|

Söyleşi öyküler: Anadolu Yakası

Mustafa Kutlu yeni kitabı Anadolu Yakası'nda bu defa kahramanını 'söyleşe, söyleşe' konuşturur ve böylece bir nehir söyleşiden uzun bir hikaye çıkarmayı başarır. Çünkü dobra dobra gerçeği anlatacak, gerçeği eğip bükmeden aktaracak bir anlatım gerekli olduğundan, Kutlu oldukça yerinde bir seçimle, gerçeği bütün çıplaklığıyla yansıtacak bir yöntemi bulmuştur.

Necip Tosun
00:00 - 25/07/2012 Wednesday
Güncelleme: 22:19 - 24/07/2012 Tuesday
Yeni Şafak
Söyleşi öyküler: Anadolu Yakası
Söyleşi öyküler: Anadolu Yakası

Her yıl bir öykü kitabı yayımlanan Mustafa Kutlu'nun yeni kitabı Anadolu Yakası, Kutlu'nun genel öykü çizgisindeki tüm özellikleri yansıtan bir yapı içeriyor. "Nehir Söyleşi" altbaşlığı ile çıkan kitap ilk önce okurda Mustafa Kutlu ile yapılan söyleşileri kapsadığı izlenimi uyandırsa da kastedilen bir yazınsal biçim. Anadolu Yakası, muhafazakâr/İslami bir dünya görüşüne sahip televizyoncu ile bir gazetecinin yaptığı söyleşiden oluşur.

Kutlu'nun zihni ve dikkati "yazmaktan" çok, "anlatmaya" ayarlıdır. Öyküyü yazarak "aktarıyor" değil de, karşısındakine muhabbet içinde "anlatıyor" gibi davrandığını metinlerinde rahatlıkla görmek mümkündür. Bu anlamda onu, yazı masasının başına oturup öykü yazan bir resimde değil de, bir kahvede, sigara dumanları arasında yanındakine öyküler anlatan bir resimde düşünmek daha doğru olur. Muhabbet eder gibi yazan, konuşmaktan çok konuşturmayı seven ve söz tasarrufundan yana olan bir öykücü için söyleşi tekniği önemli bir imkândır.

Söyleşerek edebiyat

Gazeteciliğe ait bir yöntem olan söyleşinin, yine gazeteci sanatçılar tarafından sınırları zorlanmış, fonksiyonları genişletilmiştir. Ama söyleşilere, gerek kurgu gerekse sunuş ve iç dizaynlarla bir edebiyat tadı verilse de, bu yazılar hiçbir zaman bağımsız edebî bir tür seviyesine ulaşamamışlardır. Ne var ki edebiyatın kullandığı, değerlendirdiği bir iç form olarak, gazetecilik yanında edebî metinlerde de (kurmaca) hayatiyetini sürdüregelmiştir.

Söyleşi türünün özellikle gazeteci sanatçılar eliyle edebî seviyesinin zorlandığını söylemiştik. Bunlara ülkemizden Sait Faik, Yaşar Kemal, Orhan Kemal'i, dışarıdan ise Hemingway'i örnek olarak gösterebiliriz. Özellikle edebiyatı meslek edinmiş gazeteci öykücülerin, sadece söyleşileri bile zaman zaman çok başarılı öykümsü metinlere dönüşmüştür. Gözlemci gerçekçi ya da izlenimci eğilimlerle öyküler yazan yazarlarda bu tarzı sık sık görebiliriz.

Peki söyleşi öyküler nasıl bir özellik arz eder? Bu tarzda ilk göze çarpan özellik yazarın "edebiyat yapma" zorunda olmamasıdır. Bir sanatçı olarak müdahalesi alt seviyededir. O sadece soruları sorar. Sonra da dramatizasyonu yükseltmek için soru ve cevaplarla akışa müdahale eder. Ama diyaloglarda gereğinden fazla "edebiyat yaparsa", iş sırıtır, çığırından çıkar. Çünkü bu yönelim, kahramanı direkt-aracısız tanıtmanın bir yoludur. Samimi, süslemesiz bir yapıyı gerektirdiği için de inandırıcılığı yüksektir. Karakter sağlam çizilirse kalıcı ve etkili olur.

Yazar tanıklık eder

Söyleşi, bir yaşamı, bir gerçeği "aktarma" işlevi yanında, bir gerçeği ortaya çıkarma yani, "araştırma" görevi de görür. Yazar, bir yaşama okurla birlikte tanıklık eder, onu araştırır ve aktarır. Kendisi olayın biraz dışındadır. O da bizimle birlikte bir serüvene çıkmıştır. Zaman zaman bizi yönlendirir, o atmosferi daha iyi kavramamız için girmeler, çıkmalar yapar. O kadar. Gazetecilerin yaptığı söyleşinin ille de "gerçek" olması gerekir. Burada yaşamsal gerçek somuttur. Eğme, bükme, yuvarlama yoktur. Gerçek birinci ağızdan tam da konuşanın bizzat kendi ağzından, onun yaşamındaki karşılığı, tezahürü olarak ortaya konur. Yazar, bizim adımıza gerçeği iyice açık etmeye uğraşır. Bu serüveni bizimle birlikte yaşar. Bütün bunlara izlenimlerini ve tanıklığını da ekleyerek bir sonuca ulaşmaya çalışır. Ne var ki bir sanatçı elinde söyleşi-öykülerin (kurmaca) ille de gerçek olması gerekmez. Sanatın diğer türleri gibi düşsel de olabilir. Anlatımda kurgulama ve dramatizasyon ile sanatsal yan ortaya çıkarılır. Ara bölümler, kişinin hem o andaki dışsal görünümü hem de söylenenlere tepkileri, öykünün "edebî" yanını oluştur. Dil özellikle diyaloglarda, gerçekçidir. Edebî değil, konuşma dilidir.

