|

Renk cümbüşü gündüz düşleri

Fener Bekçisinin Rüyaları isimli kitaptaki öykülerin toplamına baktığımızda Ali Ural'ın en temel meselesinin, maruz kaldığımız saçma, karmaşık, insanı köleleştiren hayat tarzının, telaşlarımızın ölüm/ fanilik karşısındaki açmazı ve defaten gözler önüne serilen ironisi olduğunu görüyoruz

Aykut Ertuğrul
00:00 - 11/01/2012 Çarşamba
Güncelleme: 22:56 - 10/01/2012 Salı
Yeni Şafak
Renk cümbüşü gündüz düşleri
Renk cümbüşü gündüz düşleri

Bir insanın binlerce ağaca doğru gidişini yapabilecek bir ressam tanıyor musunuz?

O gürültülü, ürkütücü Japon kahkahasını sinema literatürüne sokan mikado çöpü ustası yarı ressam, efsane yönetmen Akira Kurosawa'nın, çekimlerden önce önemli sahneleri en ince detayına kadar resimlediği bilinir. 2009 yılında Türkiye'de de sergilenen story-boardları, Kurosawa'nın filmlerinde yakaladığı görsel mükemmelliğin sebebini de açık eder bize aslında. Şöyle diyor Kurbağa Yağı Satıcısı;"Story-board'ları çizerken bir sürü şey düşünüyorum. Yerin çerçevesi, kişilerin psikolojisi ve duyguları, hareketleri, bu hareketleri yakalamak için gereken kamera açısı, ışık, kostümler ve aksesuarlar […] Tüm bunların özelliklerini düşünmezsem, görüntüyü çizemem. Hatta story-board'ları bunları düşünebilmek için çiziyorum desem, neredeyse daha doğru olacak. Bu şekilde, açıkça görmeden önce, bir filmdeki her sahnenin görüntüsünü saptıyor, verimli kılıyor ve kavrıyorum. Ancak o anda gerçek anlamda film çekimine girişiyorum."

Biraz fazlaca uzatılmış bu girişe neden ihtiyaç duydum; şimdi Kurosawa'nın sözlerinden kamera, çekim, film gibi terimleri çıkarıp yerine yazı, öykü, karakter kelimelerini serpiştirin. Ali Ural'ın son öykü kitabı Fener Bekçisinin Rüyaları'nı okurken bu öykülerin benzer bir ön hazırlık sürecinden geçtiğine yemin edebileceğimi düşünmekten kendimi alamadım çünkü. Kurosawa'nın adını anmamın bir başka sebebi daha var. Kitabın ilk öyküsü "Fanusu Yakarken" şu cümlelerle bitiyor: "Dalgalar yükseliyor. Kulemde hapis kalacağım bir ay. Bana o nadir kuştan geriye yirmidokuz rüya kaldı." Kurosawa'nın Yume (Düşler) adıyla zihinlerimize çaktığı sekiz kısa filmi hatırlamadığınızı söylemeyin sakın bana. Fener Bekçisinin Rüyaları, en ince ayrıntıısına kadar resmedilmiş, renk cümbüşü gündüz düşlerini andırıyor. Tüm resmin tek bir karanlık nokta kalmayacak kadar ayrıntılarıyla anlatıldığı bir çeşit harikalar tablosu. Ve şöyle başlıyor "Yaz Rüyaları" isimli ikinci öykü: "Yeşil bir denizaltı geçiyor çakılların üstünden; kökünden kopmuş bir yosun parçası. Bir yavru balık kümesi kıpır kıpır kaynatıyor suyu. Bir yengeç yosunlu bir taşa tırmanmaya çalışırken kayıp düşüyor. Bir incir ağacı denize karşı geriniyor sabah mahmurluğuyla. Bir çocuk elindeki taşla midye kırıyor kayaların üstünde. Çam kokuları taşıyor evlere küçük rüzgarlar. " Böyle devam ediyor; ne yazar bıkıyor olağanüstü tasvirlerden ne biz şanslı okurları. Ben de bu sayfalarda tekrar tekrar yazmaya devam edebilirdim fakat tam burası yazının görsel sanatlar karşısında göğsünü gere gere biraz da muzipçe büyüklük taslayacağı yer. Tam burası, yani tam olarak, "evlere çam kokuları taşıyan küçük rüzgarlar"dan bahsedilen yer. Ne dersiniz öyle değil mi? İkna olmadıysanız Ali Ural'ın aynı öyküde sorduğu şu soruyla sizi tuş edebilirim: "Bir insanın binlerce ağaca doğru gidişini yapabilecek bir ressam tanıyor musunuz?"

