|

Taşın tadı vardır, dokunma bütün duyuların anasıdır

Juhani Pallasmaa, gözün şeyleştiren, denetlemeye ve tahakküme yöneldikçe yitirilen boyalı bilgeliğine karşılık tenin özdeşleşme kabiliyeti, duygudaşlığı, şefkati ve samimiyetinden yana bir mimar ve kuramcı

Ali Duman
00:00 - 13/07/2011 Çarşamba
Güncelleme: 22:21 - 12/07/2011 Salı
Yeni Şafak
Taşın tadı vardır, dokunma bütün duyuların anasıdı
Taşın tadı vardır, dokunma bütün duyuların anasıdı

Tenin Gözleri, Fin mimar ve mimarlık kuramcısı Juhani Pallasmaa'nın en önemli çalışmaları arasında gösteriliyor. Mimarlıkta 'görmeye' öncelik veren yaygın eğilimi eleştirmekle işe başlayan kitap, yayınlandığı günden bu yana alanının klasiklerinden biri haline gelmiş. Bu bağlamda Tenin Gözleri'nin etkisinin, yazarının Husserl ve Merlau-Ponty'nin görüşlerinden hareketle geliştirdiği fenomenolojik söylemden kaynaklandığını belirtmek gerekiyor.

Pallasmaa'nın “kırılgan” fenomenolojisinin merkezinde “çokduyulu mimarlık” kavramı var. Pallasmaa'ya göre mimarlık bütün duyulara birden seslenmeli, öte yandan başka sanatlarda olduğu gibi “kendilik imgemizi dünya deneyimimizle kaynaştırmalıdır.” Bu nedenle kitabın ilk bölümü, Greklerden başlayarak Batı düşüncesine ve mimarlık anlayışına hâkim olan gözmerkezci paradigmanın eleştirisine ayrılmış. Pallasmaa, görmenin en önemli duyu olarak kabul görmesinin algı fizyolojisi ve psikolojisi açısından haklı gerekçelerini inkâr etmemekle birlikte söz konusu paradigmanın gözün diğer duyu kipleriyle etkileşimini görmezden geldiğini; diğer duyuları gözden çıkararak dünya deneyimini görme alanına indirgediğini öne sürüyor. Pallasmaa'ya göre bu, algının plastikliğini; karmaşıklığı ve kapsayıcılığını yok eden bir yalıtma ve indirgemedir. Nitekim günümüzün havaalanları, hastaneler gibi en 'teknolojik' ortamlarında yaşadığımız patoloji, yabancılaşma ve yalnızlık deneyimleri modernitenin görmenin olumsuz eğilimlerini, bahsi geçen “duyusal indirgemeyi” pekiştirmiş olmasıyla açıklanabilir. Heidegger, “modern çağın temel olayı dünyanın resim olarak fethedilmesidir” dememiş mi idi?

Görme biri 'ayıran' duyu

Pallasmaa'ya göre, diğer duyular bizi dünya ile birleştirir; görme ise ayırır, izleyici haline getirir. İşte tam da bu anlamda Batı düşüncesinde Kartezyen bedensiz gözlemcinin belirmesi ile salt görmeye dayalı mimarlık pratikleri arasında tarihsel bir paralellik vardır ve “modernist tasarım genel olarak anlığa ve göze yuva olmuş, ama bedeni, diğer duyuları ve beraberinde anılarımızı, imgelemimizi ve düşlerimizi evsiz bırakmıştır.” Bedensizleşmiş göz mimarlığı, kendilik ile dünya arasında giderek büyüyen boşlukta batılı anlamdaki ego'yu besler. Oysa mimarlığın görevi, tıpkı şiir gibi, insanı seyirci kılmakla yetinmeyip bir iç dünya deneyimini yeniden inşa etmesini sağlamaktır.

