|

Tezgahımda cesetler var

Dicle Sızısı'nda Doğu'daki toplumsal cinneti merkezine alan Mehtap Yılmaz, kimsesiz kadın mezarlarından yükselen çığlıkları yeryüzüne taşımaya hazırlanıyor.

Cemre Yenibeken
00:00 - 6/02/2008 Çarşamba
Güncelleme: 13:34 - 13/02/2008 Çarşamba
Yeni Şafak
Tezgahımda cesetler var
Tezgahımda cesetler var

Mehtap Yılmaz, onlarca medeniyetin ruhuyla bütünleşmiş bir coğrafyanın sıkıntılarını paylaşıyor ilk kitabı 'Dicle Sızısı'nda okurla. Yeni toplumsal cinnetin mekanı olan Doğu'da geçiyor tüm öyküler. Ana karakterler ise tinerci sokak çocukları, iftiraya uğramış, terörist damgası yemiş mahkumlar, töre kurbanı kadınlar... Diyarbakır'da doğan ve halen orada yaşayan Yılmaz, kendi coğrafyasındaki trajedinin fotoğrafını ortaya koyarak acının görünür olmasını sağlıyor.

Dicle Sızısı'nda töre, aile ya da devlet baskısıyla hayatı kararan bireylere odaklanıyorsunuz. Ve ana karakterlerin yaşadıkları yeri söylemeseniz de biz buranın Doğu'da bir yer olduğunu biliyoruz... Bu coğrafyayı seçme sebebiniz nedir?

On bin yıllık tarihi bir şehirden, onlarca medeniyetin ruhuyla bütünleşmiş bir coğrafyadan söz ediyoruz... Başınızı şehrin tarihi surlarına yasladığınız zaman bu topraklardan esip geçmiş otuz medeniyetin kalp atışlarını duyabilirsiniz. Bölgede yaşayan veya göçüp gitmiş kültürlerin izini sürebilirsiniz buradaki insanların ruhları üzerinde. Çünkü burada yaşayanlar, onun temsil ettiği kültürlerin, yazgıların içine doğarlar. Kültürel ve siyasi çekişmeler, bölge insanının yazgısını da yaşama biçimini de belirler. Bu durum sosyal çöküşü de tetiklemiştir; madde bağımlılığı, intiharlar, şiddet eğilimi... gibi. Aynı tabloya toplumsal yapı içerisinde varlığını sürdüren cinsiyet ayrımcılığı, çok eşlilik, töre baskısı, eğitimsizlik gibi yerel problemleri de ekleyin. Bunlar hakikaten ciddi problemlerdir ancak bir yazar açısından konu zenginliğini de ifade ederler. Öykülerimde, içinde doğup yaşadığım, benimsediğim, hissettiğim, problemlerinin çözülmesini bir ideal olarak benimsediğim bu coğrafyayı seçmemden daha doğal bir durum olamazdı. Buradan hareketle çok kültürlü bir coğrafyanın avuçlarında biçimlenmemin dışa vurumu diyebilirsiniz Dicle Sızısı için. Dicle ve Fırat Nehri'nin kolları arasında tuttuğu, bu iki nehrin efendisi topraklardaki yaşanmışlıkların birikintisidir öykülerime tutunanlar. Bu coğrafyadaki yazgıların tutamağı. Dicle sızısındaki öykülerde psikososyal olgulardan bireye doğru değil tam aksine bireyin kendisinden psikososyal alana doğru seyreden bir anlatı metodunu tercih ettim. Çünkü öykünün çekirdeği bireyin ta kendisidir benim için. Anlatı, onun yörüngesinde seyreder. kitabın adı mekana tutkulu bir çoğalmayı ifade etmek için tercih edilse de kitabın tümünde mekana koşullanmışlık söz konusu değil. Çünkü başka kültürlerin Dicle kıyılarına tutunmuş öykülerinin yanı sıra bu coğrafyadan Karadeniz kıyılarına tutunan öyküler de var bu kitapta... Ya da Dicle ruhunun başka topraklardaki bir yaşanmışlığa ilişkin izlekleri...

Bu öyküleri ne zaman yazdınız? Nasıl bir çalışma sürdürdünüz bu toplumu tanımlama, anlamlandırma aşamasında?

Ben fiziksel varlıklar gibi fizikötesi varlıkların da önceki bir zamanda yaratıldığına inanırım. Bu öykülerin ilk nüvesi içime ne zaman düştü bilmiyorum. Güneşe tapanların mekanı Şemsi'lerde mi, Kırklar Dağı'nda mı, Dicle kıyılarında mı bilmiyorum. Tek bildiğim yıllardır içime adeta bir fetüs gibi tutunup doğmak için çırpındığı. Sorunuzun ikinci kısmına gelince; değil doğu toplumunu ve yaşanmışlıklarını, hiçbir toplum veya toplumdaki yaşanmışlıklar hakkında bir çalışma yürütülerek bütüncül bir sonuca varılamaz. Bir sosyolojik yapı içerisinden istediğiniz kadar doku örneği alın sonuçta yine de eksik kalırsınız. Hele Doğu ve Güneydoğu gibi çok kültürlü bir toplumda! Bu toplumun organizmasına dahil olmanız gerekir kavrayabilmek için, yaşamanız gerekir. Bu coğrafyanın damarlarında dolaşmanız gerekir aklından, dilinden, yüreğine kadar... Duyumsamanız gerekir. Bir şehir düşünün ki içinde Müslüman mahalleleri arasına damar damar dağılmış Yahudi, Ermeni, Süryani sokakları, Şemsi tapınakları olsun. Kürt, Türk, Zaza, Arap, Alevi... köylerinin kültürleriyle varlıklarını sürdürdükleri bir coğrafya! Türkülerden dağlara bu coğrafyanın her tarafına mührünü basmış çok çeşitli kültürlerin iç içe geçtiği zenginlikte bir toplum doğası. Dolayısıyla yazabilmek için öncelikle bölgemi yaşadım ve hissettim demeliyim. Belki de kanıma karışan Dicle ve Fırat'ın insanın alt bilincini dönüştüren kimyası... Pek çok inanç için değerli kabul edilmiş toprakların... Pek çok peygamberin ilahi buyrukları soluduğu havayı içinize çekmek az şey mi?

