|

Üç yeni kitap: Düşünceli, saf, karmaşık

Umut, emek, özgürlük, yoksulluk, sömürülen halk, acı, kavga, ihanet, yüzsüzlük, tabiatın devinimi, Dörtlükler'in anlam omurgasını oluşturan kavramlar. Bunların dile getirilişinde mücadeleci, öfkeli, isyankâr, sert bir sesi tercih ediyor Nihat Behram. Sanki sözünün "gücüyle öcünü" almak istiyor

Turan Karataş
00:00 - 14/12/2011 Çarşamba
Güncelleme: 22:20 - 13/12/2011 Salı
Yeni Şafak
Üç yeni kitap: Düşünceli, saf, karmaşık
Üç yeni kitap: Düşünceli, saf, karmaşık

Orhan Pamuk, roman üzerine düşüncelerini, tecrübelerini anlattığı kitabına Saf ve Düşünceli Romancı (İletişim, 2011) adını verdi. Friedrich Schiller'in bir makalesi ("Saf ve Duygusal Şiir Üzerine") ilham etmiş bu ismi ünlü romancıya. Roman yazarlarını ve okurlarını hemen hemen bu iki kümede topluyor; kendisini de 'saf ve düşünceli' bir konuma yerleştiriyor. Bu ayrım ya da nitelik belirlemesi 'edebî roman' yazarları için ne kadar isabetlidir, buna hemen iştirak edemiyorum; tartışmak, düşünmek gerekir. Ne var, bu sınıflama şairler için yıllardır yapılagelir, hiç de yanlış değildir. Elbette düşünceliler, ilhamdan mahrum; saf şairler, düşünceden uzak denemez. Böyle bir kestirip atma/ ayırma olabilir mi? Saf şairler, ilhamı büyük şairlerdir; içlerine doğanı söylerler; sanki birdenbire, çok bir ölçüm/ tartım yapmadan. Coşkuludurlar. Elbette ne söylediklerini, ne zaman susacaklarını, sözü nerede keseceklerini de bilirler. Türk şiirinde saf şairlerin pîri, kuşkusuz Yûnus'tur, 'Bizim Yûnus'. Nesimî, Ahmet Paşa, Fuzulî, Şeyhülislam Yahya, Şeyh Gâlib, Nâzım, Dağlarca, Attilla İlhan, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, bu kafilenin başatlıları olarak görünür bana. Düşünceli şairlerin pîri Bakî'dir, fakat Necatî'yi unutmadan.

Bahsin açılımı için, bu yazının bağlamı elverişli değil, biliyorum. Birkaç gündür okuyup durduğum üç şiir kitabı üzerine düşünürken böyle bir giriş yapmak aklıma düştü. Bu bağlamda bir husus daha var, ona da dokunmadan geçemeyiz. Yukarıda adını andığım iki şair kümesinden birine dâhil olmayan, söyledikleri onların şiir söyleme biçimlerine uymayan bir zümreden söz edilebilir, sayıları son yıllarda hızla artan. Pîrleri kimdir, öncül örnekleri ne zaman neşv ü nema bulmuştur, meşkûk. Birçokları İkinci Yeni'yi işaret ederler, varsa bir günah onların boynuna yüklerler. Bütün zâniler ordadır, nesebi gayr-i sahih şairler de hep oradan türemiştir! Söz konusu zümreye bir isim vermekte epeyce tereddüt ettim; sonunda bir karara vardım. Kendimi ateşten bir dairenin içine attığımın farkındayım. Saldırmak için bahane arayanlara işte şahane bir fırsat… Allah'ın bildiğini kuldan niye saklayayım; son otuz yılın bu çok parçalı, özü iyice bulanık şiirini üçüncü bir kümeye, adına "karmaşık" diyebileceğimiz bir kümeye yerleştirmek gerektiğini söylemek istiyorum. Kabul etmeyenler, "saf ve düşünceli" saysınlar kendilerini. Ben diyeceğimi dedim…

