|

“Mesafesi kadar inleyen rüzgâr”lar...

Abdülkadir Budak'ın şiirini, söylenişi, içtenliği bakımından, yer yer şık Veysel'in şehirde yaşamış, mektep görmüş bir duygudaşının şiiri gibi görürüm. Atının ayakları asfalt kokan bir Veysel gibidir Budak

Turan Karataş
00:00 - 11/05/2011 Çarşamba
Güncelleme: 22:48 - 10/05/2011 Salı
Yeni Şafak
“Mesafesi kadar inleyen rüzgâr”lar&#82
“Mesafesi kadar inleyen rüzgâr”larR

Abdülkadir Budak'ın şiirini, söylenişi, içtenliği bakımından, yer yer şık Veysel'in şehirde yaşamış, mektep görmüş bir duygudaşının şiiri gibi görürüm. Atının ayakları asfalt kokan bir Veysel gibidir Budak. (Kendisi de diyor ya, “Gözlerim Aşık Veysel, bileklerim Yesenin!” ya da “Gömleğim yerli kumaştan/ Bize ait bir sesin ardından gittim”.) Saf, arı duru, yapmacıksız, içine doğanı çabucak söyleyen bir şairin içine konanı hemen fısıldayan şiiri bu. Şairindeki bu heyecanı ve telaşı bizzat görmüştüm. Dört yıl önce Artvin'de Derinyar barajının gövde inşaatını gezdirirlerken biz şair ve yazarlara, Çoruh nehrinin altından geçmiştik; öyle bir yol yapılmıştı, nehrin altından geçen. Kafilede bulunan A. Budak, bu başarılması güç yapı karşısında şaşırdı ve “işte bu şiir” dedi; biraz sonra şöyle bir dörtlük okudu, yanlış hatırlamıyorsam: Bir nehrin altından geçtim/ Desem, kimse inanmazdı/ Nehir inandı bana/ O mağrur akışıyla.

Budak'ın son şiir kitabı Mesafe'yi (İstanbul: Yapı Kredi Y.) okuyunca, sevgili Ömer Erdem'in bir kitabına ad olarak koyduğu “Mesafesi kadar inleyen rüzgâr” istiaresi, hadi imgesi diyelim, aklıma düştü. Evet, Budak, gücünün yettiğince yani bir bakıma kabiliyetince inliyor, söylüyor. Ne var, söylediklerinde bir sahicilik var, bir gerçek duygusu. Bunu küçümsemeyiniz. Onun yazdıklarından gide gide yaşadığı devrin kimi özelliklerine, ama daha çok da kendi yaşama şartlarına bir yol bulursunuz. Şairinden ve zamanından kopuk şiirler değil bunlar. Bu bağlamda, “Kuyunun derinliği, dağın zirvesi/ hangisine inilir, çıkılır hangisine/ Bir erkek çocuğu için/ Baba açık deniz, liman annedir” dizelerini içinden aldığım “Oğul” ne kadar iyi bir şiirse, “Aile Reisi” de o kadar kötü.

Başka tarafından söylersek, somut bir şiir yazıyor A. Budak. Hep kendi istediği gibi anlaşılmayı önceleyen, kolayca anlaşılan şiirler; çabucak ılıyan ve soğuyan sular gibi. Bu, “çocuklarının saçlarından çok sözcükleri okşayan” şairin zayıf tarafı. Bir de, şair, şiirlerine hava alacak boşluk bırakmıyor, her şeyi söylüyor. Okura da azıcık hayal etme, yorumlama payı bırakabilse. Örnekse, “Kilit Soru” isimli şiirinin sonunda şunları söylüyor: “Yaşadım kendime göre/ Aydınlık bahçelerden/ Karanlık güllerden geçtim/ Ürpertinin yaşı yok/ Aşka sormak isterim:/ -Benden bir kez geçtin mi?” (s. 30) Buradaki son dizeye dikkatle bakın, fazla değil mi? Şiirin hava boşluğunu kapatıyor sanki. Hele, bu dizelerin az yukarısında “işte bu önemliydi” şeklinde bir satır var ki, iyice gereksiz. Budak, şiirini bu fazlalıklardan temizlemeliydi, her şeyi söylemekten vaz geçmeliydi. Aynı şekilde, “Fıtık Ameliyatı Deyip Geçmeyeceksin” bir şiir adı değil de, bir gazetenin sağlık sayfası ya da 3. sayfa haberinin başlığı gibi. Aslında başarılı bir şiir, başlığı yüzünden gölgeleniyor.

