|

Varlığın cebindeki soru “Neyin peşindesin?”

Ateş ve Bahçe, esin veren bir kitap. Zengin çağrışımları, tekrar tekrar okundukça zihinde kendi paragrafını yaratan cümleleri ile 'bir' ve 'çok'un dünyası arasında mekik dokuyor

Nursem Banu Özyürek
00:00 - 12/01/2011 Çarşamba
Güncelleme: 23:08 - 11/01/2011 Salı
Yeni Şafak
Varlığın cebindeki soru “Neyin peşindesin?&#
Varlığın cebindeki soru “Neyin peşindesin?&#

Leyla İpekçi yeni romanı Ateş ve Bahçe'de; benliğin ve insanlık tarihinin yollarını adımlayarak birbirimize dokunabileceğimiz bir ufka varmaya çalışıyor. Kendini evrenin iç sesine ve toprağın belleğine emanet ederek…

Ateş ve Bahçe, esin veren bir kitap. Zengin çağrışımları, tekrar tekrar okundukça zihinde kendi paragrafını yaratan cümleleri ile 'bir' ve 'çok' un dünyası arasında mekik dokuyor.

Yolculuk ve arayış üzerine, “deneme”sini de kendinde barındıran bir roman kaleme almış İpekçi; kişisel tarihi, insanlık tarihi, dinler tarihi içinden çıkardığı soruları şiirsel bir dil ile serpmiş eserine. Ateş ve Bahçe'yi, İpekçi'nin okuruna naif bir çağrısı olarak da alabiliriz; evrenin kitabını okumaya, kişisel arayışıyla yüzleşmeye ve insanlığın ortak diline kendi bahçesinden bir harf taşımaya dair. Yazar, burada da önceki eserlerinde olduğu gibi, zahiri olandan batıni olana doğru sarmış zamanı ve kulağını hep o iç sese emanet etmiş.

Anlatı; eşiyle birlikte “Hakikat Ruhu” isimli bir belgesel serisi hazırlayan kadın karakterin kocasını kaybettiği günde başlıyor. Bunun üzerine ilk soru düşüyor kitaba. Akla. Ve sonra diğerleri geliyor. Ortak noktaları hep aynı bahçenin toprağını deşmeleri: Hakikati arayan, varlığı evirip çeviren sorular bunlar. Uzun zamandır beklenen romanını okur okumaz İpekçi ile konuştuk ve sorularını sorularımızla buluşturduk…

İlk sayfada çıplak iki kelime karşılıyor bizi: “Neyin Peşindesin?” Kitabın ana karakterine yöneltilse de aslında okuyucuyu muhatap alıyor gibi geldi bu soru bana.

Romanın ve daha geniş olarak edebiyatın amacı, bir eseri onu paylaşanla yeniden diriltmek, dönüştürmek diye düşünüyorum. Okurun kendini romana katmasıyla ancak, dilin metaforları yeni manalar kast etmeye başlar. Ve bizi yeni imgelere gönderir. Hepimiz kendi bahçemize dönmeliyiz okurken. Yoksa sadece yazara ait olan bahçeye hapsolur kalırız. Bu anlamda, yeryüzünde yatay bir yolculuk yaparken aynı anda hakikate, yani kendi bahçemize doğru diyelim, dikey bir yolculuk daha yaparız. Peşinde olduğumuz ile bizi izleyen birdir aslında. Bu örtüşme ve çakışmaları, yani bu buluşmaları sezdirmekti amacım. Bu şekilde kozmik bir belleğe varmayı denedim. Hepimize ait olan...

Çok katmanlı bir yolculuk var anlatınızda; belgesel için yapılan yolculuk, kadının kocasıyla geçmişine yolculuğu, insanlığın tarihine, dinler tarihine, dünyanın ilk anılarına yolculuk ve hepsinin toplamında da aslında hakikate yolculuk. Böylesi çetin bir yolculuğa nasıl çıkacak insanlar?

Hakikatin insanı kucaklayış biçimi her birimizde biricik. Herkese yansıyan bu biriciklik ortak algımızda belirsizdir. Bulutludur. Hakikati ancak mecazlarıyla algılayabiliriz. 'Ateş ve Bahçe', işte bu belirsiz, bulutlu, sisli gerçeğin yankılarını birlikte işitmeye bir davet benim için. Romanda Hakikat Ruhu'nun bu müphemliğe perde olmasını dilin çeşitli katmanlarını kullanarak vermeye çalıştım. Efsane, rivayet, dua, şiir, deneme, anı, hayal, rüya, senaryo, günlük gibi formları belli bir biçimde harmanlayarak bu dili bilinç akışıyla kurmayı denedim. Okur, varmak istediği hakikate göre hangi vasıtaya bineceğini kendisi belirleyebilir.

