|

Lahit: Gövdesini yutan Ejderha konuşuyor

“Harflerin ontolojisi, harf - anlam ilişkisi gibi konularda kitaplar kaleme alan Hüseyin Rahmi Göktaş, Lahit adlı çalışmasında bu kez zihnin yapısını yine zihnin diliyle açığa çıkarıyor. 'Ben'likle barışan zihnin yaşayabileceği yaşanabilir bir dünya için 'Zihnin Evreni'ne okuyucuyu hazırlıyor

Adnan Karakaş
00:00 - 10/02/2010 Çarşamba
Güncelleme: 23:15 - 9/02/2010 Salı
Yeni Şafak
Lahit: Gövdesini yutan Ejderha konuşuyor
Lahit: Gövdesini yutan Ejderha konuşuyor

Doğa; köşeli, eğimli ve kavisli. Sürülü arazi, tepelere çıkan ovalar, dağlara varan tepeler ve uçurumdan aşağı keskin bir düşüş. Dağdan ovaya doğru… Kafa kristal. Düz bir doğru. Kafa, yani zihin. Her ama her şeyi, önce düzleştirerek kendisine mal eden, kendisine mal ederken canlılığı öldüren sonra dönüp kurbanını canlı olduğuna inandırmaya çalışan ve aşağılayan zihin. Önermeleri önermelerle çarpıştırarak çıkarımlarda bulunan, çıkan sonuç tatmin edici olmayınca başka bir önermeyi yardıma çağıran… İşlem gören her önerme eşikteki umut. Yanılsama. Her defasında aynı düzlük; ovanın, tepenin, dağ ve uçurumun buluştuğu düz-lem. Doğa ile kafanın uyuşmayan yapısı. O uyuşmazlığın kurbanı hem insan, hem doğa. İnsan hem katil, hem kurban… Tanrıya ulaşınca düşüş hali sona erecek. Kaşığın sudaki kırık aksi. Suyla dolu kabı del ve paradoksu çöz! Ya da kafana sık! Çünkü ıslaklık, bütün tasarımların can düşmanıdır. Değilse ayda su arayışları niye?

***

Kafaya sızan bir damlayla itirafa başladı zihin. Gövdeye, uzlaştığı gövdeyle barış halinde olan benliğe konuştu. Kristal yanını, her şeyi estetize eden yapısını açıkladı. Kristal bir berraklıktan hareketle canlıyı nasıl hor gördüğünü anlattı. Temiz, pürüzsüz, arı boşluktan, o sonsuz-sınırsız gökyüzüne denk genişleyen boşluktan yüzyıllar içinde geçip giden insanlık. Bütün yanılsamaların merkezinden. Kaşığı hep kırık görerek geçip gitti-gidiyor.

***

Soru sormayı bıraktığı anda, müziğin ritmiyle uyumlu olarak gövdeyi boşluğa, huzur veren 'uzay'ın avuçlarına bırakarak bir an için benliğe sanki çıkışı gösterir. Ancak her şey, tanrı olarak verebileceği her şey o boşluktan ibarettir. O boşluk gövdeye dayatılmış bir tanrılık iddiasından başka nedir ki? Kimin dayatması? Tabi ki zihnin. Ama yine de huzursuz. Bir yandan tanrı olduğunu dayatırken diğer yandan bunu kanıtlamaya uğraşır ve her defasında aynı duvara toslar. Bulduğu cevaplar tatmin edici değildir. Başkası için değil, bizzat kendisi için. Sıkılır, bunalır bu yüzden; yürüyüşe çıkarır gövdeyi; yağmurlu havalarda, gri bulutların altında acılarla hayaller arasında sarkıtır durur. Bilimle sanat arasında. 'Ben'im kristal yanımın-'Sen'in tatmin yolu tektir: Ululuğunu, kutsallığını kanıtlamak. Ama 2X2=4 değildir. Çünkü Tanrı var. Sayılarla işleyen o pürüzsüz zemin sayılara gelmeyen bir bedenin içindedir. Umarsızdır ve umursamadığı canlıyı aşağılar. Gözlerin görmesi, kulakların işitmesi mümkün değildir mesela. Nihayetinde et parçasının görmesi, duyması imkân dâhilinde olmaz 'Sen'de. Görmeyi, işitmeyi sağlayan ışık gibi bir şey olmalı. Ulu ve kutsal bir şey. Elektrik gibi ele avuca gelmeyen. Ve de kanıtlanabilen bir şey. Ruh ise bedendeki aydınlıktır. Karanlıktaki. Gövde kendisi olmadan aşağılık bir varlıktır ne de olsa. Ama varlıktır işte ve kendisi var değildir. Aşağılamaları, horlamaları var olduğuna ikna olmak içindir.

