|

Vahdet ve kesrete dair Hikâyât

“Yazarın bağlandığı, beslendiği, kendi sorularına cevaplar aradığı kaynaklar önemlidir” diyen Cemal Şakar, kaynağını Kur'an'dan alan öykülerle okuru selamlıyor

Hale Kaplan Öz
00:00 - 5/11/2010 Cuma
Güncelleme: 01:14 - 3/11/2010 Çarşamba
Yeni Şafak
Vahdet ve kesrete dair Hikâyât
Vahdet ve kesrete dair Hikâyât

Cemal Şakar, yeni yayın dönemine iki yeni kitapla girdi. Bunlardan ilki kısa öykülerden oluşan Hikâyât. Yazarın Kur'an öykülerinden esinle yazdığı bu öyküler, yazara her okuyuşunda 'kendini açan' ayetler karşısında yaşadığı coşkunun sonucunda ortaya çıkmış. Bir diğer kitap Yazının Gizledikleri ise fikri ve edebi hayatımızdan önemli şahsiyetlerin portrelerinden ve edebi yazılardan oluşuyor. Bu kitapta 'ağbi'lere eleştiriler de var.

Dar alanda yazılan yoğun öykülerden oluşan 'Hikâyât' ile başlayalım istiyorum. Hikâyât ile yakın dönem öykücülerinin pek de konu edinmediği, kaynağını Kur'an'dan alan olayları merkeze alıyorsunuz. En damıtılmış haliyle insanı, zaaflarını, yeryüzündeki fesadı, hakikat arayışını anlatıyorsunuz. Sizi bu tercihe yönelten sebepler neler?

Şimdiye kadar Kur'an'ı elimden hiç düşürmedim. Kur'an benim için hep öncelikli oldu; neredeyse okumadığım gün yok gibidir. Türkçedeki meallerden okumadığım çok azdır, onlara olan ilgisizliğim de daha çok ya Türkçelerine ya da çevirilerine karşı bende oluşan olumsuz kanaatlerdir. Belli başlı tefsirler de bu okuma sürecinde hep başvuru kaynaklarım arasında yer aldı. Her yeni okuyuşta bazı ayetlerin bana kendilerini açtığını gördüm; daha önce fark etmediğim, düşünmediğim bir anlamla karşılaştım. Bu karşılaşmalar tahmin edersiniz ki coşkulu anlardır. Yaşadığım coşkular, uyanışlar uçmasın, kaybolmasın diye mushafların kenarlarına notlar almaya başladım. Sonraları kenar boşluklar yetmeyince doğrudan bilgisayara yazmaya başladım. Sanırım iki-üç yıl böyle geçti; bir gün, ben neler not etmişim diye dönüp baktığımda, aslında notların hep küçük tahkiyelerle kurgulanmış olduğunu gördüm. Doğrusunu isterseniz ilk anda paniğe kapıldım, ben ne yapıyorum diye. Çünkü söz konusu tahkiyeler ya bir-iki ayetten ya da bir kıssadan hareketle kurgulanmıştı. Bu da benim için ciddi bir sorumluluk doğuruyordu; kavramları bağlamından koparmak, içlerini boşaltmak gibi. Ama Kur'an okudukça kendimi de not almaktan alıkoyamıyordum. İşte Hikâyât'ın 'Bir' adlı bölümündeki öyküler böyle doğdu. Yoksa peşinen, bilinçli olarak yapılmış bir tercih söz konusu değildi.

Hikâyât'ın dili de modern öykü dilinden çok uzak. Oldukça yalın. Söylemek istediğini de sözü dolandırmadan söylüyor…

Modern öykü deyince 50 Kuşağının etkisiyle biraz alengirli bir dil, alengirli bir kurgu filan anlıyoruz. Ama alabildiğine yalın bir dili ve kurguyu önceleyenler de var. Aslında siz, 'mesaj veriyorsunuz', oysa bu modern bir tutum değil demek istiyorsunuz. Bence burada önemli olan yazarın temel tercihleridir. Mesajın eseri zayıflattığı, edebiyatta mesaj olmaması gerektiği fikri daha çok liberallere ait bir iddiadır. Ben yeri geldikçe söylemiştim; her zaman ne anlattığım önemlidir diye. Kendimi her şeyi anlatacak kadar hür ve liberal; ipten kazıktan kurtulmuşçasına başıboş hissetmiyorum. Ama anlatmak istediğimi bir araçla anlatmak zorunda olduğumu da biliyorum. Bu bağlamda öykü plastik bir araçtır ve o araçla ben 'bir şeyleri' anlatmak derdindeyim. Sözünü ettiğiniz kısa kısa öykülerim de benim genel öykü anlayışımdan farklı değiller. Alabildiğine yalın, sade, imgesel ve lirik bir dil içinde kurgulanmış tahkiyelerdir; ama hep bir şeyleri söyleme derdindedirler.