“Topu topu bir fenerdi Tanrıdan istediğim” diyor A. Budak. Bana kalırsa şairin dileği olmuş, lâkin çok yerde önüne ve içine tutmayı unutuyor feneri. Tuttuğunda “Ey kendini biricik/ Sayan geyik yavrusu/ Avcının dilini edin/ Tüfeğin sesini edin/ Yaralı bir gövdeyi/ Gör…”; “İçimde bir ırmak var ki/ Akmıyor da kanıyor”; “Buğdayın teni! Buğdayın teni!/ Açlığımı gösterdi! Açlığımı gösterdi!” gibi mısralarla aydınlanıyor şiiri. Aksi halde, “Yanlış anlaşılmasın, çaptan düşmüş değilim” şeklinde bir söz çukuruna yuvarlanıyor.

İhtiyarın Vefatı

Polat Onat'ın eseri, önce dosya olarak önüme gelmişti. Okuyunca heyecanlandım, son yılların genel geçer şiir anlayışından farklı bir dikkate, duyarlığa sahip bir şairle karşılaştığımı hissettim, hadi söyleyeyim, en yüksek puanı da ona verdim. Sonra aynı dosya, yanlış saymadıysam 10 yeni şiir eklenerek ve bazı şiirler değiştirilmiş olarak kitap halinde karşıma geldi (İstanbul: Digraf Yayıncılık). Bu kitaptaki aynı şiirleri okurken daha önceki heyecanı duyamadım. Şimdi iyice anlıyorum ki, anlatıma yaslanan, her seviyeden okurun anlayışına, algısına açık somut şiirin böyle “tehlikeli” bir tarafı var. Bir okumalık olmamalı elbette şiir. Peyami Safa'nın sözünü hatırlayalım; yüz defa bin defa okumadığım şiire, şiir demem, buyurmuştu. Haksız değil. Hadi sayıları düşürelim, ama her seferinde meyve yüklü bir dala uzanır gibi, birden çok kendine çekmeli şiir bizi. İyi şiirin niteliklerinden biridir bu.

Epey zaman oldu ki şiir kitaplarına ön söz yazılmıyor. Şiiri önceleyen söz olmaz diye mi? Hâlbuki yüzyıl öncesinin “mukaddime”leri meşhurdur; bazılarını hâlâ okuruz. Polat Onat kitabına koyduğu noktalamasız “önsöz”de (TDK'nın son kararına göre, ayrı yazacağız ön'ü ve söz'ü) şöyle diyor: “şunu söyleyeyim günümüz şiirinde sıkça kullanılan güvenli yolda yani belirli bir dize etrafında imgeselliğe yaslanan kolaycılığa sapmaktansa risk almayı tercih ederek alabildiğince basitlik ve yalınlıktan absürtlüğe dahası zırvalamaya dek açılan yelpaze etrafında sıradanlıklardaki müthiş çarpıcılığı lirik tonda hissettirme belki az da olsa duyumsatma çabasının mütevazi bir tezahürüdür bu çalışma”

Şiir kitaplarında ön söz neyse de (çünkü bazen şairin şiir anlayışına, sanat tutumuna, başında yer aldığı ürünlere dair önemli belirlemeler buluruz, yukarıda olduğu gibi), onun da önünde yer verilen başkalarına ait sözleri doğru bulmam. Bir şair, kendine/ şiirine güvenen bir şair, bunlara niye yer verir hemen ilk sayfalarda; daha şiirleri okunmadan. Okura bir ikaz sayılmaz mı bu? “Bak, şiirim için böyle böyle dediler, sen de bunları göz ardı etmeden oku!” kabilinden bir ön koşullandırma, kabullendirme değil midir? Bunlar zayıflığın işaretidir görüşümce; şiirine güvenemeyen şairin huzursuzluğu… Kaldı ki bu kabil, küçük küçük olumlu belirlemelerin bir şiir kitabının sonunda/ arka kapağında yer almasını da doğru bulmam.

