Fadime Özkan'ın Kral Şeffaf ismini verdiği, büyük beğeni toplayan, gündemi belirleyen ve arşiv niteliği taşıyan röportajlarından oluşan kitabı geçtiğimiz ay, Okur Kitaplığı tarafından yayınlandı. Aydın Menderes, Hrant Dink, Muhsin Yazıcıoğlu, Vural Savaş, Ahmet Hakan, Nur Serter, Orhan Pamuk ve daha nice ünlü isimle yapılan röportajların yer aldığı kitap, soru sormanın ve cevap almanın nasıl bir ustalık gerektirdiğini de gözler önüne seriyor. Halen Star Gazetesi'nde haftalık söyleşilerine devam eden Fadime Özkan, röportajlarına 2005 yılında Yeni Şafak Gazetesi'nde başlamıştı.
Bir insanın kendi hayatını değiştirebilme güç ve iradesini gösterebilmesi kadar evet etkiliyor beni, bunu birçok insanın, toplumların birlikte yapması, yapabiliyor olması. Buna daha yakından tanık olmak, değişimin ya da statükonun aktörleri, tarafları ile görüşebilmek, anlamak ve anlamlandırabilmek için onlara sorular sorabilmek de bu mesleğin bize sağladığı büyük bir nimet doğrusu.
Taraf olmak. Türkiye'nin demokratikleşmek, sivilleşmek, şeffaflaşmak, daha özgürlükçü ve çoğulcu bir ülke olabilmek için sancılandığı bir dönemde gazetecilik yapmak, sizi en baştan “taraf” kılıyor. Gazetecilikte tarafsızlık gibi bir ilke var ama pratikte, bu anlamda bir karşılığı yok. Gencecik çocukların ölmesine, karşılıklı olarak birbirlerini öldürmek üzere motive edilmesine; öldüklerinde isimlerinden, hayatlarından, hayallerinden, umutlarından soyularak bir rakama ya da sıfata dönüştürülmesine; faili meçhullere, asit kuyularına; çocukların hayata büyük bir öfkeyle başlamasına, buna aldırılmamasına; haksızlığa, adaletsizliğe; birilerinin diğerlerini kendi malı, sahibi sanmasına nasıl itiraz etmezsiniz? Haliyle taraf olarak “suç ortağı” olmayı reddediyorsunuz ve fakat vicdani kararların, tutumların bile düz siyasi tasniflere tabi tutulması yüzünden, haber kaynaklarınız ya da ulaşabildiğiniz okur kitlesi açısından kısıtlanabiliyorsunuz da. Türkiye medyasının şu andaki en önemli sorunlarından biri bu bence, kategorileştirme.
Zamanla, röportaj gazeteciliğinin, hele de kişi röportajı ise yaptığınız, yapılan işi roman yazarlığı metresine yaklaştıran bir tarafı olduğunu düşünmeye başladım. Konuştuğunuz kişi, siyasi toplumsal bir konunun aktörü, tanığı ya da figürü olabilir. Siz de o kişi hakkında az çok bir bilgi ve duygu sahibisinizdir, burada aynı anda yaşayan biri olarak haliyle. Ama onu henüz kendi ağzından, kendi kulağınızla dinlemediniz. O yüzden bilgi ve duygumu bir hükme, önyargıya çevirmemeye, röportaja nötr gitmeye gayret ederim. Mümkün olduğunca iyi hazırlanırım ve mümkün olduğunca “saf merak” ile sorarım. Dikkatle dinlerim, iyi gözlerim ve sorumu da sorarım. Merakın kuşkuya yaklaştığı yerlerde, bir “taraf”a düşüyor isem de bu, bir önceki cevabın içeriği nedeniyledir.
Bazen bir röportajı, gerçekten tek bir sorunun cevabını alabilmek için yaptığınız da oluyor ama yine de yapmıyorum ben öyle hesapçılık. Konuşmanın doğal akışına riayet ediyorum. Onun, bir şeyi kendi kelimeleriyle jestleriyle ifade etmesini sağlamak için bilmeze yattığım ya da zıddıyla sorduğum da oluyor ama tabi.
