|

Ömrün yazıdır çocukluk

Berat Alanyalı ikinci öykü kitabı Ömrün Yazı ile kurduğu öyküler evrenini kendine has adımları ile genişletmeye devam ediyor. Yazar “İçimde öyküye durmuş duygu, cümleden kılıflarına bürünene kadar, rahat yok bana. Ben hayata bakıyorum.”diyor ve ekliyor “Aslolan, bir öyküyle kurulmuş dünyada, okurun hayatla bir bağ kurması değil mi?”

Emine Elif Kotan
00:00 - 14/03/2012 Çarşamba
Güncelleme: 22:08 - 13/03/2012 Salı
Yeni Şafak
Ömrün yazıdır çocukluk
Ömrün yazıdır çocukluk

Berat Alanyalı Ömrün Yazı ismini verdiği yeni öykü kitabıyla okuyucuya birbirinden farklı hayatlara misafir olma ayrıcalığını yaşatıyor. Yalın, kısa ve isabetli anlatımıyla öyküseverleri zıt duygular arasında zarif bir şekilde taşıyan yazar, özellikle öykü ve şiirin, her okuyuşta özü zenginleştiren, ilk okunuşta gözden kaçmış bir katmanı daha aralayarak yapıta daha derinden yaklaştıran, farklı anlamlar damıtmaya uygun bir zemin olduğunu vurguluyor.

Yeni öykü kitabınızın ismiyle başlayalım; Ömrün yazı. Yazıyla yatıp yazıyla kalkan bir yazar mısınız, ömrünüz yazı mı?

Kitabın adına salt bu anlamıyla bakarsak, öteki anlamlarına haksızlık etmiş olmaz mıyız? Kitapta “Yaz, Ömür, Yazı” başlıklı üç bölüme serpiştirilmiş öykülerde, “Ömrün Yazı” adındaki çoklu anlamın izlerini sürmek mümkün.

Yaz, bir öyküde hayatın en güzel döneminin çocukluk olduğu savının metaforuyken, diğerinde kişiyi duygu ve düşünce anlamında dönüştüren bir yaşantının mevsimi oluyor. Çocukluktan çıktıktan sonra hayatın giderek zorlaştığı, ağırlaştığı bir gerçek. Hava serinledikçe kat kat giysilere bürünür gibi, yaşadıkça koruyucu zırhlarla donatıyoruz kendimizi. Çocukluğun hafifliğinden eser kalmıyor. Yaşlandıkça gelişen çocuklaşma hali ise yorucu bir maceranın sonunda insanı yeniden güneşli kumsala çıkarmak üzere yanaşan bir kurtarma sandalına benziyor.

Bazen çocuklukta, bazen yarılanmış ömrün bir yerinde küçük bir an, küçük bir söz, bir bakış, bir fark ediş öyle bir değişimi tetikliyor ki etkileri ömrün sonuna kadar taşınabiliyor. “Yaz” bölümünde “Ağustos” dışındaki iki öykünün ana karakterleri gibi. O etkiyi aldıkları yaz, onlar için “ömrün yazı” olarak anılabilecek değerde.

Ömrü yazı olansa, yazma eylemiyle ilintilendirdiğim öykülerin bulunduğu “Yazı” bölümündeki bir öykü karakteri. “Yazıdan ibaret bir hayatı” olan, bir ölü diller uzmanı. Eski metinlerle aşk kavramı arasında kafa yoran, aşkı ölmekte olan bir dile benzettiğinden kendince eyleme geçmiş biri. Cinsiyetini özellikle belirtmiyor. Çünkü ona göre aşk, ne kadına aittir, ne erkeğe. Aşk, hazzı ve sorumluluğuyla, insana aittir.

Kitap içeriğinde otobiyografik bir yansımanın izi sürülebilir mi? Kendisini yazıya vermemiş bir yazar olabilir mi? Elbette her yazar, yazmakla ilgilenmeyen bir insandan daha yakındır, yazıyla. Ama keşke hayatımda sırf edebi anlamda yazı olabilseydi...

