|

Vicdanlarımız çürük yumurtalar gibi

Sibel K. Türker, Benim Bütün Günahlarım ile, hep kendine yontan, akıl almaz bencilliğiyle hastalanmış modern insanın, doldurduğu günah defterlerini şöyle bir karıştırmasını istediğini söylüyor

Hale Kaplan Öz
00:00 - 18/07/2010 Sunday
Güncelleme: 20:39 - 17/07/2010 Saturday
Yeni Şafak
Vicdanlarımız çürük yumurtalar gibi
Vicdanlarımız çürük yumurtalar gibi

Şair Öldü, Ağula, Meryem'in Biricik Hayatı romanlarının yazarı Sibel K. Türker, son romanı Benim Bütün Günahlarım'da, küçük dünyasını ve ailesini bir kasabada bırakıp, tüm yalnızlığı ve acıya olan tutkusuyla büyük kente sığınan Toros'un kıvranışlarını anlatıyor. Bir otel odasında geçirdiği günleri, tesadüfen karşısına çıkan kişisel gelişim uzmanı Bay Canan ile değişen Toros'un yazgısına odaklanan yazar, korku, kaçış, yabancılaşma, aşırı bireyselleşme gibi temaları romanında ustalıkla işliyor. Menemen yemeği, onun minimalliği, basitliği, vazgeçilmez lezzeti ve yalnızlıkla olan arkadaşlığı, Türker'in çıkış noktasını oluşturuyor. Yazar, gri alanların ana fonu kapladığı romanında, ayaklı yanlışlar gibi olduğumuzu, vicdanlarımızın da çürük yumurtalara benzediğini göstermek istediğini söylüyor.

“Bir yazar okumuştum, korkuyordu adam. Korkudan taş kesilerek, korkunun içinden sözcükler yakalıyordu.” diyor Toros. Onun yazgısı da korkularıyla örülüyor. Bu karakteri ilk hangi halden yakalamıştınız, sonrası nasıl gelişti?

Aslında kitabın içinde bir sabit fikir gibi duran “menemen” yemeğini, onun minimalliğini, basitliğini ve vazgeçilmez lezzetini düşlemiştim ilkin. Böyle, bu yemek kadar kolay ve pratik bir roman yazmaktı derdim. İçinde fazladan hiçbir şey barındırmayan. Sonra menemeni öncelikle kimlerin yiyebileceğini düşünmüştüm ve bu bana onun esasen bir yalnızlık yemeği olduğunu fark ettirdi. Kalabalık, mutlu ailelerin büyük sofralarında gerekmedikçe yer bulamazdı. Çoğu insan ona burnunu kıvırır, açlığı bastırmaktan öte bir anlamı olmadığını düşünürdü. Bekar adam ve kadınların hemencecik yapabileceği ve hemencecik tüketebileceği, masrafsız, yalın bir yemek. Gösterişsiz. Yalnız adam ya da kadınların sadakatle bağlı olduğu bir yemek.

İnanması zor ama roman buradan yola çıktı ve gele gele Toros'un yalnızlığına ve korkularına dayandı.

Şimdi ben de düşünüyorum: Romanlar sandığımız kadar büyük büyük fikirler midir diye. Büyük fikirlerle yola çıksalar da gündelik hayatın pek çok sıradan ayrıntısıyla beslenirken onlar hakkında ne düşünmeliyiz?

Ya da küçücük, üç malzemeli bir yiyecekten yola çıkan bir romanın varlığın hala çözülememiş sırlarıyla hemhal olması çok mu imkansızdır diye…

Naylon yaşamların karşısında duran, soran, sorgulayan, acı çeken bir karakter Toros. O ve onun hayatına eklemlenen karakterlerle oluşan bu romanla, en temelde bugüne, bugünün insanına ne söylemek istediniz?

Bugünün insanına yanlış yolda olduklarını söylemek isterdim, eğer bir peygamber olsaydım. Fakat doğrunun, gerçeğin ne olduğunu söyleyecek cesareti de bir yazar olarak bulamadığım kesin.

Sanıyorum insanın günde iki kez doğruyu gösteren bozuk bir saatle yaşaması durumunu anlattım. Doğrularımızın ne denli kaypak ve az bulunur şeyler olduğunu. Neden bozuk saatleri tamir ettirmediğimiz de ayrı bir romanı konusu belki de. Ayaklı yanlışlar gibiyiz demek istedim herhalde. Vicdanlarımız da çürük yumurtalar gibi.

Hep kendine yontan, akıl almaz bencilliyle hastalanmış modern insanın doldurduğu günah defterlerini şöyle bir karıştırmasını istedim zannımca. Tanrı'dan önce kendi gözünde bunun ne anlama geldiğini tartmasını istedim.

“Bir de tuhaf ama bütün bu sıkıntılarla yaşamak güzeldi. Baş ağrısı hissetmek nedense güzeldi. Of çekmek, bununla dağları yerinden oynatamamak, insanın evrendeki etkisizliği harikuladeydi.” ve “Sorum'u şiddetle özlerken bile yaşamak iyiydi.” diyor. Kaba, çekincesiz ve gizemsiz bir ruhu olan Gülümse'ye aşık oluyor. Toros'un acıya olan tutkusu neyle açıklanabilir?