Gerçeği en yalın anlatmak

Kutlu da gerçekçilik anlayışının bir sonucu olarak öykülerinde söyleşi tekniğini kullanır. Bu onun samimi/harbî/gösterişsiz anlatımına tam da denk düşer. Toplumsal yapıyı sorgulayan, bireysel hayatların künhüne varmak isteyen yazar, böylece "mesaj"ını aracısız hem de tüm çıplaklığıyla okura aktarmış olur. Zaten Kutlu'nun öyküde kendine biçtiği en önemli rol tanıklık ve aktarmadır. Söyleşi de böyle bir amaç için bütün imkânları bünyesinde taşır. Kutlu'ya sadece seçme kalır. Hangi konuyu gündeme getirecek ve kimi seçecektir. Aradığı gerçeği nasıl olsa onlar söyleyecektir. Buradaki isabet amacın tam olarak gerçekleşmesini de sağlayacaktır.

Anadolu Yakası'nda söyleşi formunun seçilmesi isabetlidir. Kahramanın kültür seviyesinin düşük olması, harbî biri olması tam da Kutlu'nun aradığı bir şeydir. Böylece gerçek, birinci ağızdan, bütün çıplaklığı ve çarpıcılığıyla ortaya konmuş olur. Öte yandan bizzat kahramanın konuşması bir yandan da Kutlu'nun aradığı ironik dilin yakalanması sonucunu doğurmuştur.

Bu ülkenin hikayesi

Karşılıklı konuşmanın yani söyleşinin öykü katına yükselmesi için, öykü formunun gereklerinin yerine getirilmesi, onun kurallarına uyulması gerekir. Bir anlamda öyküde, bütün bunlar tartışılır. Gerekli gereksiz her şey anlatılmayacak, konu dışına çıkılmayacak, gerçekler atlanmayacak, konu iyi "toparlanacak" vs. Bu elbette bir sanatçı eliyle ve müdahalesiyle olacaktır. Kitap boyunca söyleşinin gidişatını kanal sahibi çeşitli uyarılarla hatırlatır: "Sen de beni sosyolog ettin be Erol.", "Yahu Erol bu konuştuklarımız yazıya geçecek, başkaları okuyacak. Ayıp be! Edep diye bir şey var." "Ne bu acele Erol, film anlatmıyoruz. Hayat bu." "Kendi hikâyemi şu konuşmanın içine sokup ikisini de berbat mı edeyim." "Yahu Erol istersen burada bırakalım, bu Şeref bahsi baydı beni."

Kitabın temel vurgusu, insanın söyledikleri ile yaptıkları arasındaki zıtlıklardır. Burada da ideolojiler/davalar ile yaşanan gerçek arasındaki mesafe ve zıtlıklar gündeme getirilir. Bu hikâyede, kanal sahibinin söyledikleri neredeyse tümüyle doğru, hakikat ve gerçek iken iş icraata gelince kanal sahibi bu düşüncelere aykırı bir tutum sergiler. Para kazanma hırsı yüzünden inançlarına aykırı olarak modernizme teslim olur. Böylece düşünceleriyle yaptıkları arasında bir mesafe oluşurken ortaya iki yüzlü bir portre çıkar. Din dışı/hakikat dışı bir televizyonculuk yapan kanal sahibinin çekmek istediği film bütün gerçeği ortaya serer: Medine Müdafaası…

Bu uzun öyküde, İslamcı dünya görüşünün televizyona, sanata, sinemaya bakışı bu kanal sahibinin sözlerinde dile gelir. Ama kanal sahibi işiyle inançlarını birbirine karıştırmaz. Tümüyle yerleşik televizyonculuk kalıplarına uyan kanal sahibi, iş rüyalara/davaya gelince bambaşka bir dünyayı savunmaktadır. Kitapta Türkiye'ye has bir yükselme serüveni aktarılırken, ortaya televizyon üzerinden sosyolojik, toplumsal bir Türkiye haritası da çıkarılır. Öyküyü ülkemizin yaşadığı sosyal, kültürel, iktisadi değişikliklere ve bunların bireydeki etkisine yaslar. Sinemanın, televizyonun toplumdaki karşılığı, toplumsal çözülmedeki etkisi, fonksiyonları işlenir, giderek bir sinema/televizyon düşüncesi oluşturulur. Özellikle sinemanın Türkiye'deki serüvenini bir bütünlük içinde görmek mümkündür. Sonuçta bireysel bir hayat üzerinden, Türk toplumunun son dönemde yaşadığı siyasal, toplumsal, teknolojik serüvenin derin izlerini görürüz. Arka planda ise değişimle birlikte neler kaybettiğimize dikkat çekilir. Anadolu Yakası, "yazılan" bir öykü değil de daha çok tatlı tatlı "anlatılan" bir "hikâye"dir. Kutlu, böylece sohbet geleneğinin sürdürücüsü gibidir. Ancak kendine has bir derinliği, resmi de metne yerleştirir.



12 years ago