|

Osmanlı-cumhuriyet ilişkisi baba-oğul ilişkisine benzer

Okur Kitaplığı tarafından yayımlanan Yeşil Vadi, Ümit Aktaş'ın üçüncü romanı. Türkiye'de yaşanmış çalkantılı dönemlerin sosyolojik bir okuması olan roman, kahramanın iç dünyasından başladığı bir yolculukla şekilleniyor

Muhammet Safa
00:00 - 11/01/2012 Çarşamba
Güncelleme: 22:59 - 10/01/2012 Salı
Yeni Şafak
Osmanlı-cumhuriyet ilişkisi baba-oğul ilişkisine b
Osmanlı-cumhuriyet ilişkisi baba-oğul ilişkisine b

Yeşil Vadi'yle Türkiye'nin geçirdiği değişimi, çalkantılı dönemleri bir akademisyenin hayatıyla okura aktarıyor Ümit Aktaş. Bu üçüncü romanında ailesini, köyünü ve yaşadığı çevredeki kalıplaşmış figürleri sosyolojik gözlem ve analizden geçirdikten sonra çıkarımlar yapıyor yazar. Doğruyu işaret etmeye ve klişe yaptırımlara, durumlara karşı tepkisini koymaya çalışıyor. Yeşil Vadi'de gezinerek romanın, karakterlerin, Türkiye'nin farklı bir okumasını yaptık yazar Ümit Aktaş'la.

Türk roman tarihine baktığımızda genellikle otobiyografik bir tarz gözümüze ilişiyor. Hafızalarda iz bırakacak kurgu kahramanların sayısı az. Sizce bunun nedeni ne olabilir?

Aslında otobiyografik roman, romanın en doğal hali. Özellikle benim etkilendiğim yazarlar; Proust, Faulkner, Joyce, Wollf, Musil, Mann, Kafka bunun en bariz örnekleri. Sartre ve Camus de dâhil edilebilir buna. Türkiye'de ise otobiyografik romanlar kadar kurgusal romanlar da oldukça fazla. Mesela Halide Edip, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Peyami Safa, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Halit Ziya gibi. Ama kurgusal romanlarda bir sahicilik sorunu olduğu gibi, bu romanda da örtük otobiyografik unsurlar etkindir; insan çünkü en iyi kendisini tanımaktadır ve yazarken ister istemez kendi içgörülerinden hareket etmektedir.

Kaldı ki özellikle sinema ve televizyondan, yani görsel sanatsal anlatımların ortaya çıkışı ve etkinliklerinin artmasından sonra roman, büyük ölçüde o klasik kurgusal tarzından uzaklaşmak zorunda kaldı. Bu anlamda daha çok içe çekildi; görsel anlatımların nüfuz edemediği yazarın, kişinin o iç dünyasına yani.

Kitabınıza başlayıp kahramanın hayatına dair ayrıntıları okuduğum anda kesin bir dönüş yapacağını sosyalist birinin dine bağlanacağını hissettim. Nasıl yorumlarsınız bunu kitabın yazarı olarak?

Aslında bu beklenebileceği gibi tam olarak kendi hikâyem değil; belki bana ait bir hikâye olması hiç de ihtimal dışı olmayabileceği halde. Türkiye'deki bir kuşağın, bir dönemin hikâyesi. Bu dönem ise daha derin ve geniş bir açıdan bakıldığında, dünyadaki genel bir dönüşümle bağlantılı. Devrimci hareketlerin, insanlığın özgürlük arayışının soldan İslam'a evrildiği bir dönem bu. Dolayısıyla kahramanın kişisel koşullarını bu bağlama oturtursak, ortaya çıkacak dönüşüm çok da sürpriz sayılmasa gerek. Öte yandan bunu bir bağlanmaktan çok bir açılma ya da evrilme olarak okumak da daha doğru olur sanırım.

Yunus'un dili kadar Türkçe sayılmaz dilim
“Varsıl”, “çoğunca”, “kimileyin” ve daha birçok farklı kelimeyle karşılaşıyoruz Yeşil Vadi'de. Bu oluşturulmuş kelimeleri kullanırken 'yazar olarak dili geliştirme çabası' gibi bir görev refleksiyle mi hareket ediyorsunuz yoksa günlük dilinizin bir yansıması mı bu?