Önümüzdeki kitapta bulunan şiirlerin hemen çoğu, yaşlanmak ve ölüm üzerine yazılmış. Belli bir yaşa gelmiş, meselâ altmışını geçmiş bir insanın gözüyle, duygusuyla bakılıyor yaşamaya, eşyaya, tabiata, olaylara… Her biri yaşanmışlık duygusu veren bu anları, durumları şair tecrübe etmiş değil, ama bunların yaşandığının bilgisine sahip yahut farkında. Yaşadığımız hayatın özellikle karalı ve kaba yüzleri, karmaşası, acısı, kaygıları, dertleri, hâsılı birçok safahatı bu şiirlerle anlatılıyor. Bir an, birkaç şiirde, kif'in manzum hikâyelerinin serbest biçimini okur gibi oldum.

Şiirlerin kendi içinde akıllıca bir bütünlük var

Onat'ın şiirlerinin çoğu, gördüklerinin, yaşadıklarının, Cahit Zarifoğlu'nun ifadesini ödünç alarak söylersem okuduklarının kazandırdığı nesnel bir kolaylıkla yazılmış. Şiirlerin kendi içinde “akıllıca bir bütünlük” var. Ben bu bütünlüğü seviyorum, daha doğrusu önemsiyorum. Bugünün parçalı, dağınık, savruk, irtibatsız söz istifleri gibi duran birçok şiir metninden ayrılan yanı bu. Bir özünün olması. Şunu unutmadan söylemeli, şair iletisini çok açık kılıyor; hatırlatmalar, dersler, uyarılar, öğütler şekline getiriyor. “Resim” şiiri, bu dikkatle okunabilir. Fakat bir konu, tema etrafında yoğunlaşan bu bütünlük, yer yer küçük zekâ oyunlarına kurban gidiyor. “Akvaryum”, “Yağmur”, “Suskun”, “Sandık”, “Ömür” gibi görselliğin gücüne ya da albenisine sığınan denemelerden uzak durmak gerektiği kanaatindeyim. Bu kalıp farklılığı, ilk bakışta hoşuna gidiyor okurun, ne var ikinci, üçüncü kez okuyuşta/ bakışta etkisini kaybediyor.

Polat Onat'ın şiir tutumunda Abdükadir Budak'la benzeşen taraflar var. Onat da betimleyici, anlatımcı somut bir şiir yazıyor, o da her şeyi söyleme gereği duyuyor. Sözgelimi, “Görünmez ellerinle kuşku içinde/ paslanmış bir anahtar uzatıyorsun bana/ artık hiçbir kapıyı açmayacak bir anahtar.” (s. 18) Buradaki son dizeyi söylemese, anahtarın hangi kapıyı açıp açmayacağını biz okurlar düşünsek, daha güzel olmaz mı?

Şair de farkında, tehlikeli sınırlarda oluşturuyor şiirini, bu yüzden düzyazının ikiz kardeşi olan yerler az değil yazdıklarında: “o zayıf genç tedirgin şekilde/ karşıma ormanın derinliklerinden çıktı/ kesiyordum kurumuş ağaç dallarını/ ekliyordum öbekleyerek eşeğimin sırtına.” satırlarıyla (dize demiyorum) başlıyor “Oduncu”; ancak biterken şiirin soluğunu duyuyoruz: “evlat bunlar dal, dedim/ bildiğimiz kuru dal/ senin yüreğin kadar kuru/ ve cayır cayır yanması için/ ne alev gerek ne de ateş.” (s. 45)

“Leş gibi kokan, ne alâkası var şimdi, inan buna, kafam şişti be yeter, hakkını haram et” gibi günlük dilin çok kullanılan sözlerine, kalıp ifadelerine yüz vermemeli şiirde. Hep kusur mu aradık ne. Hayır. Fakat şunu da ekleyeyim, içinde “yilanlara çeres olacik kızanımın saçları” gibi şahane, bir o kadar da dramatik bir dizenin bulunduğu “Derdo” örneği, yöresel ağızla şiir yazmanın bir değerini göremiyorum. İhtiyarın Vefatı'ndan “Mezar”, “Yalnız”, “Mektup”, “Şair”, “Alevler”, “Öğretmen” benim beğendiğim şiirler. Umarım, şairin o iddialı ve büyük dileği gerçekleşir, torunlarımız ezbere bilir şiirlerini.

Bazen, dönüp bakıyorum da yazdıklarıma, herkesten 'iyi şiir' yazmasını bekliyorum, dahası istiyorum. Mümkün mü bu? Hayır. Herkes mesafesi kadar inleyecektir.

13 yıl önce