Nazan Bekiroğlu daha “Yol Hali”nin verdiği yorgunluk geçmeden gönlünün kapılarını bizlere açtı. Yeni kitabıyla okurunu İran, Suriye, Mısır güzergâhındaki seyahatinde kendine yol arkadaşı eden yazar “İncire, zeytine, Sina Dağı'na ve o emin beldeye and olsun ki acısı uyurken yüzünden okunanlarla birlikte çıktım bu yolculuğa. Evimin bacasının alev aldığı, çeşmelerininse Kerbela kestiği bir düşten sonra düştüm bu yola.” diyor.
Tek başıma, gönlümce seyahat etmeye başladıktan sonra Antik kentlerin üzerinden geçmeye başladım. Bu, başlı başına bir tecrübe. Yıkık tapınaklara, dağılmış sütunlara bakınca kütüphaneler dolusu kitabın öğretemediğini görüyorsunuz. İbret yanı çok derin. Fakat kısa bir süre sonra mekânda gerçekleştirilen seyahatlerle yetinemediğimi de fark ettim. Bana zamanda da seyahat lâzımdı. Sözünü ettiğim yepyeni kimlik geriye kalan birkaç parça taş'tan hareketle hayalin dizginlerini koyuvermekle çıkılan bir seyahat. Ayakların suya erdiği, kıymetler sıralamasının yeniden kurulduğu, evrene bambaşka bir nazarla bakıldığı bir yer...
İlk anda otobiyografik nişaneler taşıyan öznel bir “yol hali” öznelliğinden çıkıp genelleşebiliyorsa ciddi endişelere mahal yoktur. Yani hasıl-ı gaye “Al eline kalemi/Yaz başına geleni”den fazlasıysa, kendi tecrübelerimize diğer insanlara dair bir tehlikeyi de sığdırabiliyorsak, o zaman bir yolculuğun hakiki güzergâhı yola dair bir metafor etrafında zenginleşir.
Hayır sanmıyorum. Yazmaya bilinçli bir seçimle başlamayan, yazar olmak gibi düşleri olmayan, yazmak için yaratıldığını filân düşünmeyen, kendisini nasılsa yazmanın içinde bulup buna kendisi de hayret eden birisi için baba mesleğinin bir etkisi olamaz. Ancak uyanık bir dikkati, entelektüel bir iklim ihtiyacını, gündelik ihtiyaçların dışında zihinsel alanların da varlığını, çarşı-pazar mantığının dışında bir mantık ve duygu dolayımını anne babamdan tevarüs ettiğim, en azından öyle bir iklimde yetiştiğim muhakkak. Bunun bir etkisi vardır her halde.
Yo, hayır. Siz diye hitap etmezlerdi. Derin bir muhabbetin kaldırabileceği kadar sen'di onlar birbirleri için. Hem ben de babama siz diye hitap etmedim. Annem isterdi gerçi, mesafenin, saygının garantisi olduğunu düşünürdü çünkü. Resmiyete sıcak bakardı bu bakımdan. Ancak babama siz dememiz hususunda bize pek söz geçiremedi. En azından anne-babamıza sen dedik biz de. Fakat o yazıyı yazarken garip bir şey oldu. Nedenini ilk anda çözemedim ama ilk cümleler ağzımdan “siz” hitabıyla döküldü. Sonra bunun otuz yıllık bir ayrılığın ve çocuk hafızasının yeteri kadar kuvvetli olmayışının aramıza soktuğu bir ürkeklik mesafesi olduğunu fark ettim acıyla. Acıyla çünkü ben o yazıyı yazdığımda babamın öldüğü yaştan yedi fazlaydım. Neticede annemin isteği de bunca yıl sonra geldi yerine. Ama yazı “sen” diye bitti her şeyi özetleyen son cümlesinde.