Günlük dilim bu benim. Özellikle şiirde de kullandığım dil bu. Hatta Yunus'un dili kadar çok da Türkçe sayılmaz benim dilim. Çünkü yazanlar bilir, şiirde mensur anlatımlarda olduğu denli zorlayamazsınız dili. Kullandığım dilin böyle olması yanında, zaman zaman dili zorlamam da gayet doğal bir şey. Türkçenin olanca safiyetiyle kullanıldığı sırasıyla bir Anadolu köyü, kasabası ve şehrinde büyüdüm. Onun da ötesinde kendi diliyle düşünebilmenin sıkıntılarını çektim. Çünkü başka bir dille konuşabilseniz bile düşünmeniz biraz güçtür. Bu anlamda Türkçenin derinlemesine bir anlatım ve düşünme dilinin imkânlarına ulaştırılmak için, çok da örselenmeden ve yozlaştırılmadan geliştirilmesinde ve zenginleştirilmesinde yarar olduğu düşüncesindeyim.

Kronolojik bir akış yok hikâyenizde. Birine bir şeyler anlatırken heyecanla bir baştan bir sondan gideriz ya öyle bir izlenim uyandı kitabı okurken. Yanılıyor muyum?

Temelde bir heyecan olduğu zaten gizlenmemekte. Ama bunun da ötesinde zaten geriye dönüşlerle anlatılan bir hikâye var karşımızda. Tabi zaman zaman karışmakta bu geriye gidişlerle düşler ve tahayyüller. Bunlar ise kahramanın iç dünyasına dönüşler çoğuncası. Öyle ki çoğu zaman bunlar bir gerçeklik mi, yaşanmışlık mı, yoksa tahayyüller, düşler ve hatta fanteziler mi diye kuşkulanmadan edememekteyiz. Sözgelimi çocukluğuna dair o aşk, tüm hayatına ışık tuttuğu söylenen, gerçekten yaşanmış mı, yoksa öyle mi düşlenmekte çok açık değil. Bunlar aslında insanoğlunun kendi iç dünyasına ait içinden çıkılamazlıklar ve paradokslar. Hepimizin de hayatında kimileyin ortaya çıkan ikilemler; özellikle sert dönüşüm süreçlerinde.

Köylülük üzerinde fazlaca duruyorsunuz. Kişisel bir sorunun yansıması mı bu?

Söylediğim gibi bir kuşağın, köyden şehre doğru süregiden o oldukça derinlemesine dönüşümün öyküsü bu; ya da öykü tam da bu süreç içerisinde geçmekte. Kaldı ki bu sorun “işgal” edilmiş şehirlerde bile daha tam olarak çözülememiş ve hesaplaşılamamış bir şekilde önümüzde durmakta. Göz ardı ettiğimiz ve çözümünü zamana, kuşakların kendiliğinden evrilmesine havale ettiğimiz bir sıkıntı olarak. Özellikle CHP'nin, cumhuriyet elitlerinin köylülük sorununu, bizzat bu köylerden devşirilerek köylerine geriye gönderilen ve birer aydınlanma neferi olarak yetiştirilen Köy Enstitülü öğretmenlere havalesi akabinde, Demokrat Parti döneminde köylerinde tutulamazlaşan ve tutulmayan bir süreç, bir ölçüde göçün de yarattığı o derin dönüşüm, zaten üzerinde konuşmamız gereken ve kitapta da konuşulan bir süreç. Gerçi CHP'nin kendi yöntemiyle, yani köylüleri köylerinde tutarak modernleşme sorununu çözememeleri gibi, sağcılar da köylüleri şehirlere yığmakla ve hatta yurt dışına göndermekle çözümleyemediler aynı sorunu. Bu sefer de şehirler köyleşti. Belki daha ara bir formül, daha aklı başında bir yol geliştirilebilirdi. Elbet sorun büsbütün ideolojik mülahazalar ve hesaplaşmaların mantığı içerisinde düşünülmeseydi şayet.