Zihnin var olduğuna ikna olma çabası varoluş felsefesi olarak boy atar. Sokrat-Eflatun-Aristo-Decart-Hegel ve Kant adeta mevzide beyaz bayrak sallamaktadır. İnsan noksandır, noksan olan insan bu mükemmel dünyanın yaratılmış olduğunu gösterir. O halde düşünüyorum, varım. Aklını kullanma cesaretini göster, doğayı kontrol et ve dünyayı yeniden düzenle; böylece var olduğuna -belki- inanır! Kierkegaard, Sarter, Camu; zihin boşlukta dalgalanan beyaz bayrağı reddediyor. Doğu mistisizmi mi? Mistisizm, o sonsuz boşluğa varmak için gövdeye şah damarını kestirmeye denk düşer. Tasarıları fark eden Nietzsche, kurtuluşu dokunma yetisinde bulmuştu, biliyordu boşlukta akseden görüntüyü ve raks eden gürültüyü. Doğrunun kendisi de uçları da tasarımdı çünkü. Nihayetinde canlılığı yok ederek insanın ölme şansını ortadan kaldırıp canlılığı uzayda arayan hep aynı yerdi.

***

Görüntülerin yansıdığı, seslerin yankılandığı ve dondurulduğu o boşluk-uzay-zihin bütün bunları neden anlatma-itiraf etme ihtiyacı duyuyor? Varlığı dikkate alınıp, kendisine şahsiyet vasfı verildiğinde bedenle barışıyor, gövdenin aleyhine işler yapmaktan vazgeçiyor; var olacaksa ancak bedenle birlikte varolabileceğini aksi durumun mümkün olmadığını artık görüyor. Tabi ki, durup dururken olmuyor bütün bunlar. Zihinle dürüstçe yüzleşerek, bilinç düzleminde onu an be an takip etme zahmetine katlanarak, 'sen' diye hitap etme makamını ona vererek dolaysıyla gerek duyduğu 'teminatı' ona gösterdikten sonra. Kalple kafa paralelliği sağlandıktan sonra. Kalp; bildiğimiz et parçası. Ancak kafa, kemiklerle örülü kafa değil. Algılanan her şeyi öğüterek düzleştiren değirmen. Söz konusu olan değirmen, artık dikkatlerinizi buğdaya yöneltmekten vazgeçin; zira buğdayı öğütüyor sandığınız değirmenin iri taşında bedeniniz lime lime oluyor. İnanmadıysanız durup dururken akan gözyaşlarınıza yönelin! Durduramadığınız, kontrolünüzden çıktığı için “Gözüme bir şey kaçtı da” deyip kaçtığınız o gözyaşlarına.

Bu yazılanların anlaşılabilir bir düzleme taşınabilmesi için “Psikolojik benlik”, “Tanrı olarak zihnin kendisi”, “Varlık olarak zihnin kendisi”, “Evrensel tanrı”, “Benlik olarak zihnin kendisi”, “Nesne”, “Canlı” ve “Tanım” gibi kavramların bilinmesi gerekir.

***

“Bensenoğ-Türkçenin Ruhu”nda harflerin ontolojisini, harf - anlam ilişkisini, “Runa Simi -İnsan Dili”nde zihnin işleyişini ve zihin -anlam arasındaki bağı anlatan Hüseyin Rahmi Göktaş, bu kez zihnin yapısını, yine zihnin diliyle açığa çıkarıyor, itiraflarını okuyucuyla paylaşıyor: “Bir itiraftır bu, tüm insanlığı ele geçiren cansız zihnin canlıyla barışması sırasında açığa çıkan bir itirafır… ” Gövdeyle, dolayısıyla 'Ben'likle barışan zihnin yaşayabileceği, yaşanılabilir bir dünya için “Zihin Evreni”ne okuyucuyu hazırlıyor.

Geldiği noktayı; “Kendine ve olan hiçbir şeye herhangi bir son tasarlamadı. Nesneyi kendi çıplaklığıyla bıraktı. Sadece yaşadı. Öylece” ifadeleriyle dile getiren H. Rahmi Göktaş'ın yeni kitabı Lahit İz Yayıncılık'tan çıktı.



14 yıl önce