|

Pompei'den kadın ritimleri

Sibel Eraslan
00:00 - 2/01/2008 Çarşamba
Güncelleme: 12:27 - 7/01/2008 Pazartesi
Yeni Şafak
Pompei'den kadın ritimleri
Pompei'den kadın ritimleri

Yıldız Ramazanoğlu'nun yeni kitabı 'Zilha', önceki öykü kitapları 'Derin Siyah' ve 'Kırmızı'dan sonra, ismini renkler arasında gezdiren gözden, ritme yönelmiş şekliyle çıkıyor karşımıza... Merak aynı merak! Derin Siyah'taki otuzlu yaşların kadınları sanki büyümüşler, (ihtiyarlamadan ama) kırklarına ellilerine gelip dayanmışlar Zilha'nın kapısına... Kapısına gelip dayanmak deyince, yine insanı şaşırtacak derecede hızlı, daldan dala konan, ironi yetenekleri had safhada, zeki ve hayat dolu kadınlar bunlar...

Altı hikayeden oluşuyor Zilha... Anemon Çiçeği, Avrasya Koşusu, Gast Arbeiter, Saliha, Zilha ve Teyzemin Aynasız Günü... İki öyküyü Dergah Dergisi ve Edebistan'dan tanıyorum. Böyle oluyor ben okurken, daha evvel okuduklarım sanki yaşayan arkadaşlarıma dönüşüyor: Daha evvel tanıdığım için, Zilha ile Teyzemin Aynasız Günü'nü kendime ayırıyorum, diğerleri de çok hoş ve tanıdık, bildik, sahici geldiler... Hayatım yıllardır Yıldız Hanım'ın yanında yöresinde geçtiği için midir bilmiyorum, onun kitaplarındaki kadınlar bana öykü kahramanından çok, çevremde yaşayan gerçek kadınları hatırlatıyor. Yani ayırt edemiyorum Ramazanoğlu'nun öyküsü ile hayatı birbirinden. Zaten hikaye etmedeki ustalık, yaşayan anlara tekabül eden samimiyetle doğru orantılı bir şey. Gerçekçilik kendini belirgince sunan bir tarza dönüşüyor Yıldız Hanım'ın satırlarında... Gerçekçilik derken, zaman zaman hepimizi rahatsız edecek derecede, küresel ve bıçkın bir koşuya güdülenmiş öykü kahramanlarının hayatları bunlar. Bunu bir tür 'kıyamet alameti' olarak sunduğunu düşünüyorum Ramazanoğlu'nun. Emekli olduğu halde Avrasya koşularına katılan kadınlar, sokaklarda Hıdrellez ateşi yakıp çocukları üzerinden atlatan mütekaid hemşireler, aromatik şifa satıcısı olduğu halde sivil toplum örgütçüsü olan kadınlar, gece karanlığından korkarak evine yol almak isterken arabasının cd player'ından Kabe İmamı Sudeysi'yi dinleyip bir taraftan da travestilerle karşılaşan anneler, Bosna'daki katliamlarda yakınlarını kaybettikten sonra, yeniden hayatlarını kurmaya çalışan büyükanneler, gurbetten dönemeyen yaşlı teyzeler...

Sanki kıyamet kopmadan evvel son bir gayretle elinin uzandığı her şeye dokunmak isteyen kahramanlar bunlar... 'Herşeyi üst üste yapıyorum artık. Hiçbir şeyin ruhuna inecek zamanım yok. Tabakalar halinde üst üste yığıyorum hayatı.' Diyor mesela kahramanlardan birisi...

Salt yaşanmamışlıkların ve uzunca biriktirilmişliklerin, hayata dair söylenmemiş ve denenmemişliklerin iştahı mıdır bu?... Tıpkı Pompei'deki öfkeli yanardağın ağzını ilençle köpürtmeye başlamasından tam bir saniye önceki zamana kilitlenmiş gibi bu kadınlar... Hızın ateşten bir çember gibi kuşatıp yaktığı bedenlerini, yer ile gök arasında iyice sıkışık hissediyorlar... Göğe bakacak vakitleri yok ama göğü hatırlatan izleri de terk etmiyorlar. Mesela Avrasya Koşusu'na katılan emekli hemşire ile kendini iyice eve odaklamış kadın arkadaşı, sabah namazını kılıp da çıkıyorlar sabah koşularına... Güzellik kremi satan pazarlamacı kadın aynı zamanda insan hakları konusunda çalışmalar yapan bir sivil toplum örgütünde yönetim kurulu üyesi, babası çiftçi olan kadın tekaüt sonrası günlerinde Monet çiziyor, namaz kıldıktan sonra müzik marketleri alt üst ederek İstiklal'de volta atarken rastlıyoruz onlara... Hızlı bir mikserdeler: Ne şehirliler ne köylü! Hasılı tam da Yer ile Gök arasındaki o amansız ikilemin kesişim kümesinde bu kadınlar... Her şeyi üst üste yapıyorlar.

