|

Ondan imzasız

Mehmet Şeker
00:00 - 5/09/2007 Çarşamba
Güncelleme: 12:59 - 3/10/2007 Çarşamba
Yeni Şafak
Ondan imzasız
Ondan imzasız

Sıcaklar mevsim ortalamasının üzerinde seyrediyor çoktandır. Sular azaldı, göller kurudu. Küresel ısınmadan nasibimizi almaktayız. Şimdi 'tasarruf' en önemli slogan. Suyu idareli kullanırsak, kesinti yapılmayacak.

Çocuklar kirli bir arabanın camına "Beni yıka" yazmışlar. Sahibi aldırmamış belli ki. Yazının üzerine yeni tozlar birikmiş, harfleri kısmen kapatmış. Bu sefer yeni bir uyarı eklemiş çocuklar: "Yıka be artık!"

Otomobilin sahibi, o yazıların altına daha büyük harflerle cevap yazmış: "Su yok su!" Allah'dan ki klima icat edilmiş de binalarımızı serinletme imkânına kavuşmuşuz. Gazete kapısından içeri girdiğimde, bir anda başka bir iklime geçmiş gibi oluyorum.

***

Geçenlerde böyle bir serinlikle kucaklaşıp şükrettiğimde, masamın üzerinde bir kitapla karşılaştım. Bir Hüzün Yolcusu / Nusret Özcan / Hikâye. Ne kadar hoş, ne kadar şık, ne kadar zarif... Kitabın ismi, yazarı, kapağı ve masanın üzerine öylece bırakılıvermesi...

Heyecanlandım.

Usulca alıp öptüm kitabı.

***

Kapak, olabileceği kadar güzel. Pencere kenarında bir masa. Üzerinde saksı içinde bir çiçek ve açık bir defter daha doğrusu ajanda, şık bir kalem... Onların yanında paspartulu bir çerçeve içinde yazarın fotoğrafı. Ak saçlı, ak sakallı, keskin bakışlı bir Nusret Özcan.

Pencereden beyaz bulutlar görünüyor ve uçuşan kuşlar. Martı galiba. Kuşlardan biri, pencere kapalı olmasına rağmen içeriye girebilmiş, Açık kanatlarıyla masanın üstünde süzülüyor. Deftere ve Nusret Özcan'a bakıyor.

***

Tanıdık bir merak düştü içime.

"Acaba imzalamış mı?"

El alışkanlığıyla sayfaları çevirdim. Hay Allah! Bu nasıl bir meraktır? Kendi kendime mahcup oldum. İçimden bir çocuk güldü halime. Kitabı yayınevine teslim edişini hatırlıyorum.

Sonra vefat haberini aldığım ânı.

Cenaze törenini.

Ve daha neler neler.

Ama bu hatıralar silsilesi, mantıklı bir zincir oluşturmuyor olmalı ki, vefatından sonra çıkan kitapta imza arıyor gözlerim. İlk defa Nusret Özcan'ın bir kitabını 'imzasız' ediniyorum.

Ne garip!

***

Çoğu, yanıbaşımda yazılmış kitaplarının arasında bu kitap pek mahzun duracak. Rezidansların, sitelerin, gökdelenlerin, dev blokların yükseldiği ve pek revaçta olduğu dönemde "Bizim Mahalle"yi yazmıştı Nusret Özcan.

Sonra "Sokak Sesleri"ni. Çocukluk döneminin İstanbul'unu anlatmıştı bu eserlerinde.

Sayfa sayfa, yazıldıkça okurdum.

Kitap haline gelip basılışına beraber sevinirdik.

"Romeo, Romeo..." diye şarkıların yapıldığını, gençlerin o şarkılarla bağıra çağıra hoplayıp zıpladığını görmedi ama bir diğer kitabının adı "Leyla ve Mecnun" idi. Sonra "Mustafa Kutlu Kitabı" ile "Beşir Ayvazoğlu Kitabı"nı yazdı.

Ardından Sarıkamış'ı anlattığı "Kar Kelebekleri"ni. Ve onların yanında şimdi "Bir Hüzün Yolcusu". Dedim ya, pek mahzun duracak bu kitap.

***

Kimdir o yolcu?

Yazar mı, ben mi, hepimiz mi?

O artık toprağına kavuştu. Hissesini aldı, ekmeğini yedi, suyunu içti, rahmetine erdi. Bütün yolculukları bitti. Son yolculuğuna uğurladık.

Artık hüzün de bize, neş'e de.

***

İçinde beş hikâye yer alıyor.

Bir Hüzün Yolcusu, Taburcu, Bu Çocukları Anlamıyorum, Annemin Kıyameti ve Tuhaf Bir Akşamüstü. Bu kitapta beş hikâye var ama, rahmetli Nusret Özcan'ın hayatı bir hikâye aslında. Tatlı, sıcak, hüzünlü, buruk, acı, mayhoş, ılık, heyecanlı, güzel (evet illa ki güzel), kısa, uzun, küçük, büyük bir hikâye. Bu hikâyenin özeti ise kitaplarında. En çok da bu son eserinde. Geride bıraktığı üç önemli eseri daha var:

Ümit, Ahmet, Yusuf.


SUYUN DEĞERİNİ BİLİRDİ

Nusret Özcan'ın yazdıklarında 'yağmur'a mutlaka rastlarız. Özellikle hikâyelerinde. Kimi zaman yağmurla başlar hikâye. Yağar da yağar. Bazen de kar olur.

Yağışsız tamamlanmaz tablo.

Hayattan yağışı çıkarmak, İstanbul'dan camileri silmek gibidir.

Rahmettir o.

Efendimiz'in (s.a.v.) "Bir nehir kenarında abdest alırken bile suyu israf etmeyin" öğüdüne en güzel uyanlardan biriydi Nusret Özcan. Onu abdest alırken, namaz kılarken görenler hayran kalırdı.

Dinle imanla, abdestle namazla alakası olmayan biri bile onu görse, hayranlık uyanırdı içinde.

Suyu, hazineymiş gibi kullanırdı. Bir damla israf etmezdi.


Çocukluğunun sokağında

İşte önündeydim sokağımızın. Geçmişin, çocukluğumun, yani acıların... Hayatımın başladığı sokağın önündeydim. Dünyaya burada gelmiş olmanın dehşetini hissediyordum. Burada başlamıştı her şey; ilk soluk, ilk ağlayış, ne garip, ne anlatılmaz bir histi bu... Maceram burada başlamıştı. Yaratılış sırrı gereği her şey burada ve kim bilir niye, işte şu kısacık sokakta başlamıştı. Oysa hayalimde hiç de böyle kısa değildi. "Dön!" diyordu içimden bir ses, "Dön! Ve bir daha sakın gelme buraya. Hayalindeki gibi kalsın. Onu bu yeni çehresiyle tanıma. Bırak hafızana sindiği ölçüleri koruyarak kalsın, daha iyi. Sonra her aklına geldiğinde ona ait bir şeyler eksilecek. Ne bulacaksın ki burada: Bu kadarı yeter. Bak parke döşenmiş tozlarına bulandığınız toprağına. Evlerin bahçesi böyle briket duvarla ayrılmamıştı o zamanlar. Tahta perdelerden avlular görünür, insanlar bir beraberlik hissiyle yaşardı. Bu bölünmüşlük yoktu. Dön artık, bu kadar yeter!" (Bir Hüzün Yolcusu'ndan)

17 yıl önce