Görüldüğü gibi Pallasmaa, bu “çokduyulu deneyim”in kuramsal çatkısını Merlau-Ponty'nin izinden giderek buluyor. Merlau-Ponty insan bedenini deneyim dünyasının merkezi haline getirir. Buna göre, görme duyusu “dışarıdaki izleyicinin Kartezyen gözü değil, 'dünyanın eti'nin ete bürünmüş bir parçası olan bedenli (embodied) görmedir.” “Kendilik ile dünya arasında bir ozmos ilişkisi olduğunu” vurgulayan, “duyuların eşzamanlılığına ve etkileşimlerine” dikkat çeken Merlau-Ponty şöyle yazar: “Algım görsel, dokunsal ve işitsel verilerin toplamı değildir. Bütün varlığımla, bütünlüklü bir şekilde algılarım: Aynı anda tüm duyularıma konuşan biricik bir yapıyı, biricik bir varlık biçimini kavrarım.”

İşbirliğine davet

Nitekim Pallasmaa da “gözler, diğer duyularla işbirliği yapmak ister” diyor; kitaba isim olarak seçtiği “Tenin Gözleri” ifadesinin “başat duyu olan görme ile bastırılmış duyu kipi olan dokunma arasında kavramsal bir kısa devre yaratmayı” amaçladığını belirtiyor. Kendi mimarlığına da ışık tutan bu tercihten epigraflara (Örneğin Nietzsche şöyle demiş; “Dansçının kulağı ayak parmaklarındadır.”); epigraflardan dipnotlara (Örneğin Martin Jay şöyle demiş; “Görme aracılığıyla güneşe ve yıldızlara dokunuruz.”) aynı izleği sürdürüyor: “Mimarlık, varoluşsal deneyimi, kişinin dünyada olma duygusunu güçlendirir ve bu özünde güçlenmiş bir kendilik deneyimidir. Mimarlık, salt görme ya da klasik beş duyu yerine, birbirleriyle etkileşen ve kaynaşan birçok duyusal deneyim alanı içerir.”

Yukarıda “Tenin Gözleri” ifadesinin Pallasmaa mimarlığına ışık tuttuğunu söyledim. Bir kuramcının objektif olma zorunluluğu var mıdır bilmem, ancak yazarın Alvar Aalto'ya ilişkin pasajları da kas ve teni vurgulayan dokunsal bir mimarlığı ne denli önemsediğini gösteriyor. Esasen Pallasmaa'ya göre dokunma, tüm duyuların anasıdır. “Görme de dâhil olmak üzere tüm duyular dokunma duyusunun uzantılarıdır; duyular ten dokusunun özelleşmiş halleridir ve tüm duyusal deneyimler birer dokunma kipidir ve böylece dokunsallıkla ilintilidir. Dünyayla temasımız, bizi sarmalayan zarın özelleşmiş kısımları aracılığıyla, kendiliğin (self) sınır hattında gerçekleşir. […] Dokunma dünya deneyimimizi, kendimize ilişkin deneyimimizle bütünleştiren duyu kipidir.”

Pallasmaa, “Dünyaya Dokunmak” adlı önsözünde, henüz mimarlığın kuramsal söylemine girmediğini öne sürdüğü “çevrel (peripheral) görme” kavramını önerirken de dokunma duyusunu kolluyor. Zira “odaklanmış görme” bizi dünyayla karşı karşıya getirirken “çevrel görme”, dünyanın teniyle sarmalar, mekânla bütünleştirir. Nitekim Pallasmaa'ya göre, soyu tükenme tehlikesi altındaki mimarlık sanatının temel amacı, dünyada-olmak deneyimine tercüman olmak, insanın dünyada mimarâne ikametidir.

Gözün şeyleştiren, denetlemeye ve tahakküme yöneldikçe yitirilen boyalı bilgeliğine karşılık tenin özdeşleşme kabiliyeti, duygudaşlığı, şefkati ve samimiyetinden yana bir mimar ve kuramcı Pallasmaa. Bu yüzden “Louis Kahn'ın Kaliforniya, La Jolla'daki Salk Enstitüsü'nün görkemli dış mekânına girdiğimde, doğrudan doğruya beton duvara doğru yürüyüp teninin kadifemsi yumuşaklığına ve sıcaklığına dokunmak yönünde dayanılmaz bir dürtü hissettim.” diye yazabiliyor…

13 yıl önce