağızlarından çıkan söze ulvi mânâlar yükleyerek, nutuk atarcasına konuşanlar, günlük hayatın içine sızan cinnetin sözcüsü oluyor. Bireysel hezeyanların kuytularında dolaşan ve orada köklerini güçlendiren toplumsal baskıyı görünür kılan bu cinnet dili, Civan'ı ve Müge İplikçi edebiyatını ayrıştıran ve özelleştiren bir öge oluyor. Kendini toplumsal hezeyana kaptırmış herkesin fırsatını bulduğunda büyük kavramlarla kısa ya da uzun nutuklar attığı, dinleyicilerin evetlercesine başlarını sallayarak dinlediği, koşulsuz kabul edilmiş gerçekler ve bu gerçeklerin ifade biçimi olan klişelerin uçuştuğu nutuklar ise toplumsal cinnetin örneğini oluşturuyor.

Litemotif ses: “Bir civan öldü”

Romanda bir litemotif olarak roman kahramanlarından komiser yardımcısı Dumrul'un iç sesi olarak duyduğumuz “bircivanöldü”, yargısız infazlarla yok olan, serseri kurşunlarla kim vurduya giden tüm insanlarımızın ağıdına dönüşüyor. Küçük kızının kendine gözdağı vermek için kaçırılıp öldürülmesi Dumrul'un gerçeklikle bağlarının gevşemesine ve delirmesine görünen bir nedendir. Komiser Yardımcısı Dumrul Mucip'in suçluyu bulacağım, adaleti sağlayacağım diye kendi kendine dellenmesine, hatta “adalet”i kişiselleştirmesine neden olan da yaşadığı bu kişisel travmadır. Çok incelikli geçişlerle, göndermelerine rağmen, hiç söz etmeden “tanrısal adalet”le hesaplaşmaya giren (roman olarak) Civan, Dede Korkut'un ölüme (Azrail'e) meydan okuyan Deli Dumrul hikâyesini basamak olarak kullanıp günümüzün güç ilişkileri içinde neredeyse bir paçavraya dönüşen adalet anlayışını didikliyor. İslamiyete geçiş dönemindeki toplumun tanrısal adelet için yarattığı hikâye aracılığıyla günümüzün (Türkiye'nin) sivil adalet hikâyelerine bakan Civan, korku ve cinnet toplumunun küçük bir kıvılcımdan ateşe dönüşen panaromasını çiziyor. Ateş, geçmişimizden gelmektedir. Hatta âşık olduklarımızdan, bir bedende kendimizi bulduklarımızdan, bir zamanlar tüm rahatı ve refahı tepip yanına koştuklarımızdan gelebilir kötülük. Küçük bir parantez, o “muhteşem” insanla ilişkimizin koptuğu beş – on yıl mesela, hayatımızın cehennemi olabilir; mutfaktaki mermer bir tezgâhın çatlağından bize el sallayabilir dehşet. Kızımızın (oğullarımızın da) potansiyel celladı koynunda uyumak isteğiyle çırpınıp uyandıklarımızdır belki... Ortak bir cinneti yaşadıktan sonra bize kalan hayat sadece bir dehşetten ibaret olabilir. Nutkumuzun tutulduğu bir dehşet. Her gün, hemen hemen her yerde, zaman zaman her dakika evlerde bir civan / civanlar ölmekte, biz onlara seyirci kalmaktayız çünkü... Müdahale etmeye kalkanların akıbetiyse Dumrul Mucip gibi delirmekten öteye gidemez, genel bir sağırlık ve körlük karşısında.

İp atlamanın ahengi varken

İp atlarken... Çocukken... O ahenge kendimizi kaptırmışken... Çevrilen / çevirdiğimiz bir ipin içine girmeye hazırken; o rüzgârı, kendiliğinden oluşan güveni, o güvenle gelen zıplama enerjisini içimizde hissederken hayat ne kadar da hafif ve yaşanasıdır... Üstünde zıpladığımız toprak güvenli, pofuduk bulutlarıyla üstümüzü örten gökyüzü sonsuzdur. Hayat budur. Bizi bekleyen hayat... İp atlamayı paylaştığımız arkadaş ses(ler)i, kıvançla avucumuzda dönen ipin ucu, bahçe kokusuyla menevişlenen havanın ciğerlerimizi dolduran hafifliği. Eğer elinizde bir ip varsa ve o ritmik hareketle atlıyorsanız dünya gerçekten evinizdir, hayat ise sizi sonsuz bir şefkâtle kucaklayan anne. Genelde, çocuklukta ve ilk gençlikte hissedilen bu duygu yetişkinlikte yitip gider. Hayatın acımasızlığı karşısında atlama ipi ola ola bir “delil” olabilir yaşanmışlığa ilişkin; Civan'da işlendiği gibi. Civan'da Pınarlı'ya bayram günü bir cinnet yaşatan kaçırılan kız Hilal ve arkadaşı Çiçek Mahallesi'nden Berfin'in ip atlamaları uyum ve kardeşliğin bir simgesi olarak çıkar karşımıza. Bir türlü benimsenip sindirilemeyen bu arkadaşlık alışılmış kalıpların dışında bir yaşamın var olduğunu da hissettirir kör gözlere, sağır kulaklara. Ama sadece hissettirir. O kadar güçlü önyargılar ve kabullenişler karşısında hissedilenlerin pek de bir hükmü kalmaz.

Civan, Pınarlı'nın yaşadığı cinnete tanıklığını sürdürür sürdürmesine de, hissettirdiği her an, her yerde yaşanabilecek toplu cinnet potansiyelini içimizde ne kadar taşıdığımızı da düşündürür diğer bir yandan. Sonradan utanarak baktığımız bu tür topluca delirmenin / delirmelerin ortasında kendimizi de bulmamız hiç olmayacak bir şey değildir aslında. İçinde yer alsak da, dışardan baksak da, bir türlü kavrayamadığımız, akıl yürütmeyle bir yere varamadığımız, ağzımız bir karış açık biçimde duyduğumuz ya da tanık olduğumuz toplu kıyımın dinamiklerine eğilen, kıyımı gerçekleştirenlerin iç dünyasına mercek tutan bir roman Civan.Civan'da dehşetten cinnete, cinnetten dehşete salıncak gibi salınan, çok da alışık olmadığımız bir dille tutulan mercek altında nasıl göründüğümüzü merak etmiyor musunuz yoksa?



12 yıl önce