Roman boyunca bizi arayışının peşinde sürükleyecek karakterin o “ilk soru” ile karşılaşması, birlikte seyahat ettiği eşini kaybetmesinin akabinde gerçekleşir. Siz burada bir sarsıntıyı, kaybı ve yalnızlığı koymuşsunuz tetikleyici olarak. Peki insan başka hangi durumlarda yüzleşmeye başlar sorularıyla? Siz ne zaman duymuştunuz cevap isteyen o sesi?

Bir belgesel çekmek için birlikte çıkılan yolculukta kocasını kaybeden kadının iz sürme serüveni bu roman. Hepimiz arayışlarımızın izdüşümü değil miyiz? Sevgilinin peşinde iz sürmek, bizi var edebilir, yok da edebilir. Bazen de bizi artık sevgiliyi aramayacak hale getirir. Belki de her birimizin hangi niyetin peşinden gittiğiyle alakalıdır neyle yüzleşeceğimiz! Her an duyabiliriz cevap isteyen bu sesi. Ve her an ona başka bir cevap verebiliriz. Benim de verdiğim cevaplar değişken. İbn Arabi'nin El-Fütuhatül Mekkiyye'sinden 'Harflerin İlmi' adlı bölümünü okuyalı on yıl oluyor. Beni asıl cevaplara yollayacak soruları o zamandan beri sormaya başlamış olmalıyım.

Ana karakterimiz, kocası ile birlikte “Hakikat Ruhu” ismini verdikleri bir belgesel serisi hazırlamakta, bununla ilgili görüntü ve notlar toplamaktadır. Anadolu'yu ve Avrupa'yı kat eder; taşın, kitabın, insanların sesini dinler. Evren ona ne söyledi bu ruha dair? Muhteviyatıyla ilgili.

Evrenin kitabı! Bazen fısıltılarla okuduğumuz, bazen haykırarak, yalvararak, dua ederek, iç çekerek kimi zaman... Kainatın alfabesini kendi lisanımızla defalarca yeniden okuyabiliriz. Ömür boyunca bitmeyen bir uğraş bu. Kalemin yazmış olduğunu, mürekkep çoktan kurumuş da, kendi sesimizle okumakla yükümlüyüz. Yazmak ve edebiyat da bu anlamda bir 'okuma vaadi' bence. Hakikat Ruhu'nun roman boyunca birçok mecazını okuyoruz. Yuhanna İncili'nde geçen ve Müslümanlarca Hazreti Muhammed'i işaret ettiği düşünülen adı da, isimlerle ilgili bir merak oluşturuyor. Kadın kahramanın nezdinde anlamlandırmaya çalışıyoruz Hakikat Ruhu'nu. Onu kaybolmuş kemiklerde, toprakta pıhtılaşmamış kanda, katmanlaşarak dondurulmuş kadim hikâyelerde arıyoruz. Issız ve dağlık okul yolundaki çocuklardan mozaik bekçilerine, avluda dağı bekleyen ihtiyarlardan taş işleyen gençlere, bir azizin sırrını kendi felsefesiyle çözmüş elektrik teknisyeninden kayıp oğlunun birkaç kemiğiyle teselli bulan babaya, kendi şiirini okuyan cam temizleyicisinden, Ayet el Kürsi okuyarak hayata tutunmaya çalışan çocuğa dek... Hep birlikte içinde Hakikat Ruhu barındıran her şeyin en ince ipliklerle birbirine bağlanışını keşfedelim istedim.

Her bölüm başında bir epigraf var. Farklı farklı yazarlardan, bambaşka yerlerde duran düşünürlerden alıntılar kullanılmış. Burada, kitabın da duygularından biri olan “çokluktaki birlik” ve her şeyin her şeyle ilişkili olması durumunu mu pekiştirmek istediniz? Bölümler ve epigraflar nasıl buluştu?