'Gitme' bana göre en belirgin, söylediğini en direkt söyleyen öykü. Bununla birlikte diğer öykülerlerde yoğun iç-ses söz konusu. Yalnız kitaptaki tüm öyküler birbirleriyle alt metinlerde paslaşıyorlar gibi. Yanılıyor muyum?

Bana göre öykü, yaşamdan bir kesitin, türe mahsus bir gerçeklik içinde ifade edilmesi olayıdır. Romandaki bölümlere ayrılmış biçimsel yapıdan çok farklı olarak yaşamın ta kendisindendir. Dolayısıyla öykülerimi kaleme alırken içlerine mesaj kutucukları koyma gereksinimi duymadım. Kalp atışları, öykülerin doğal yapısına cerrahi bir müdahaleyle dışardan pil takmamı gerektirmeyecek kadar sağlıklıydı çünkü. Öykülerim, bölgemdeki gerçek yaşanmışlıkların iz düşümleriydi. Bölgedeki sosyal hayatı incelerken, hatta geniş planda ülkem ve dünyadaki yaşanmışlıkları gözlemlerken tüm farklı yaşanmışlıkların ana yaşamsal akıntılarda tekleştiğini gözlemledim. Bireye yaklaştıkça benzeşmesi fizikötesi bir tekliğe sürüklenişi betimliyor gibi. Suç unsuruyla ifade edersek "öldürmek" gibi, "bağışlamak" gibi... İnsani olan her yaşanmışlığın aynı kaynakta birleşmesi. Bir nehrin küçük sulardan beslenmesi gibi. Ve tüm nehirlerin derinliğini beslediği okyanus, insanın ta kendisi. Hem başlangıç, hem bitiş noktası.

Sokak çocukları, çeteler, mafya, iftiraya uğramış, terörist damgası yemiş içerde yatan insanlar, evde kalmış kız, kaynana zulmü gören gelin... Ana karakterlerin hepsi büyük bir acı içinde, toplumsal cinnetin resmini ortaya koymuşsunuz. Fakat, ben anlatıcının da çok umutlu olmadığını sezinledim. Öyle mi gerçekten?

Umutsuzluk bir çürüyüş, bir sona eriş demektir. Tedrici bir can çekişme hali. Eğer bu kör noktaya saplanmış yani karadöngüde kaybolmuş olsaydım üretebilir miydim? Hiç sanmıyorum. Beni bir fotoğrafçı gibi düşünün. Savaşlarda, afetlerde ölenlerin fotoğraflarını çekerek olayı tüm boyutlarıyla ifade etmeye çalışan bir muhabir ölmüş kabul edilebilir mi? Göçük altında can vermiş birini fotoğraflayarak afeti tüm gerçekliğiyle ifade etmeye çalışması onu bir depremzede mi yapar? Ben de kendi coğrafyamdaki trajedileri fotoğraflıyorum sadece.

Kadının teslimiyetten yana olması dikkatimi çekti "Gitme" isimli öyküde, trajik. Başkaldırıya dair izler az gibi kitapta...

"Gitme", değeri çok geç anlaşılmış bir özsevgi öyküsü. Öz sevgide kişi sevdiğiyle bütünleşir. Olduğu gibi sever. Onu değiştirmeye kalkışmaz. Onda yok olduğundan sitem etmez, başkaldırmaz. "Gitme", Şem ile Pervane'deki pervanenin teslimiyet noktasıdır. Dicle Sızısı genel anlamda isyanın ta kendisidir ama! Örneğin intihar nedir? Bireyin yazgısına boyun eğişi mi? Aileye kafa tutup evden kaçmak, dağa çıkmak "başkaldırı" değilse nedir?

Okura bir tanıklık daveti bu kitap. Bu anlatıya devam etmeyi istiyor musunuz? Tezgahta ne var, ne okuyacağız sizden bir sonraki kitabınızda?

Evet, devam edeceğim... Tezgahımda cesetler var. Mezarları kazıyorum. Tırnak aralarım kara toprakla dolu bu günlerde. Bir hukukçu kuşkuculuğuyla insan kalıntıları topluyorum. İmkansızın peşindeyim. Tam "buldum" dediğim yerde ufuk çizgisini daha uzak bir yerde çizen gizemli bir imkansızın. Bazıları resmi kayıtlarca da desteklenen ama insani boyutları bilinemeyen bu gömütlerdeki kadın çığlıklarını yeryüzüne taşıyorum. Trajedinin boyutunu gözler önüne serecek ve kimsesiz kadın ölülerin anlaşılmasını sağlayacak bir çalışma yürütüyorum.


Dicle Sızısı
Mehtap Yılmaz
Selis Yayınları
118 sayfa

16 yıl önce