Varlığını anlamaya yönelik bir tutku olabilir bu. Çünkü biz tıkır tıkır bir makine gibi işleyen vücudumuzu da bir yerimiz acıdığı, ağrıdığı zaman fark ederiz. “Ah başım, ah kalbim” demek de varlığın tamlığında, her zamanki gidişatında bir aksaklık oluştuğunu anlamamızdandır. Ruhsal acı çektiğimizde de durum farklı değildir. Maalesef aslolan acıdır, acı hissiyle o farkındalığı yakalayabiliriz. Uyum işlevseldir ama acı çekmek her halükarda sizi sürüden uzaklaştırır. Zaten isteseniz de o kör topal halinizle yakalayamazsınız sırra kadem basan sürüyü. Ne ruhsal ne de bedensel olarak. Bir zaman sonra da gönüllü olarak vaz geçersiniz zaten.

Bir diğer karakter Canan ise kişisel gelişim uzmanı. Kendi hayatına dair bir umut ışığı yok iken insanlara şifacı olmaya aday biri. Toros'un hayatındaki hayali kişi Sorum'un gidip yerine Muamma'nın gelmesi Canan ile nasıl ilişkilendirilmeli?

Aslında Muamma beyin gelmesi, Toros'un hayatına Canan beyin girmesiyle ilişkili değil dikkatle bakıldığında. Sorum Toros'un gençlik arkadaşı deyim yerindeyse. Sorum kentin içinde taşralı, heyecanlı, meraklı bir ergen olarak soruları da cevapları da tüketiyor. Çocuksu kalıyor. Toros'un olgun bir erkekliğe devam etmek için sırtının sıvazlanması, bunun için de görmüş geçirmiş bir abimiz olan Muamma beyin gelmesi gerekli. Ona erkekliğin kitabından pasajlar okuyacak, korkmamasını, dirayetli ve kararlı olmasını söyleyecek. Bir anlamda Toros'un bastırdığı baba özlemini giderdiği bir hayali figür. Yer yer de gerçekten- nefret ederek sevdiği- babasına benzemekte. Ancak onun da güçsüzler evinde kalan bir figüran eskisi olduğunu anladığında Toros'ta ipler kopuyor…

“Müşteri. Modern hayatın içindeki yeni adım. Değişmeyen konumum. Halbuki ben müşteri değil, hastayım.” Burada ciddi bir sistem eleştirisi var. Sosyal ilişkinin maddileşmesi söz konusu. Aynı durum kişisel gelişim uzmanının konuk-hasta-müşteri ilişkisi için de geçerli…

Evet, modern, gelişmiş hayatta hep bu mal ve hizmet veren- mal ve hizmet alan ilişkisi var. Para etrafında dönen kavramlar. Kimse ağrıyan dişinizi bedavaya çekmez. Ama benim çocukluğumda bedava iğne yapan komşu teyzeler vardı. Ne tatlıydılar, elleri de pek hafifti. O teyzelerin gözünde hep insandınız, başkaca bir şey değil.

Şimdiyse her şeyin, her ilişkinin müşterisiyiz. Kitabın okurları da birer müşteri. Müşteri olmak insana kendini güçlü hissettiren, sırtını sıvazlayan bir duygu. İştira; yani satın almak kökünden geliyor Arapça'da. Bu da parasallık demek. Tükenmiş benliklerimizi iyileştirdiğimizi sandığımız yer. Neyse, herkesin bildiği ama çare olamadığı bir durumdan bahsediyoruz aslında.

Hz. Muhammed için pek çok ayette denir ya: “Bu söylediklerine karşılık sizden bir ücret mi istedi?” diye…

Canan beye gelince… Toros kitabın bir yerinde onun peygamberlikten para kazanan bir İsa olduğunu düşünüyor bir an ama oldukça haksız. Canan bey olabilecek en iyi halde. Sadece ailesini geçindirmek zorunda olan birisi. Bu onun temiz kalpliliğine halel getirmez.

Şehrin gözlerinin üzerinde olduğu bir yabancı olan Toros, bedenine, cinsiyetine, özüne bir yabancılaşma içinde aynı zamanda. Bu aşırı bireyselleşmenin bir sonucu olabilir mi?

Evet, sanırım. Kendi üzerine aşırı bir odaklanma var. Bu da korunma içgüdüsüyle açıklanabilir ya da yabancı, hep uzak ve yabancı kalmakla. İşin kötüsü kendi taşrasında da olan biten şeylere uzak ve yabancıydı. Küçük coğrafyalarda yaşanan bu yabancılık hissi kendini daha çok ele verir aslında, küçük yerlerde insanlar aralarındaki yabancıyı hemen tanır. Akların içindeki kara gibi. Bunu anlayan kahramanımız büyük kentin o emen, soğuran ve paketleyen karmaşa ve hızında herkes gibi olarak, renksizleşerek yol alabileceğini sanıyor ve oraya kaçıyor. Tanınmayacağına, mimlenmeyeceğine olan inançla. Ancak beklediği gibi olmuyor, şehrin yabancılığını kahramanımız hissediyor bu kez ta hücrelerine dek. Bu duyguyu tolere edemiyor.

Bu kaderi kim yaratıyor, kendi beyni ve ruhu mu yoksa bu bir ilahi yazgının eseri midir? Pek bilemiyor. Bunu kimse bilemez zaten. Yazılan da yazan da metnin kaçınılmazlığına teslim olmuşlardır çoktan.

14 years ago