“Şairin işlevi yol göstermek değil, özlem uyandırmaktır” der Herman Hesse. Öykücünün işlevi nedir? Hikâyât bu bağlamda nasıl bir yerde durur?

Kendimi öykücülere bir işlev yükleyecek mezuniyette hissetmiyorum. Benim soru ve cevaplarım hep kendime dönüktür. Öykücünün işlevi diye başlayan yüzlerce aforizma üretebiliriz. Hüküm cümlelerinden ve aforizmalardan mümkün olduğunca kaçınan biriyim; bu nedenle başkalarını ilzam edecek sözler söylememeye çalışıyorum. Benim için edebiyat insana insanı anlatmaya yarayan bir 'araç'tır, öyle amaç filan değildir. Bu nedenle de yazara ciddi sorumluluklar yükler; yazarın bağlandığı, beslendiği, kendi sorularına cevaplar aradığı kaynaklar önemlidir. Çünkü insanlara nihayetinde 'buradan' seslenecektir. Seslendiği yer bakımından insanları ya hayra çağıracaktır ya da şerre. Hadi çağırmak demeyelim, seslenecektir diyelim. Tam kulağa, karpuz kabuğu düşürme hali yani.

Kitap 'Bir' ve 'Çok' başlıkları altında iki bölümden oluşuyor. Bu bölümlemede neyi temel kriter olarak aldınız?

Bir bölümündeki öyküler Kur'an'dan hareketle yazılmış olanlar; Çok bölümündekilerse bu anlamıyla serbest öyküler; hikmet arayışları var, güncel ve gündemdeki konular, soru ve sorunlar var. Yani biri vahdetse biri kesret diyelim.

Hikâye isimli bir hikâye de var kitapta. Artık hikâye yazmama kararı alan ve başkalarınca hikâyesi yazılabilecek biri olabilmek için dua eden yazarın hikayesi… Bu sizin hikâyeniz mi?

Şimdiye değin hep kendimden yola çıkarak yazdığımı söyledim; ama bu durum öykülerimdeki tiplerle benim özdeşleştirmemi gerektirmez. Kendimden yola çıkmayı; tanıdığım, bildiğim, gözlemlediğim, bir anlamıyla yabancısı olmadığım kişi veya konuları yazma; dolayısıyla samimiyet arayışı olarak değerlendirmek lazım gelir. Sözünü ettiğiniz öyküdeki hikayeciyi de eleştirmenlere bırakalım.

Bir diğer kitap Yazının Gizledikleri başlığını taşıyor. Bu kitap, Mehmet Akif, Nurettin Topçu, Yahya Kemal, Cahit Zarifoğlu, Nazım Hikmet gibi edebi ve fikri hayatımızda yer eden kalemlere dair düşüncelerinizi ve edebi eleştirileri içeriyor. Kitap, bağımsız yazılardan mürekkep gibi görünüyor. Tüm bu yazıları 'bir' hale getiren ortak bir unsur var mı?

Elbette o kitaptaki yazılar birbirinden bağımsızlar. Onları bir araya getiren ortak unsur, benimle ilgili bir durum. Üzerine yazdığım insanlar, düşünce ve edebiyat hayatımda her zaman önemli olmuş, beni beslemiş ve değiştirmiş olanlardır. Yani bir anlamda yol haritamın parçalarıdır. Hiçbiri ödev gereği yazılmamıştır; hep onlarla ilgili söyleyecek bir sözüm varsa yazmayı tercih etmişimdir. Çünkü benim okumalarım öncelikle kendime dönüktür; eğer bir kitabı okuyorsam ondan ne alacağıma, nelere karşı çıkacağıma bakarım; hiçbir kitabı 'şunu alıp ağır bir şekilde eleştireyim' diyerek okumam. Zaten eleştirmen değilim ve bu benim işim değil. Benim derdim beslenmek, biriktirmektir. Tabii okuduğum kitaplarla bu anlamda girdiğim bir alış-verişim oluyor, işte inceleme ve eleştiri yazılarım tam bu noktada doğuyor. Yazdıklarımın bir değeri varsa eğer, benden sonrakilere bir yol haritası ya da haritadan kimi parçacıklar sunsun diye oturup yazıyorum.