O çok etkileyici bir hikâyedir. Çanakkale'ye ilk gidişimde son gün beni çok etkileyen bir şeyle karşılaştım. Bir müzede, siyah beyaz bir fotoğraf vardı 1915 tarihli. Bir bölük asker. Biraz dikkatle bakınca ön sırada, subayların arasında iki yavru köpekle bir de ceylânı fark ettim. Fotoğraf o dönemde nadirattan sayılıyor, lüks bir şey. Öyle bir zamanda insan fotoğraf çektirirken yanına ne alır? En kıymetlilerini, en sevgililerini değil mi? Bir bölük asker de fotoğraf çektirirken demek ki o bölüğün çevresinde beslenen, barınan yavru köpekleri ve bir ceylânı da fotoğraflarına dâhil etmişler. Benim o fotoğraf karesinde fark ettiğim şeye gelince: Evreni bir bütün olarak kavrayan, yaratılmışı Yaratan'dan ötürü seven, merhameti, şefkati bilen bir duyuşun ifadesi. Böyle bir duyuş tarzı, bunalımdan uzaktır. Ve işgalci olmayan, kutsalını korumaya ant içerek girilmiş bir savaş da, örneğin II. Cihan Harbi'nin dünyaya armağan ettiği, kıymetleri ve maneviyatı yitik bunalımlı nesillerden fersah fersah uzak nesillerle kazanılır. “Çanakkale ruhu” dediğimiz şeyin eskimemesi de bu yüzdendir. İçi boş değil çünkü.
Cemil Meriç tarzı bir tarafsızlık, taraflara dair bütün bilançoyu çıkarmak ve ancak ondan sonra kendinde tarafların üstüne çıkma hakkını bulmakla mümkün olabilecek bir şeydir. Ancak ondan sonra tarafsız kalmanın gerçek bir değeri olabilir. Bilmemenin değil, aşmanın tarafsızlığıdır bu. Tarafsızlık hakkına, tarafların üzerine çıkabilecek mesafeyi kat edenler sahiptir. Kolay varılır bir yer değil bu. Ve Türkiye'de bu bilincin yeterince değerlendirildiğini zannetmiyorum.
Bir Holywood starının daha ziyade görsellik üzerinden kotarılan parıltılı imajıyla yazan birinin imajı farklıdır. Fakat okuyucunun yazara dair beslediği merak da (böyle bir merak varsa tabii) onu kurgulamasına sebebiyet verir kaçınılmaz biçimde. Benim fazla ortada görülmeyişim bir imaj üretiminin dolayısıyla tüketiminin de önünü tıkıyor bir biçimde sanırım. Ancak bu az görünürlüğün de kışkırttığı bir imajın varlığının farkındayım. Doğrusu bundan ürktüğümü de saklayamam.
İyilik-kötülük meselesini anlamaya çalışıyorum nicedir. İnsan karma bir varlık. Tek yanlı değil. Bir yanı iyiliğe, bir yanı kötülüğe açık. Bir yanımız Habil'se diğer yanımız Kabil. Âdem'in çocuklarıyız hepimiz. İnsanın kıymeti, kötülüğe gücü olduğu halde iyi kalabilmesinden geliyor. Kendisini kötülüğe kolaylıkla terk edebileceği gerekçelere sahip olan biri, şahsi acısında bütün bir evrenin acısını tecrübe edebilirse o zaman iyi kalmayı başarabilir. Bu da insan olmanın makbul makamıdır. Neticede ben de Dostoyevski gibi düşünüyorum. Günaha fazla şansı olmayan korunaklı Alyoşa'dansa demon'u ile boğuşup onu alt edebilenlerin insanî yanı büyülüyor beni. Pollyanna olmaktansa kötülükle yüzleşip onu aşmak gerek.
Aslolan aşk mıdır, güzellik midir sorunsalı üzerinde epey uykusuz gece geçirdim. Başlangıçta aslolanın aşk olduğunu sanırdım. Şimdilerde öyle düşünmüyorum. Saf, ana kaynak güzellikmiş gibi geliyor bana. Aşkı bizzarure “bir hikâye”ye dönüştürüp de güzellikle ölmeye razı geliyorsam benim için bu böyledir. Benim yol halim bunu dayatır.
Yolumun karanlıklar diyarına düştüğü doğrudur. Âbıhayat çeşmesine ise kavuşmadım henüz. 'Âbıhayat'a kavuşamadan karanlıklar diyarında telef olmak da var. Allahualem.