Hayır. Ama nezaketsizlik etmemek, haddimi aşmış olmamak için duruma göre sorunun formunu değiştirebilirim, evet.
Öncelikle teşekkür ederim… Meslektaşlarımızın dedikodusunu yapmış olmamak için kendimi de dahil ederek cevaplayacağım sorunuzu. Devlet adamlarının, elbette ki temsil ettikleri makam ve hizmetleri dolayısıyla saygıyı hak ettiklerini ama bu durumun onları sorulması gereken sorulardan muaf kılmadığını düşünüyorum. Gazeteci, soru sorarken kendini ya da gazetesini temsil etmiyor, kamu yararı için gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Bir alt üst ilişkisi yok yani orada. O yüzden o konuşma bilakis göz hizasından yapılmalı ve her şey de sorulmalı. Pratikte bu pek böyle olmuyor olmalı ki, Ankara'da özellikle makam sahipleriyle yaptığım röportajlarda “devletlu” isimlerin sorularım ve tavrım karşısında şaşırdıklarına çok tanık olmuşumdur. Halbuki sorulunca onların da veremeyecekleri cevap yok gibi.
O fikir, yorum sadece size aitse ve bir sorunun nüvesi ise ve yönelttiğiniz kişinin tepkisinden sakınmak için başkalarına atıf yapıyorsanız evet bu bir şeydir. Pek iyi bir şey de değildir. Ama başka pek çok insan tarafından paylaşılan bir fikri, yorumu sanki sizin fikrinizmiş gibi sormak da pek iyi bir şey olmasa gerek.
Doğru soruyu sorup sormamak sizin elinizde, cevaplamak karşınızdakinin, yayınlamak ise gazetenin. Asıl sorulması gereken soruları sormadan sayfalar dolusu konuşturan ve sanki her şey tastamammış gibi bunu böylece yayınlayan da var Türk medyasında, aksi de. Bazen bir soruyu defalarca yöneltirsiniz karşınızdakine, cevaplamaz ya da sizi yıldırmaya, soruyu unutturmaya çalışır. Bu bile bir cevaptır fark edene. O yüzden röportajlarda asıl olan cevaptan önce sorudur bence.
Bir kere röportajların hemen hepsinde konuğumdan çok şey öğreniyorum. Bundan dolayı müteşekkirim hepsine. Ama bazılarında eğlenirim de. Şaşırdığım da olur, ağlayıp güldüğüm de. İlle de isim anmam gerekirse… Hassas iç dengesini çok sağlam kurmuş biri olarak Aydın Menderes; 'sivri diline', 'hoyrat tavrına' rağmen çok naif, küçük bir oğlan çocuğu haliyle Mehmet Şevket Eygi; kudretli medya imparatorluğundan sıfıra inen ve kendine karşı gayet kıyıcı bir muhasebenin ardından ayağa kalkmaya çalışan Dinç Bilgin; o saf masumiyeti ve güvercin tedirginliği içindeyken bizi büyük bir acı ve utançla bırakıp giden Hrant Dink… Onlardan bir Dostoyevski kahramanından olabileceği kadar etkilendim evet. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nu da partisinin karanlık bir noktaya çekilmeye çalışılmasına karşı dirençli ama çaresiz, sorularım karşısında çok tahammüllü ve ağabey haliyle hatırlıyorum.
Soru sorabilme imkânı üzerinden cevaplarsam sorunuzu, evet konuşabilmeyi istediğim pek çok isim var. Zaman ve mekân mefhumlarından bağımsız olarak mesela, en başta Hazreti Adem ve Hazreti Havva ile ayrı ayrı konuşmayı çok isterdim. Eğer insanoğlu bir gün zaman makinesini bulursa ve hala gazetecilik diye bir meslek olursa, bak onları çok kıskanırım işte.