Düşünceli

Nihat Behram 65 yaşında bir şair. " Anlatı"lar da yazdı/ yayımladı, ama bir şair olarak var zihnimde. Çevremdeki kimi insanlara, fakültedeki öğrencilerime soruyorum, ismini ilk defa duydukları belli; yüzüme öyle bir hisle bakıyorlar. Size şaşırtıcı gelmiyor mu, 16'sı şiir 25 kitap sahibi bir edebiyatçının, bazı edebiyat çevrelerinde, okuyucu kümelerinde adının duyulmamış, bilinmiyor olması! Edebiyatımızdaki bu parçalanmışlığa, körlüğe "kültürel içsavaş" demişti Batılı bir Türkolog. Nihat Behram'ın, dindar, milliyetçi, yeni tabirle muhafazakâr, içi boşalmış o eski tabirle sağcı çevrelerde ve gençler arasında tanınmıyor oluşunu nasıl izah etmeliyiz? Bunun nedeni, genç okuyucunun ilgi azlığı yahut karşı tarafın önyargısı olabilir mi? Yazar ya da şairin okura bir ideolojik dayatmasından söz edilemez mi bu bağlamda? Nihat Behram'ın Dörtlükler'ini (Everest Y. 2011) okurken aklıma geldi bunlar.

Umut, emek, özgürlük, yoksulluk, sömürülen halk, acı, kavga, ihanet, yüzsüzlük, tabiatın devinimi, Dörtlükl1er'in anlam omurgasını oluşturan kavramlar. Bunların dile getirilişinde mücadeleci, öfkeli, isyankâr, sert bir sesi tercih ediyor şair. Sanki sözünün "gücüyle öcünü" almak istiyor. "Zalimin kanla kabaran iştahı" karşısında diklenişi iyi. Mazlumun yanında yer alışı da. Ancak, zulmü düşünüp köpürse de, kendisinin de fark ettiği tutumu şöyle: "Kendime kendi dışımdan baktığımda/ İrkildim açıkçası öfke selimden." Bana sorarsanız, bu öfke, şiirin hayrına değil. İnsana bir dirilik bağışlar mı? Elbette, ancak söz şiire dönüşürse. Bir de şu var okuru ürperten, şairin zengine/ zenginliğe horgörüyle bakılması. Tam burada sormak isterim, her sermaye kirli ve tehlikeli, her patron/ varsıl zalim midir? Şair, hepsiyle kavgalı görünüyor!

Bir ürperti de şu söyleyeceğim hususta duyabilir okur, ben duydum. Nihat Behram'ın yerinde olsam, öncülerinin/ eslâfının gelip gelip hep yüz solgunluğu ile mağlup ve mahkûm olduğu o kirli savaşa tutuşmaz; güçsüz aklın anlamsız sorgulamalarına kapılıp Tanrı ile uğraşmazdım. Dilindeki kıvılcım haklı olduğu savlarda etkileyici, ne ki, haddi aştığında yakıp kül edici. İnanışları hafife almak, sanatı yücelten bir anlayış olmadı hiçbir zaman. Cennetle, ahretle, tavafla, kubbeyle, kıbleyle, hutbeyle, dua ile uğraşmak, çatışmak; Yüce İslam dininin simgelerini karşısına almak, ne kazandırır şiire, bir şaire? "Alnı [haklı] kavganın kalkanı" olmalıdır elbette insanın; ama bizcesi Tanrı'yı unutmadan ve hiç değilse O'na kafa tutmadan. Sözün gelişi, şöyle bir mücadelenin niçin yanında olmayalım: "Kavgamızın 'niçin'i öylesine yalın ki:/ Bakışları üşüyen kimsesiz bebek için/ Karartılan ufuk, yağmalanan emek için/ Can için, vicdan için, yaralı yürek için" (s. 14).

İyi özelliklerini de söyleyelim Dörtlükler'in. Akıl almaz devinimiyle, o bitimsiz güzelliği ve kamaşmasıyla gözü ve gönlü açık insanın önüne açılıveren tabiat, dörtlüklerin ışıldayan yüzü. Şairi coşturan büyülü, büyük güç. Başka türlü söylersek, tabiatın sevinçli manzarası balkıyor birçok dörtlükte. Söz gelimi, geleneksel söz varlığından dönüştürülen şu dizeler ne güzel: "Irmağı dilsiz, dalı kör, dağı kötürüm sanma/ Çünkü ırmak yeryüzünün en dilbaz gelinidir" (s. 10). Sürekli bir dirilikle çınlayan bu tabiattan ders alması öğütleniyor insana; yaşamasına anlam, onur, coşku katması için doğayı ibretle seyretmesi öğütleniyor. Çünkü durağan olmayan doğanın insana coşku vereceğine inanıyor şair. İnsan da, ona bakarak çalışmak, mücadele etmek gerektiğini anlamalıdır; kazandığı bilgisiyle özgüvene, bilinciyle dirence kavuşmalıdır, denmeye getiriliyor.