Gerçeküstücülerin sorunsalı

Bu iyi haberdi. Bir de şu var; belki de kitabın tek handikapı yukarıdaki övgü cümlelerinde gizli. Ural, tuvali öyle bir hakimiyetle boyuyor ki, resmin dışına çıkamıyor, yazarın "Gör" dediğinden başkasını göremiyor, gözüne ışık tutulan tavşanlar gibi körleşiyor, donakalıyoruz. Bu bir öykücü için pekala bıçak sırtı bir durum sayılabilir. Çünkü okurun metne gömülmesini, girebilmesini sağlayan bu hassasiyet; ufak bir hata, kontrol dışı bir hamleyle aynı okuru imge bombardımanı ortasında alıklaşmış bir seyirciye de çevirebilir. Üzerimize pek de vazife olmayan belki de kendi kuruntumuzdan ibaret olan bir tespit daha yapacak olursak, kitabın kapağını süsleyen resmin sahibi Paul Klee'nin de içinde bulunduğu "Gerçeküstücü"lerin sorunsallarından birinden bahsedebiliriz. Sürrealistler, bilinç ile bilinçdışının birleştiği, gücünü düşlerden alan o soyut bölgede kuvvetli imgeler kurma imkanına sahip olsalar da ister istemez sahiciliğin kaybına maruz kalmak, okurun/muhatabın eserle ünsiyet peyda etmesinin gittikçe zorlaştığı bir alanda at koşturmak durumunda kaldılar. Bu modernizmle birlikte sanatçının kendine has, ortak bir dili konuştukları varsayılan bir hayran/okur kitlesi oluşturma gayretiyle de ilişkilendirilebilir.

Sıkı gözlem, kusursuz imgeler

Otuz öyküden oluşan Fener Bekçisinin Rüyaları enerjisini, bir denemecinin gözlem gücünden ve bir şairin kusursuz imgelerinden alıyor. Gerek radyoda gerek Şule Yayınları ve Türkiye Yazarlar Birliği bünyesinde pek çok yazar adayına hocalık yapan, yol gösteren Ali Ural, öykülerinde genç yazar - usta yazar ve okur-yazar ilişkisine de değiniyor. "Her Şey Çok Güzel", "İmza", "Hayatım Roman" böyle öyküler. Bir okur ve yazar için bu deneyimin hikaye edildiği öyküler her zaman ilgi çekici olmuştur.

Ayrıca kitaptaki öykülerin toplamına baktığımızda Ural'ın en temel meselesinin, maruz kaldığımız saçma, karmaşık, insanı köleleştiren hayat tarzının, telaşlarımızın ölüm/ fanilik karşısındaki açmazı ve defaten gözler önüne serilen ironisi olduğunu görüyoruz.

Ve kitabı kapatırken pek çok unutulmaz görüntü ve sesin yanında yazarın "Sirkte Son Gösteri" isimli öyküsünden şu monolog çınlıyor kulaklarımızda: "Bu sirkte trapez yok mu! Ellerini boşlukta bırakanlar! Boşlukta yakalayanlar birbirlerinin ellerini. Birbirine güvenen iki insan bulamadınız demek. Demek böyle bitecekti son gösteri. Terk ediyorsunuz şehrimizi karavanlarınızda telaş. Gidin ve bir daha dönmeyin. Oltalarınızın başında çok beklersiniz. Ha unutmadan söyleyim. Yaralı atınızı boşa aramayın."

12 yıl önce