Haz ve çile ile dolu bir süreç

Yazmak sizin için nasıl bir süreç? Öykülerinizin ve kalemin ucunda yaşayan öykü karakterlerinin okuyucuda uyandırma ihtimali olan hangi duygular size amacınıza ulaşmış olmanın tatminini veriyor?

Öykülerimi yazarken gözettiğim tek tatmin, yazma disiplini ile iyi bir okur olmaya çalışan kendim arasındaki. Kimseye bir mesaj vermek gibi bir derdim yok. Yazma sürecim, hazla ve çileyle dolu. İçimde öyküye durmuş duygu, cümleden kılıflarına bürünene kadar, rahat yok bana. Ben hayata bakıyorum. Hayatın, kendi prizmamda kırılan ışığına. O ışıkla aydınlanıyor öykülerimdeki dünyalar. Ve biliyorum ki, ne kadar insan varsa, o kadar prizma var. Söylenen şeyler, insanlık tarihi boyunca güneşin altında olan şeyler, elbette. Ben, yolumu söyleme biçimlerinde arıyorum.

Bir çok öykücü yazarken, kendini ifade ederken kurguladığı karakterleri, kendi iç dünyasının bir yansıması olarak kabul eder. Bu yüzdendir ki pozitif ya da negatif her karakter ve kurgu, anlatıcısının, bir başka deyişle yaratıcısının izlerini taşır ve bu izler aracılığıyla okuyucu, yazarın iç dünyası ile tanışma fırsatını yakalar. Hatta yazarın bazı karakterlerle öyle kuvvetli bir içsel bağı vardır ki, bütün öyküler o bir öykünün hatırına yazılmıştır. Ömrün Yazı'da size ayna tuttuğunu düşündüğünüz böyle bir karakter var mı, yoksa bütün yazdıklarınıza eşit mesafede misiniz?

“O olmak” duygusu, her yazarın içinden geçtiği, derin kazılmış tünellere benziyor. Her öykü kişisi, dolaşması için yazarına damarlarının içini açmasa da yazarın bu noktada ısrarcı ve çaba gösteren olduğu, kuşku götürmez. Öykü kişilerinin ne kadarı kurgudur, ne kadarı gerçek? Bir okura, okuma macerası içinde bunu bilmek, ne katar? Bence hiçbir artı getirmez. Aslolan, bir öyküyle kurulmuş dünyada, okurun hayatla bir bağ kurması değil mi? Ömrün Yazı bir tek öykü hatırına yazılmış bir kitap değil. O, üzerinde hayatın farklı yüzlerinin oynaştığı, çok fasatlı bir saydam taş gibi geliyor bana.

Ömrün Yazı için sade ve vurucu anlatımıyla, okuyucuyu yormayan, sürpriz sonlarıyla tatlı heyecanlar yaşatan öykülerin kitabı demek mümkün. Ağdalı bir dilin tuzağına düşmeden, söylemek istediklerinizi nokta atışıyla, eksiksiz ve fazlasız ifade edebildiğiniz bu yalın anlatımı neye borçlusunuz?

Teşekkürler. Öyküleri çoğu zaman kapalı ve zorlayıcı bulunan bir öykücü olarak, bu değerlendirmeden ancak mutlu olurum. Öyküde dil işçiliğini önemsiyorum. Öykü, tür olarak fazla yük altında silkinen özgür ruhlu bir ata benziyor. Onunla dörtnala koşmak için fazlalıklarınızdan arınmalısınız. Ben de gereğini yapmaya çalışıyorum.

Her öykü bir ağaç

Ömrün Yazı için, hep bir derdi olan, yalnızlıkla imtihan olmuş fakat naif karakterlerin kitabı diyebilir miyiz?

Bir kitabın öykülerini tek tip bir kap içine sığdırıp üzerini etiketlemek, doğru gelmiyor bana. Her öykü, hayatın coğrafyasında dalları ve budakları nisbetince yer tutan bir ağaç, bence. “Naif” sözcüğü ise kullanmaktan imtina ettiğim, artık ait olmadığı anlamlar için kullanılan ve neredeyse içi boşalmış bir kavram. Farklı sözlükler, bu sözcük için farklı karşılıklar sunuyorlar. Siz hangisini kastediyorsunuz?