“Köylü” unutkanlığı yaşadık
Romanda 'Halk Partisi', 'sekülerlik', 'bağnaz imam', 'Köy Enstitüleri' 'Atatürkçülük' 'erken evlendirilme', 'üniversiteye yeni gelenlerin örgüte dâhil oluşu', 'Alevilik ve Sünnilik' ve birçok başlıkla geçmişi anlatarak bugünü iğneliyorsunuz. Bunca yıldır hep aynı sorunlarla uğraşıyoruz herhalde?

Yukarıda da değindiğim gibi aslında bunlar içerisinde boğuştuğumuz ama üzerlerinde yeterince konuşamadığımız konular. Bir kısmı yasaklı, netameli ve sorunlu olan bu konuların bir kısmı ise daha şimdiden unutulmaya terk edilmiş durumda. Zaten en kötü özelliklerimizden birisi de bu unutkanlığımızdır. Kitapta da değinilen bu “köylü” unutkanlığı, bizi biz kılan değerlerden de bir anlamda yoksunlaştırmakta bizi. Özellikle alfabe değişimi de bunun üzerine tuz biber eken ve unutkanlığımızı pekiştirmek için yapılmış sembolik bir girişimdir. Bastırılan ise bir gün dönecektir geriye. Başka bir kılıkta ya da dille de olsa.

Şehirlerimiz ise sürekli değiştirilerek, bir aidiyet bilincinin oluşturulmasına dair hafızaları köreltmekte. İstanbul'da gezerken artık yanınıza bir rehber almanız bile sizi bir kaybolmuşluk duygusundan kurtaramamakta. Çünkü her gün yepyeni mahalleler, yollar, geçitler, gökdelenler ve AVM'ler eklenmekte bu şehre. Üstelik tüm bunları muhafazakâr olduğunu iddia eden bir iktidar yapmakta. Adeta cumhuriyete dair o dönüşüm projesi, daha da derinleştirilerek sürdürülmekte. Bu şehirlerin belli bir yapıya oturarak bir şehir kültürünün oluşturulması, görülen o ki daha birkaç kuşak sonra bile mümkün olmayacak ve bizler de hep bu mevzuları konuşup duracağız.

Bittabi 'baba' figürü… İdealist öğretmen… Baba da değişiyor aslında oğluyla birlikte birbirlerinden uzak olsalar da. İlk önce baba mı oğul mu değişir peki?

Aslında bu değişim karşılıklıdır. Baba oğul ilişkisi çünkü tarafların bu çatışmalı ilişki içerisinde kimlik ve kişiliklerini, bir ölçüde birbirine bakarak, birbirlerini dışlayarak ve yapılandırarak oluşturdukları bir ilişkidir. Bu anlamda bu ilişki cumhuriyetle Osmanlının ilişkisini andırmakta. Osmanlı, oğul üzerinden dolayımlanarak baba ile hesaplaşmakta. Baba oğul ilişkisinin bir uyum içerisinde yürüdüğü bir biçim, o nedenle kahramanın ruh dünyasına oldukça uzaktır; buna her ne kadar gıpta ile bakılsa da. Sonuçta ise kitabın ithaf edildiği o muğlak boşluk doldurulamamaktadır. Çünkü bu artık bir belirginleştirilmeyi ortaya koyacaktır. Oysa çatışma ve değişim kadar arayışlar da sürdürülmektedir. Sular durulmamıştır yani. Elbet çatışmalı olmayan baba oğul ilişkileri de mümkün. Ama bu tarafların belli bir sürgitliğin olduğu dönemlerde yaşaması durumunda gerçekleşebilecek bir şey; ya da gözlerini ve kulaklarını dünyadaki bu tip değişimlere kapamalarıyla. Geçtiğimiz yüzyılda, duyarsız yürekler dışında hiç kimse bu fırtınanın dışında duramadı. Belki de duyarlı yürekler için dünya dediğimiz bu yer, her daim de böyleydi ve böyle olmayı da sürdürecek. Bir imtihan dünyası çünkü içerisinde yaşadığımız yer. İmtihanlar ise zorunlu olarak çatışmalar, düşüp kalkmalar, yanlışlar ve doğrularla sürdürülebilmekte.



12 yıl önce