Nihat Behram, "dildeki köpüğ"ü (anladığım kadarıyla kapalılığı) "kinin örtüsü" bildiği için, açık apaçık söylemekten yana. "Bulanık sözü" kirin tortusu sayıyor, doğru da; anlamı örtük her söz bulanık niye olsun. Şairlerden bilgelik bekleyen okuyucunun hoşuna gidecek keskin ve anlamı açık ifadeleri tercih ediyor şair. Bense bu sözlerin şiirin ipek yumuşaklığı içinde söylenmesini isterim. Yer yer çok sert öğütler, söz hüneri eksik hikmetler, yüzümüzü buruştursa da, Behram'ın dörtlükleri arasında şiir tadı olanlar az değil.

Saf

Haydar Ergülen, şiirlerini genellikle bir saflıkla söylüyor, Aşk Şiirleri Antolojisi'ndeki (İstanbul: Kırmızıkedi Y., 2011) ürünleri de öyle yazmış. Bu sonuncularda eksik olan, çoğalan sözün saflığını kaybedip yavanlaşması. İçe doğduğu gibi yani saflıkla söylemek, her sözü şiir saymak anlamına gelmemeli. Ayrıca, sözün çoğaltılması, şairin kendini tekrarı gibi bir zayıflığı, şiirsel bir sorunu da doğuruyor. Bazen öyle çok çoğaltıyor ki sözü Haydar Ergülen, yazdıklarının içindeki şiir de kaybolup gidiyor. Kendisinin de belirttiği üzere, kolayca yazıyor, söyleşir gibi; ne ölçüm, ne tartım. Yazdıkça sözün şehvetine kapılır gibi. Kitabındaki özellikle uzun uzun metinlerine uygun düşecek en iyi adı kendi söylemiş, "şiirleme". Şairi anlıyorum ve anlayışla karşılıyorum!

Ergülen, yazdıklarını fazlasıyla özel hayatının içine de çekiyor. Şiirin şahsileşmesi değil bu, özel bir alanda dönenmesi. Şiirin özelleşmesi, şairin hayatına ait bazı özel isimlerle, kavramlarla ve simgelerle donatılması, metnin anlam/ çağrışım evrenini daraltıyor. Haziran, Nar, İdil, kırmızı, kiraz, Mısır; bu sözcüklerin şairin imgesel evreninde kazandığı anlam, ne yazık ki okura yansımıyor. Şöyle diyesim geliyor, Ergülen eviçine/ aileiçine mahsus şiirler yazıyor. Kedisi olduğunu anladığımız Mısır'ın ölümü üzerine yazdığı dörtlük gibi genelleştirebilse söyleyişini, daha başarılı olacak: "İnsanın annesi ölünce evi ölüyor/ babası ölünce çocukluğu ölüyor/ kedisi ölünce de sanki/ kalmıyor ölecek başka kimsesi" (s. 33).

Sözün özü, Ergülen'in aşk şiirlerini pek beğenemedim. Düzyazının sularında gezenlerini iyice gevşek buldum. "Aşkın 'yüz'ü" bölümünde yer alan 100 minik/ minimal şiir, bu yargının dışında tutulabilir. Sevimli, incecik bir tat var onlarda. Bir aşkın saflığıyla söylenmiş gibi.

Şiir, nasıl demeli, bir yayın gerginliği, bir tayın ürkekliği, bir okun dokunuşu, bir ışığın şavkısı, bir annenin duası, bir bebeğin kokusu, bir türkünün nağmesi, bir damlanın tene değişi, bir kuşun seherde ötüşü, seven bir kalbin atışı, bir ceylanın bakışı, bir kekliğin sekişi, bir gülün açılışı… gibi olmalı. Biraz büyülü, biraz harika, biraz taze, biraz diri, biraz diriltici, biraz dingin, biraz derin, biraz büyük, biraz görkemli, biraz unutulmaz, biraz oyunbaz, biraz hüzünlü, biraz umutlu, biraz kederli, biraz yakıcı… Aşk gibi bir şey…

