|

Sahi biz geçmişi Habishane'ye mi gömdük?

İbrahim Yıldırım'ın yeni romanı Nişantaşı Suare'de, Türkiye'nin modernleşme sürecinde önemli rolü olan semtin monografisi okura, bilgi- belge- anı ve hayal toplamı olarak sunuluyor

Hale Kaplan Öz
00:00 - 14/03/2012 Çarşamba
Güncelleme: 22:00 - 13/03/2012 Salı
Yeni Şafak
Sahi biz geçmişi Habishane'ye mi gömdük?
Sahi biz geçmişi Habishane'ye mi gömdük?

Romancı İbrahim Yıldırım yeni kitabı Nişantaşı Suare'de, İstanbul'un en güzide semtlerinden biri olan Nişantaşı'nın belleğini irdeliyor. Türkiye'nin modernleşme sürecinde önemli rolü olan semtin monografisi, okura, bilgi- belge- anı ve hayal toplamı olarak sunuluyor. Romanın diğer türlerle ilişkiye girip kendine yeni yollar açabilen bir tür olduğunu düşünen yazar, Nişantaşı Suare'de farklı yazın türlerini içiçe kullanmış. Bunu kendi edebi serüveninde bir menzil olarak nitelendiren yazar, yakında Kınalıada, Aksaray, Fındıkzade ve Samatya çevresini de benzer bir yöntemle yazmayı düşünüyor.

Birçok edebi türe yakınlığı olan, sıra dışı bir roman Nişantaşı Suare. Tarihe ve gerçeğe yakın duruşu ile de dikkat çekiyor. Kentin belleğine dair önemli bir okuma sunan bu romanı ve Nişantaşı'nı yazmaya nasıl karar verdiniz?

Yıllardır Nişantaşı hakkında öyküler yazmayı, hem bu semtle, hem de kendimle hesaplaşıp ödeşmeyi düşünüyor; dolayısıyla geçmişle- anılarımla ilgili bazı görüntüleri zihnimden çıkarıp notlar alıyordum. Üç yıl önce Her Cumartesi Rüya ile cebelleşirken, an geldi bir süre bu kapsamlı çalışmayı terk edip teneffüse çıkma ihtiyacı duydum. İşte bu verimli aylaklık döneminde ilk öykücükler oluşmaya, görüntüler belirmeye başladı. Sanırım Nişantaşı Suare'nin sıra dışı diye nitelenmesinin bir nedeni de, yazdığı romandan bir süre için firar eden yazarın kaleminden çıkmış olmasıdır... Evet kitap, gerçeğe de, tarihe de yakın duruyor, ama kesinkes olup bitmişleri anlatan anı kitabı değil ve böyle okunmamalı, çünkü yaşanmışlıklara dayalı hayat bilgileri kadar, hayal bilgileri de var içinde. Kısacası ben, “roman” diye adlandırılan özel bir semt monografisinin ancak böyle yazılabileceğini düşünüyorum. Hele Türkiye'nin modernleşme sürecinde önemli bir yeri olan İstanbul'un gözde semti Nişantaşı söz konusuysa…

İlk başladığınız tarihten bitirdiğiniz güne kadar zihninizdeki hikaye nasıl evrildi. Roman kendini nasıl yazdırmak istedi?

Söylediğim gibi, ilk öyküler bir kaçamak sırasında şekillendi. Her Cumartesi Rüya benden çıkıp okura ulaştığında ise artık çok daha özgürdüm, yazdıklarımı derleyip toparlamaya kurguyla uğraşmaya başlayabilirdim. Ancak bu hiç de kolay olmadı, aylar boyu Nişantaşı'nın oluşma sürecini çeşitli kaynaklardan öğrenmeye çalıştım, bilgiler derledim, benden çok daha yaşlı insanların anılarını dinledim, semtle ilgili söylenceleri derledim, kullanabileceklerimi öyküleştirmeye çalıştım. Daha sonra biriktirdiğim her şeyi eksilteme işine giriştim. Her şey iyi gidiyordu ama elimdeki bilgi- belge- anı ve hayal toplamının roman türüne uygun bir yöntemle yazılması gerekiyordu. Sonunda, çağdaş meddah denilebilecek birine öyküyü - öyküleri anlattırmaya karar verdim. İşte Nişantaşı Suare bu karardan sonra kendini gerçekten yazdırmaya başladı ve kendi adını kendi koydu.

Semtin yazgısı, artan acılarla şekilleniyor. Anlatıcının doğruları söyleme, çocukluğundan bugüne biriktirdiklerini açığa çıkarma isteği de bununla paralel. Anlatıcının zihnindeki kararan yeri temizleme gayreti, sizdeki hangi duyguya karşılık geliyor?

Nişantaşı Suare, semtin dışına sürülmüş insanlar kadar, Nişantaşı'nın unutulan geçmişini de anlatmaya, hatırlatmaya çalışan bir roman. Pek de uzak olmayan bu geçmişte acılar kadar neşe de var. Ben ikisini de duyumsatmaya çalıştım. Ancak, acılar ister istemez öne çıktı. Bunun nedeni de ise, çağdaş meddah diye tanımlanabilecek anlatıcının, semtten uzaklaştırıldığı için hayıflanması, yakınması, semtin bugünkü durumuna biraz öfke, biraz hüzünle yaklaşması olmalı. Bunu şöyle de söyleyebiliriz: 80'lerden itibaren yukarılardan başlayarak, semtin bütün sokakları işyeri olmaya başladı, böylece yeni elitler ortaya çıktı Aslında bu bir ekonomik tehcirdi, insanlar değişime, yenilenmeye doğaldır ki direnemediler ve teker teker semti terk etmek zorunda kaldılar. Anlatıcının zihnindeki kararan yeri temizleme gayretine gelince, bunu bir tür hesaplaşma girişimi diye tanımlayabiliriz. Ama hayır, “şimdi”nin yerine geçmişi koyma değildi bu; amacım bir semtin tarihinin yalnızca öğretilen şeyler olmadığını hissettirmekti, yalnızca buydu.