Bu bağlamda eserin geneline hakim bir kıyamet tablosu çıkıyor karşımıza, ölüm hemen her hikayede, ince ince telkari bir sabırla dokunuyor. Hatta kendini radikal manada öne çıkarmadan, ama hikayelerin alt renk teması olarak vedalaşmayı okuyorum. Gerçi buna tam olarak vedalaşma da diyemeyiz, ölüm öyle tahmin edilmeyen zamanlarda denk gelmiştir ki, şaşkınlık ve boşluktur geriye kalan... Bir musalla taşına yatırılmış gurbetçi için; merhumeyi nasıl bilirdiniz sorusuna verilecek kısa cevabın içine sığışmış gibidir hayat... Ramazanoğlu aynı zamanda bir insan hakları aktivisti olduğu için, hikayelerine de sinmiştir bu tavrı. Hikayelerinin kıyıları; deneme ya da felsefi makaleye yakın yerlerde geziniyor zaman zaman. Zilha'da öncekilere göre boyu uzamış öyküler, yazarın bir romana hazırlandığı hissini de uyandırıyor.

Şiirle romanın arasında tutkulu ve kısa bir vakum olan öykü aralığının, modern sonrası zamanlarda, giderek bir 'ara-metin'e dönüştüğü kaygısıyla, ciddi bir darbe aldığını düşünüyorum. Günümüzde öykü, şiirden oldukça mesafeli-kopuşmuş şekliyle, giderek denemeye hatta söyleve yaslanmış, karışmış durumda. Ramazanoğlu modern sonrası dönemlere has bu handikapı, hikayelerinde ördüğü zaman algısı üzerinden aşıyor... Dar, derin ve dikey zaman kurgusu ile politik-eleştirel duruşunu hikayesine katmayı deniyor. Riskli ve çaba isteyen bir bıçak sırtı bu! Bilinçli acelecilik adını verebileceğimiz bir dil-zaman yöntemiyle aşıyor bu zorluğu yazar. (Sevgi Soysal'ın Yürümek'indeki gibi)

Hayat hem feci şekilde kısadır Ramazanoğlu'nun öykülerinde, hem de inanılmaz ayrıntılarla şaşırtıcı derecede hızlı ve detaylı akar. Dar ve fakat derin...

Dar ve derin derken, Ramazanoğlunun öykücülüğündeki zamansallığı postmodern zamanlara has yer'den kopuk ve kırıklı olarak da ifade edemem. Klasik anlatılardaki yatay geliş gidişler de yok öykünün zaman tablosunda. Bana daha çok yukarından aşağı gidip gelirken sürtünme katsayısının giderek kısalttığı dikey bir iniş-çıkışı hissettiriyor. Çelik bir zaman topu, ritmini tutkulu bir şekilde aşağı-yukarı arttırdıkça, dıştan bakanlar için yerinde duruyormuş sanrısı uyandırıyor. Öyküler yerinde dururken bile kendi içlerindeki bir altüst oluşu, daldan dala atlayan kısa cümleler aracılığıyla ustalıkla taşıyor... Kadın yazılarına has, esriklik-savrukluk denen yapıbozumcu tarzı andırsa da bu Yıldız Hanım'a has bir tarza dönüşmüş durumda: Bilinçli acelecilik. Okurla gerçekleştirilen bir tür zeka testi gibi. Aslında hikayelerine cümle yapısı üzerinden uyguladığı bu zor yöntemle bile, devre dair bir özeleştiri gerçekleştiriyor Yıldız Hanım. Hız ve hazın hakim olduğu küresel sınırsızlıkta kadın, yitip giden olmamalıdır. Yitip gidecektir neticede bu kaçınılmazdır ama yitip gitmeden evvel denemelidir, ellerini değdirmelidir hayatın tenine...

Ten!

İdealist kadınlar için riskli ve korkutucu bir kelimedir şüphesiz. Benim kuşağım bu konuda Yıldız Hanım'ın kuşağına göre daha kayıtsız ve serbesttir sözgelimi. Erkekleri bu yüzden biraz silik bıraktığını düşünüyorum Ramazanoğlu'nun. Kadın-erkek arasındaki gerilimi kadın-hayat şeklinde simgesel bir başka gerilim üzerinden kurguluyor bu yüzden. Hayat, zaten erkektir Ramazanoğlu'nun öykülerinde. Yani hikayelerinde gezinen kadınları genel anlamıyla usturuplu kadınlardır. Öyle namahreme uzun uzun bakamazlar ama hayatın hemen her karesinin önünde meraklı bir kedi veya hayat bilgisi öğrencisi gibidirler. Çalışkandırlar hayata bakmak konusunda. Hep parmak kaldırıp soru sorarlar, yaşları ne olursa olsun... Nineler bile gizil bir çocukluğu yaşarlar mesela. Bu yüzden kefene mi, yoksa kundağa mı sarılı olduklarını tam kestiremeyiz Ramazanoğlu kadınlarının...

Hikayeler arasında ben; 'Teyzemin Aynasız Günü'nü seçtim kendime. Benim içimdeki 'hiç evlenmemeye yemin etmiş' örgü saçlı kızın arkadaşı olduğu için sanırım.

16 yıl önce