Karmaşık

Otuz yıldır yani 20 yaşından beri şiirleri okurun huzuruna çıkarılan Turgay Kantürk'ün (d. 1961) şimdiye kadar yayımladıkları yani daha önce çıkan altı kitabı bir de dergilerde defterlerde unutulmuş şiirleri Peri Çıkmazı (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2011) adıyla bir kitapta toplandı. Kitabın adının altındaki "Bütün Sihirler" ifadesi, hoş bir imâ. Öyle ya, iyi şiirin büyülü ve büyüleyen bir özellik de taşıması gerekmiyor mu? İlk bakışta adı bazı kuşkular doğursa da algımızda, büyülü bir şiir/ şiirler bulmak için umutla sarıldım Peri Çıkmazı'na. Hayıf bana ki, bu kitabın bazı sayfalarını okuyamadan geçtim. Zihni epeyce karışık, çok çok özel bir okura seslenen bir şairin ürünleriyle karşı karşıya olduğumu anladım. Şairin epeyce dolaşık, karmaşık, öz bütünlüğünden yoksun ürünlerinden tat alamadım doğrusu. Bir yandan da 'demek ki bana göre değil'miş diyerek avuttum kendimi. "Keramet sözde değil tendedir" dizesine rastlayınca durdum, düşündüm. Sonraki okuduklarımdan çıkardıklarımı da savıma katarak dedim ki, şair, bana kalırsa sözün özüne nüfuz edememiş/ tesirli gücüne erememiş/ büyüsünü yakalayamamış. Evet, çok yerde kabukta oyalanmış. İlk kitabındaki (İlk Gibi Son) Dıranas esintileri, "ey" takıntıları bir yana, yine benim görebildiğim, Kantürk'ün şiirindeki asıl sorun, kendi sesinin ürünleri olan metinlerin atmosferindeki büyük kaos. Şiirin teknik bilgisinden epeyce haberdar olan şair, sözü şiirleştirmek için her biçimi deniyor, her yola başvuruyor: Şiirsel metinler, haikular, ironik ikilikler, aforizmalar; daha pek çok biçim tecrübesi. Ne var, her şekilde de karmaşadan kurtarıp sağaltamıyor sözlerini. Belki de, Peri Çıkmazı alacakaranlıkta göz kırpan tuzak bir kitap!

Kantürk'ün şiirini beslediği kaynaklar, her birini bir ürünle selamladığı şairlerden az çok anlaşılıyor. Hemen hepsi aynı ırmağın suyunda yıkanan insanlar, aynı düşünce evreninde soluklanan. Hâlbuki, bilhassa şairin, farklı âlemlere/ ufuklara ihtiyacı vardır kalıcı eserler için. Değişik renkler görmeli, farklı sesler duymalı, durgun/ derin/ coşkun sularda yunmalı, bilmediği deryalara da açılmalıdır. Sanat, benzetme doğruysa, belâlı, maceralı hatta tehlikeli, bir o kadar da saygıdeğer, övgüyedeğer bir yolculuktur. Sanat/ edebiyat yoluna adım atan âdemoğlunun, bütün insanlık mirasından nasiplenmesi gerekir. İnancına, ideolojisine bakmadan. Her çiçek, az çok, balözü taşır bünyesinde. Yolunu/ yordamını/ yöntemini bilip balı elde etmek şairin marifetine kalmıştır.

Bunca sözün sonunda, şunu demek en doğrusu galiba. Her ürünün hep bir alıcısı olmuş yeryüzünde. Sözün her türlüsünün de. İnsanlık yaratıldı yaratılalı bu böyle. Bundan sonra da böyle olacak. Her türden, biçim biçim söz söylenmiş/ söylenecek. İsteyen istediğini dinleyecek, okuyacak. Herkes nasibince, algısı genişliğince yararlanacak, tat alacak. Ne var, edebiyat adına ortaya konan eserlerin ne kadar yaşayacağını, en iyi/ en doğru zaman gösterecektir. Biz, damak tadımız, edebi görgümüz, bilgimiz, beğenimiz nispetinde bir değerlendirmede bulunuruz ancak. Gerisi okuyana ve zamana kalmış.



12 yıl önce