Baykuş ve Habishane kitabın iki önemli metaforu. Bu iki öğe, tarihin seyri içinde, bu coğrafya için neyi temsil ediyor?

Tabii ki okur bu metaforlarla ilgili olarak kendince sonuca ulaşabilir. Bunu onlara bırakmak daha doğru olur, ama yine de kısaca şunu söyleyebilirim: Baykuş ve Habishane adı verilen ahşap bina aslında yok olan belki de yok ettiğimiz değerleri; unuttuğumuz sıradan insanları, üstünü sanki hiç acılar - kederler- sevinçler yaşanmamış gibi örtüverdiğimiz, hatta gömdüğümüz geçmişimizi temsil ediyor… Ama söylediğim gibi, okur kitabı okuduğunda kendi yorumunu yapacaktır…

Semtin, Sultan Abdülmecid'in yadigarı menzil taşının dikilişi ile başlayan ve bol ışıklı caddeler, AVM'lere uzanan tarihi çok uzun bir zaman dilimini kapsamıyor. Kısa sürede hızlı bir değişim yaşanıyor. Bu durum sizin karakterleri oluşturma sürecinize olumlu ya da olumsuz nasıl etki etti?

Haklısınız, İstanbul'un binlerce yıllık tarihi düşünüldüğünde, Nişantaşı'na adını veren menzil taşının dikilişi ile başlayan semtleşme süreci oldukça kısa bir zaman aralığı Ancak çok önemli, zira Abdülmecid'in Tanzimat Fermanını ilan etmesiyle başlayan modernleşmeyi - bir başka şekilde söyleyecek olursak batılılaşmayı - simgeleyen bir süre bu. Ben semtin orta yerindeki taşa da bu gözle bakıyor; dolayısıyla Nişantaşı semtini bizzat yenileşmenin, değişimin sembolü olarak görüyorum. Öte yandan ben burada doğup büyüdüm, otuz yaşıma kadar Nişantaşı'nda yaşadım. Valikonağı Caddesi'ne, o zamanlar bana çok yüksek gelen binaların dikilmesine, bitki örtüsünün değişmesine, hayvanların giderek azalmasına, ara sokaklarda ahşap binaların el değiştirip apartman denilen güdük taş yapıların belirmesine, kapıcı denilen yeni bir sınıfın oluşmasına, ilk yerli süpermarketimiz denilebilecek Ankara Pazarı'nın menzil taşının tam karşısında açılmasına tanık oldum. Bu arada ayrışmaları anlamaya başlayıp semtin yavaş yavaş el değiştirmesine hüzünlendim, biraz da kızdım. Bugün ise olan bitene daha serinkanlı bakıyorum, çünkü “şimdi” dediğimiz kavrama çok daha fazla inanıyor, geleceğin ancak “şimdi” oluşturulacağını, geçmişe ise ancak “şimdi” sahip çıkılabileceğini düşünüyorum. Ama gelin görün ki Nişantaşı caddelerinde bugün (yani “şimdi”) dolaşan insanların çoğunun menzil taşının tarihini hiç merak etmedikleri aklıma geldiğinde dertleniyorum ve Nişantaşı, hem geçmiş hem gelecek olarak ağır bir hüzne dönüşüp üstüme çöküyor.

Kitabın arka kapağında “İbrahim Yıldırım'ın yazarlığında yeni bir menzil” ifadesi yer alıyor. Bu yenilik, romanın iskeletinde nereye tekabül ediyor?

Bir ara şiirle uğraşmış olsam da edebiyat dergilerinde öykücü olarak göründüm. İlk kitabım da bir öykü kitabı. Ancak bu türe her zaman çok yakın durmama karşın, sayısal anlamda pek verimli olamadım, roman her zaman öne geçti. Bugüne kadar ancak iki öykü toplamı yayımladım, yedi de roman. Romana ve öyküye tabii ki devam edeceğim, ama Nişantaşı Suare'nin başındaki notta belirttiğim gibi yerleşik türler dışında başka çalışmalar da olabilir, yazılabilir. Roman, bence bu tür çalışmalara olanak tanıyabilen, diğerleriyle arasına kalın duvarlar örmeyen bir düzyazı türü. Dolayısıyla diğer türlerle ilişkiye girip kendine yeni yollar açabilir. Nişantaşı Suare işte bu düşüncenin ilk ürünü. Sanırım bu yaklaşımı yaşadığım iki ayrı mekânı anlatarak sürdüreceğim: Biri yazları hâlâ gittiğim Kınalıada, diğeri her gün soluk alıp verdiğim Aksaray- Fındıkzade -Samatya çevresi… Doğaldır, bu yeni çalışmaların adı da “roman” olacak. Kısacası Nişantaşı Suare benim için yeni bir menzildi. Bakalım bundan sonra nereye varacağım…



12 yıl önce