Yazının Gizledikleri'nde açığa çıkan portrelerden, Nuri Pakdil'e dikkat çekmek istiyorum. Pakdil, uygarlıktan kopma ve yabancılaşmadan, yerli sanatla çıkılacağı görüşünde. En etkili ve evrensel silahın kelime olduğunu söylüyor Pakdil. Yerli sanat bağlamında bugün ortaya konan verimleri bu çerçevede nasıl değerlendirmeliyiz?

Hece'nin Yerlilik özel sayısında, yerlilikle ilgili fikirlerimi ifade etmeye çalışmıştım. Yerlilik benim çok da içime sinen bir kavram değil. Çünkü bir ucu, 'kim daha yerli' gibilerinden bir tartışmaya açık. O yazımda da vurgulamaya çalıştığım gibi Ulusalcılığa kadar varabilecek bir fırsat sunuyor. Aslında bir dönem İslam, Müslüman demenin suç sayıldığı yıllarda uydurulmuş ikame bir kavram sanki; tıpkı milli gibi. Bu bağlamda edebiyatla düştük, düştüğümüz yerden edebiyatla kalkacağız fikri bana fazlaca romantik geliyor. Düşüşümüz bir süreçti, süreci farklı tarihlerde başlatanlar var; niye düştüğümüz sorunu, hangi tarihte başladığından daha elzem. Sanki Tanzimatçılar ya da İttihatçılar olmasa, düşmeyecektik gibi bir çıkarsama yapılıyor; bu doğru değil. Osmanlı düşüşünü kendisi başlatmıştı, elinde değildi, ürettiği gelenek içinde tutuldu kaldı ve bu donma, düşüş sürecini başlattı diye düşünüyorum.

Yerli sanat fikri de bu bakımdan bana sıcak gelmiyor; örneğin Marksistler de evrenselcidir ve ürettiklerin sanatın bizatihi evrensel olduğunu düşünürler. Yerlilik ve Batılılık ayrımı oryantalistlerin lokmasıydı, yuttuk; evrenselcilik 'şah-eserlerin' tek göstergesiydi, yuttuk. Bugün bizler Türkiye'de yaşayan ve Türkçe eserler veren insanlarız; burada önemli olan bizi bir arada tutacak 'ilkelerin' ne olduğu, ne olacağıdır. Bir eser Batılı ya da Doğulu olduğu için değerli olmaz; bu aracı kullanmakla ilgili bir sorundur; kimin daha güzel sürdüğüne bakılır. Çünkü değerlere sahip olan ve sahip olduğu değerleri savunan insandır, araç değil; aracın bir değeri yoktur, sürücüye bakılır.

Bu kitapta 'ağbi'lere yönelik kimi eleştirileriniz de var. Bizde bu alışkın olduğumuz bir durum değil. Ne dersiniz?

Haklısınız, pek alışık olduğumuz bir durum değil; bizde ağbiler/üstadlar ya hak etmedikleri kadar yüceltilirler ya da hak etmedikleri kadar görmezden gelinirler. Her iki tutum da marazidir. Beşeriz, yani şaşarız; ben sözünü ettiğiniz eleştirilerimi ortaya koyarken de şaşmış olabilirim. Buradaki benim ölçüm samimiyetimdir; az önce söylediğim gibi onlar benim düşünce ve edebiyat anlayışımda etkili olmuş, beni değiştirmiş insanlardır. Onların hiçbir kitabını eleştirmek için elime almadım; fakat onları yüceltmek ya da görmezden gelmekle yine onlara kötülük yapıldığını düşünüyorum. Eğer biz zincirin halkaları gibi birbirimize ulanarak düşünsel bir damarı/tavrı sürdüreceksek, bunun yolu birbirimize katkı vermekten geçiyor; ifrat ya da tefrit sadece halkayı zayıflatıyor; söylemeye gerek var mı zayıf halka kopar diye.



13 yıl önce