|

NUN'un Yol Hali

Yol Hali, evrene bambaşka bir nazarla baktıran bir seyahatin hikâyesi. Okuru, yıkık kentlerde yolculuğa çıkaran Nazan Bekiroğlu, bugünün modern insanına dünün saklı hazinelerini açıyor

Hatice Sezgin
00:00 - 5/11/2010 Cuma
Güncelleme: 01:26 - 3/11/2010 Çarşamba
Yeni Şafak
NUN'un Yol Hali
NUN'un Yol Hali

Nazan Bekiroğlu daha “Yol Hali”nin verdiği yorgunluk geçmeden gönlünün kapılarını bizlere açtı. Yeni kitabıyla okurunu İran, Suriye, Mısır güzergâhındaki seyahatinde kendine yol arkadaşı eden yazar “İncire, zeytine, Sina Dağı'na ve o emin beldeye and olsun ki acısı uyurken yüzünden okunanlarla birlikte çıktım bu yolculuğa. Evimin bacasının alev aldığı, çeşmelerininse Kerbela kestiği bir düşten sonra düştüm bu yola.” diyor.

Yıkık kentler için yazılar yazmaya karar vererek kendinize yepyeni bir kimlik biçtiğinizi söylüyorsunuz. Bir eski zaman seyyahı gibi, karış karış dolaştığınız o topraklarda can bulan bu kimliği nasıl tanımlarsınız?

Tek başıma, gönlümce seyahat etmeye başladıktan sonra Antik kentlerin üzerinden geçmeye başladım. Bu, başlı başına bir tecrübe. Yıkık tapınaklara, dağılmış sütunlara bakınca kütüphaneler dolusu kitabın öğretemediğini görüyorsunuz. İbret yanı çok derin. Fakat kısa bir süre sonra mekânda gerçekleştirilen seyahatlerle yetinemediğimi de fark ettim. Bana zamanda da seyahat lâzımdı. Sözünü ettiğim yepyeni kimlik geriye kalan birkaç parça taş'tan hareketle hayalin dizginlerini koyuvermekle çıkılan bir seyahat. Ayakların suya erdiği, kıymetler sıralamasının yeniden kurulduğu, evrene bambaşka bir nazarla bakıldığı bir yer...

Yol Hali Nazan Bekiroğlu'nun hayatına açılan bir kapı niteliğinde. Hızla çevirdiğimiz sayfalarda aileniz, öğrencileriniz, anılarınız çıkıyor karşımıza. Yer yer otobiyografik bir özellik kazanan bu eseri kaleme alırken ne tür endişeler taşıdınız?

İlk anda otobiyografik nişaneler taşıyan öznel bir “yol hali” öznelliğinden çıkıp genelleşebiliyorsa ciddi endişelere mahal yoktur. Yani hasıl-ı gaye “Al eline kalemi/Yaz başına geleni”den fazlasıysa, kendi tecrübelerimize diğer insanlara dair bir tehlikeyi de sığdırabiliyorsak, o zaman bir yolculuğun hakiki güzergâhı yola dair bir metafor etrafında zenginleşir.

Babanız yerel bir gazetede sermuharrirdi, yazma uğraşı sizin için babanızın izinden gitmek ya da onun hayallerini gerçekleştirmek anlamına gelmiyor mu?

Hayır sanmıyorum. Yazmaya bilinçli bir seçimle başlamayan, yazar olmak gibi düşleri olmayan, yazmak için yaratıldığını filân düşünmeyen, kendisini nasılsa yazmanın içinde bulup buna kendisi de hayret eden birisi için baba mesleğinin bir etkisi olamaz. Ancak uyanık bir dikkati, entelektüel bir iklim ihtiyacını, gündelik ihtiyaçların dışında zihinsel alanların da varlığını, çarşı-pazar mantığının dışında bir mantık ve duygu dolayımını anne babamdan tevarüs ettiğim, en azından öyle bir iklimde yetiştiğim muhakkak. Bunun bir etkisi vardır her halde.

Babanızı küçük yaşta kaybettiniz. Kitapta ona “siz” diye hitap ediyorsunuz. Bunun sebebi olarak da annenizi işaret ediyorsunuz. Anneniz ve babanız, birbirlerine “siz” diye mi hitap ederdi?

Yo, hayır. Siz diye hitap etmezlerdi. Derin bir muhabbetin kaldırabileceği kadar sen'di onlar birbirleri için. Hem ben de babama siz diye hitap etmedim. Annem isterdi gerçi, mesafenin, saygının garantisi olduğunu düşünürdü çünkü. Resmiyete sıcak bakardı bu bakımdan. Ancak babama siz dememiz hususunda bize pek söz geçiremedi. En azından anne-babamıza sen dedik biz de. Fakat o yazıyı yazarken garip bir şey oldu. Nedenini ilk anda çözemedim ama ilk cümleler ağzımdan “siz” hitabıyla döküldü. Sonra bunun otuz yıllık bir ayrılığın ve çocuk hafızasının yeteri kadar kuvvetli olmayışının aramıza soktuğu bir ürkeklik mesafesi olduğunu fark ettim acıyla. Acıyla çünkü ben o yazıyı yazdığımda babamın öldüğü yaştan yedi fazlaydım. Neticede annemin isteği de bunca yıl sonra geldi yerine. Ama yazı “sen” diye bitti her şeyi özetleyen son cümlesinde.

“Biz bu yüzden savaşların dünyaya armağan ettiği 'bunalımlı' nesiller değiliz. Başkayız biz. Başkalığımız işte şu fotoğraf kâğıdının üzerinde.” diyorsunuz. O çerçevede ne vardı? Neyi fark ettiniz Çanakkale'de?