Teşekkür ederim, bu sorunun sorulması dahi bir paylaşım benim için. Büyük ölçüde cevabını da içinde barındırıyor. Evet, metinler arasında bir bağ oluşturmaya çalıştım. Yalnızca olaylar, hikayeler ve kişiler arasındaki bağlantıları bilgi düzeyinde vermek değildi meselem. Bir ses bütünlüğü içinde, harf kardeşliği kurmak istedim. Yazar ile okur arasındaki bağlara ve bahçelere de bir gönderme olabilir! Bölümler ve epigraflar, romanın biçemini oluşturacak bir biçimde bu yaklaşımın unsurları olarak görülebilir. Bu yıl yeni baskıları yapılacak olan 'Başkası Oduğun Yer' ve 'Maya' adlı romanlarımda yine bir öykü anlatmaktan ziyade bir durumu, bir sesi, bir yüzü veya bir an'ı genel ve zahiri olandan içeri doğru sararak anlatmaya çalışmıştım, tabii farklı üsluplarla. Çünkü bu anlayışla yazdığım romanlarda tek bir şeydeki çeşitliliğin dilini kurma çabası, çoktaki birliği göstermeyi mümkün kılıyor.

Ortak dili bulmaktan bahsediyorsunuz. Doğunun batısına batının doğusuna değmekten… Nasıl olacak bu? Dante ve İbn Arabi'nin “iç ses” kardeşliği, Akmanastır'ın bahçesindeki mescit mi umut veriyor size?

Hayır. Aksine. Anlatıcı kadın tek başına yolculuğuna devam ettikçe onlarca yıldır süren bir savaşa isyan eden gençlerin, acılı analarla babaların belleğiyle karşılaşır. Kimi zaman yıkık kiliseler, unutulmuş yatırlar, ıssız su yolları, isimler, efsaneler, rivayetler eşlik etmektedir ona yolculuğunda. Kimi zaman da değişen, dönüşen 'yeni hayat'ın yeni ritüelleri. Ulaştığı her yeni mekan, tanıştığı her insan yüreğinde sakladığı sevgiliye dair başka bir anıyı ortaya çıkarır. Toprağın anılarıyla, kadının anıları gerçeğin farklı katmanlarında buluşur.

Onlar, özellikle de yıkık kiliseler bizim toprağımızın tanıklık ettiği yarım kalmış vedaları temsil ediyor. Bu memleketin mazisine ait. Ama yok olmamışlar. Tıpkı kayıp sevgilinin yok olmaması ve arayan kadında canlı kalması gibi!

Romanda karşımıza sık sık çıkan imgelerden biri çok eskiden beri yanmakta olan, sönmeyen bir mum alevi. Var olan hiçbir şeyin yok olamayacağını, her şeyin hakikate şahitlik ettiğini, bu yüzden de canlı olduğunu hatırlatıyor bize. Canlı olan her şeyin bir konuşması vardır, öyle değil mi? Romanımda farklı dillerden çıkan sesleri bir ahenk içinde işitmeyi ve işittirmeyi arzuladım. Bunun tınıları bize ve bu topraklara ait ortak bir bellekte kıyamete dek canlı. Hakikatin dolayısıyla hakkın izi düştüğü sürece anılarla vedalar, hayallerle dualar belleğimizde tüm sınırları ortadan kaldırarak var olurlar. Aynı anın içinde. Tüm vakitleri kucaklayarak. Akmanastır'ın bahçesindeki mescit çoktan mazi olmuştur. Ama anılar belgesele, belgesel gerçeğe, geçek romanın kurgusuna dahil oldukça, sadece 'Ateş ve Bahçe'de dirilen bir ses çıkabilsin istedim. Ortak dilimizle bunu işitebiliriz!

Nasıl bir hazırlık sürecinden ve yazma aşamalarından geçtiniz bu roman için?

Uzun yolculuklar yaptım. Hem memleketin doğusuna batısına. Hem dünyanın. Yaptığım yolculukları yeniden hatırladım. Gezmek ve birkaç turistik kare elde etmek için değil, anlamak, anlamlandırmak için baktım insan yüzlerine, taşa, toprağa. Onlara karıştım. Onlarla yaşadım. Aynı anda kendi içime bakmaya çalışıyordum. Topluma ve siyasete dair yazdığım her gazete yazısının sorumluluğunu taşıyordum bir yandan. Sosyolojinin analitik dilinden sıyrılıp bu romana ait olan iç sesi bulmaya çalıştım uzun süre. Dört yıllık bir yolculuktu. Bir önceki romanım 'Başkası Olduğun Yer'de de benzer bir süreç yaşamıştım. Ama kendimi daha ziyade tecrit etmiş, sükuta çekilmiştim. Bu sefer aksine, bu sürecin hemen her aşamasında metnin evrilişine şahit olan bir başka dostum vardı.



13 yıl önce