Beyazla kara nerede ayrılıyor? Kitabınızda yaşanan hayatı terketmenin, kendi içinde göçler yaşamanın, her şeyi bırakabilmenin öykülerini okuyoruz. Aidiyet ve göç size neler ifade ediyor?

Her göç eyleminde, bir aidiyet duygusu veya “dayatması” vardır. İçsel ya da fiziksel etmenleri olmasının yanı sıra bunu kabullenmiş ya da kabullenmemiş olma hali, her göç hikayesini farklı yazdırır. “Koku ve Korku” öyküsündeki “her şeyi bırakabilme” durumu, köklerini sezgilerden alıyor. Belki haklılığı hiçbir zaman somut olarak kanıtlanamayacak, ama yapılmasaydı, o öykü kişisi için iyice kışa dönecekti hayat. “Lekenler Patenler” öyküsündeki göç ise daha karmaşık sosyal ve içsel süreçlerin bir sonucu. Aidiyet duygusu, kişinin seçimlerinden bağımsız, çok müdahale edilemeyecek kadar da derinde. Olmadığın biri olmaya çalışmak, hiçbir yerde tutunamamakla sonuçlanabilen tehlikeli bir oyun. Sonuçta, bu öykü kişisinin “terk” eylemi kemiğe dayanmış bir bıçağın verdiği acıdan, bir başka acıya doğru. Hayat, bacasından gri duman savurarak çalışan bir fabrika işte. Çoğu zaman beyazla karanın nerede ayrıldığı çok da seçilemiyor.

Kitabınızda anlambilime dokunarak “her bakan için o anın zamanı farklıdır, bir fotoğraf, herkese ayrı konuşur” diyorsunuz. Kitapların da her okuyuşta aynı okuyucuya farklı şeyler anlattıkları olur mu? (var ise) Size bu heyecanı yaşatan kitaplar hangileri?

Bir kitabı okumak, okunduğu döneme göre farklı etkiler yaratabilir, aynı okur üzerinde. Özellikle öykü ve şiir, her okuyuşta farklı anlamlar damıtmaya uygun bir zemin. Öze aykırı anlamlara varmaktan söz etmiyorum. Özü zenginleştiren, belki ilk okunuşta gözden kaçmış bir katmanı daha aralayarak yapıta daha derinden yaklaştıran okumalardan söz ediyorum. Bu, geliştirici ve yaşamaktan haz aldığım bir süreç. Kimi metinler, okurunu da genleştirerek büyüdükçe büyüyen bir mecra oluyor. Bir küçürek öykü, bir kısacık şiir bile her biri minik akarsular olan okurdan küçük kollarla beslenerek giderek gürleşen ırmaklar gibi, kocaman okyanuslara dökülüyor. İlk öykü kitabım Tin Kovuğu'nda birer küçürek öyküyle saygı duruşunda bulunduğum Edip Cansever ile Cemal Süreya, benim denizlerimin en mavi yerlerinde akıyor. Deniz dibindeki kum tanelerini bir bir seçebildiğim duru sularda Memduh Şevket Esendal'dan başlıyorum yüzmeye, Sait Faik Abasıyanık'ın adasında soluklanıp tüm 1950 kuşağı öykücülerine selam duruyorum, bir yüce dağın eteklerinde. Sonra sonsuz bir ova başlıyor, büyüklerimden yaşıtlarıma, küçüklerime kadar usta binicilerin, güzel atlar üzerinde kendi ülkelerini kurdukları o bereketli, kutlu ova... Bu edebiyat kalıtı karşısında miniciğim, çok şanslıyım, açım. Sonra, dünyadaki ovalara bakıyorum. En çok Latin Amerika coğrafyası çekiyor beni. Cortezar, Marquez, Borges, Saramago... Ya başka coğrafyalar? Sayamam bile. Bir ömür yürüsem? Kabul. Bu ova sonsuz. Bu yol, bitmeyecek...

12 yıl önce