O çok etkileyici bir hikâyedir. Çanakkale'ye ilk gidişimde son gün beni çok etkileyen bir şeyle karşılaştım. Bir müzede, siyah beyaz bir fotoğraf vardı 1915 tarihli. Bir bölük asker. Biraz dikkatle bakınca ön sırada, subayların arasında iki yavru köpekle bir de ceylânı fark ettim. Fotoğraf o dönemde nadirattan sayılıyor, lüks bir şey. Öyle bir zamanda insan fotoğraf çektirirken yanına ne alır? En kıymetlilerini, en sevgililerini değil mi? Bir bölük asker de fotoğraf çektirirken demek ki o bölüğün çevresinde beslenen, barınan yavru köpekleri ve bir ceylânı da fotoğraflarına dâhil etmişler. Benim o fotoğraf karesinde fark ettiğim şeye gelince: Evreni bir bütün olarak kavrayan, yaratılmışı Yaratan'dan ötürü seven, merhameti, şefkati bilen bir duyuşun ifadesi. Böyle bir duyuş tarzı, bunalımdan uzaktır. Ve işgalci olmayan, kutsalını korumaya ant içerek girilmiş bir savaş da, örneğin II. Cihan Harbi'nin dünyaya armağan ettiği, kıymetleri ve maneviyatı yitik bunalımlı nesillerden fersah fersah uzak nesillerle kazanılır. “Çanakkale ruhu” dediğimiz şeyin eskimemesi de bu yüzdendir. İçi boş değil çünkü.

Sağa ve sola ağır eleştiriler getiren Cemil Meriç'in, gücünü tarafsızlığından aldığını söylüyorsunuz. Bugünün Türkiye'si “araftaki aydın”ın fikriyatından ne kadar faydalanabildi?

Cemil Meriç tarzı bir tarafsızlık, taraflara dair bütün bilançoyu çıkarmak ve ancak ondan sonra kendinde tarafların üstüne çıkma hakkını bulmakla mümkün olabilecek bir şeydir. Ancak ondan sonra tarafsız kalmanın gerçek bir değeri olabilir. Bilmemenin değil, aşmanın tarafsızlığıdır bu. Tarafsızlık hakkına, tarafların üzerine çıkabilecek mesafeyi kat edenler sahiptir. Kolay varılır bir yer değil bu. Ve Türkiye'de bu bilincin yeterince değerlendirildiğini zannetmiyorum.

Kitapta, Ünlü Holywood yıldızı Greta Garbo'yu bir starın kendisinden üretilen imajın ne denli tutsağı olabileceğini göstermesi bakımından trajik bir örnek olarak sunuyorsunuz. Peki, sizin imajınızın rehin aldığı gerçekler var mı?

Bir Holywood starının daha ziyade görsellik üzerinden kotarılan parıltılı imajıyla yazan birinin imajı farklıdır. Fakat okuyucunun yazara dair beslediği merak da (böyle bir merak varsa tabii) onu kurgulamasına sebebiyet verir kaçınılmaz biçimde. Benim fazla ortada görülmeyişim bir imaj üretiminin dolayısıyla tüketiminin de önünü tıkıyor bir biçimde sanırım. Ancak bu az görünürlüğün de kışkırttığı bir imajın varlığının farkındayım. Doğrusu bundan ürktüğümü de saklayamam.

Kitaptaki bir değerlendirmenizde; Dostoyevski romanlarında “Kötülüğün 'haklı' gerekçeleriyle sınanmayan iyiliğin makbul meta muamelesi görmediği”ni vurguluyorsunuz. Bu, iyilik-kötülük ikilemi üzerine dikkat çekici bir yaklaşım tarzı. Siz nasıl bakıyorsunuz bu meseleye?

İyilik-kötülük meselesini anlamaya çalışıyorum nicedir. İnsan karma bir varlık. Tek yanlı değil. Bir yanı iyiliğe, bir yanı kötülüğe açık. Bir yanımız Habil'se diğer yanımız Kabil. Âdem'in çocuklarıyız hepimiz. İnsanın kıymeti, kötülüğe gücü olduğu halde iyi kalabilmesinden geliyor. Kendisini kötülüğe kolaylıkla terk edebileceği gerekçelere sahip olan biri, şahsi acısında bütün bir evrenin acısını tecrübe edebilirse o zaman iyi kalmayı başarabilir. Bu da insan olmanın makbul makamıdır. Neticede ben de Dostoyevski gibi düşünüyorum. Günaha fazla şansı olmayan korunaklı Alyoşa'dansa demon'u ile boğuşup onu alt edebilenlerin insanî yanı büyülüyor beni. Pollyanna olmaktansa kötülükle yüzleşip onu aşmak gerek.

Aşkı güzellik karşısında kayıtsız kalamama hali olarak tarif ediyorsunuz. Peki ya güzelliği?

Aslolan aşk mıdır, güzellik midir sorunsalı üzerinde epey uykusuz gece geçirdim. Başlangıçta aslolanın aşk olduğunu sanırdım. Şimdilerde öyle düşünmüyorum. Saf, ana kaynak güzellikmiş gibi geliyor bana. Aşkı bizzarure “bir hikâye”ye dönüştürüp de güzellikle ölmeye razı geliyorsam benim için bu böyledir. Benim yol halim bunu dayatır.

“Âbıhayat çeşmesi karanlıklar diyarındadır” diyor ünlü Romancı Safiye Erol. Bu tespit sizin yazı maceranız için de geçerli değil mi?

Yolumun karanlıklar diyarına düştüğü doğrudur. Âbıhayat çeşmesine ise kavuşmadım henüz. 'Âbıhayat'a kavuşamadan karanlıklar diyarında telef olmak da var. Allahualem.

13 yıl önce