Tarık Sipahi, "Dokuz Öpüşen Balık" ve "Oyunbozan ile Köprücücesi" kitaplarının devamı niteliğindeki "Lacivert Kedi"de de meraklı okurunu sorularla kışkırtıyor. Yeterince realizm yaşadığımızı söyleyen yazar, Sırtoplayıcısı, Geceçobanı, Kardansçısı gibi hayal kahramanlarının, söylencelerle yoğrulu hikayeleriyle bambaşka bir dünya kuruyor okura. "Keyifli, insana dair, değişmez şeyler yazmaya" çalıştığını söyleyen Sipahi, uzun yıllar gazetecilik yapmış, bazı ansiklopedilerin oluşumunda görev almış. Ama artık sadece yazıyor ve resim yapıyor.
Evet, doğru. Köprücücesi'nin romanı... Sanki başkahramanı Köprücücesi de her şey onun etrafında dönüyor.
Belki ikisi arasındadır. Köprü de öyle bir şeydir zaten. Belki Köprücücesi de öyküyle roman arasında duruyordur.
Tamamen benim buluşum. Geceçobanı, Sırtoplayıcı, bunlar tamamen benim hayal ürünlerim.
Tabii, ağaçları da dinliyor, duyuyor. Ağaçların şikayetlerini dinliyor.
Benim hayal gücüm. Öyle olabilir diyorum. Ben ekliyorum. Bir-iki tanesi de kulağıma gelmiştir ama onları onla, yirmiyle çarpıyorum. Geçen hafta Assos'taydım. Yaşlı, çok muhterem bir profesör var masada. Bize geçmişiyle ilgili bir şey anlatıyordu. Yanımdaki dikkat etti: "Bütün anlattıkları ölmüş," dedi. Anlatıda geçen arkadaşları... Sonra ben farklı dinlemeye başladım. Karşımdakinin yaşlı olduğunu, son bir tanık olduğunu hissettim. İşte o, benim yaşadığım bir şey... Ama bunu aynı zamanda iki bin yıl evvel Ege'deki bir Likyalı da yaşayabilir. Dinler yaşlı balıkçıyı diyelim, "Aaa, bütün anlattıkları ölmüş, ben bunu daha dikkatli dinleyeyim, daha saygıyla dinleyeyim, bu son tanık..." Bunu iki bin yıl evvel genç bir gemici de yapabilir. Bugün de benim başıma geliyor. Ben de bunu metne geçebilirim ve bu, değişmeyen duygudur. Aşk, nefret, kıskançlık gibi... Keyifli, insana dair, değişmez şeyler yazmaya çalışıyorum.
Evet. Okuduğumuzu anladığımızdan şüpheliyim. Ukalalık belki ama, okumayı bilmek çok önemli.
Çok güzel bir şey, keyifli bir şey. Bir tür çoğalmak, bir tür tekrarlamak, ayıklamak... Çok şey var yazmanın içinde. Mesela marketten geldiniz, bir poşet yiyecek aldınız, yiyecekleri boşaltıp poşeti de bir yere koydunuz. Poşeti başka bir yere taşırken değiştirir, o kırışıklığı düzeltirsiniz, katlarsınız ya da topaç yaparsınız. Bir poşetin yerini bile değiştirirken bir değişime uğrar. Yazmak ve anlatmak da öyle bir şey. Diyelim ki motorla bir yere gittiniz, su sıçradı, üstünüz ıslandı dalgadan... Bunu anlatırsınız: Işık var mıydı, güneş var mıydı, memnun mu oldunuz, üzüldünüz mü, sevindiniz mi deniz suyu üstünüze sıçradığı için gibi... Bir yaşadığınız, bir de bunu yazarak anlattığınız, paylaştığınız vardır. Orada çok ortaya çıkıyorsunuz. Nasıl anlatıyorsunuz? Şikâyet mi ediyorsunuz, "Ayy, ıslandım, mahvoldum." ya da "Of, ne güzel!"... Yazmada ikinci bir yaşam var gibi geliyor bana.
Evet, evet.
Tabii değişiyor ama siz bunu ne kadar duru yansıtırsanız... Evrensel... İnsan ruhunun değişmezliklerinde, neşe ve sevinç arasında... O kadar çok çakışırsınız diğer insanlarla.
Hayır, hiç mektup yazmadım ben ama mektup yazanlara özel bir saygım var. Çünkü hâlâ günümüzde mektup yazanlar var. Her ne kadar e-mail ve cep mesajları varsa da... Ve o daha kristalize ediyor, daha kutsuyor, var öyle bir-iki arkadaş ve çok seviyorlar mektup yazmayı ve ben de onları saygıyla karşılıyorum. Ben kendim yazmıyorum, notlar alırım ben, öykülerimle ilgili, çok kısa cümleler şeklinde...
Hayır ama yazarak geçirmeye çalışıyorum. Belki okurlara mektup yazıyorumdur. Okura mektup, bilinmeyene mektup...
Ama hayat öyle bir şey zaten. Söylenmeyendir. Sezdirmek daha önemli açık açık söylemekten.
Hiç birine...
Yok. Yazarken sıfırdan yazıyorum. Oturuyorum, aldığım notları önüme alıyorum...
Yok. Hepsi bir bir erimiş vaziyette bende. Her şey, bütün okuduklarım. Hepsi, biri önde değil. Mikser gibi. Muz ile havuç suyu karışır, başka bir şey olur.
Hayır, bambaşka bir şey oluyor. Vüs'at O. Bener'in bir öyküsü, Shakespeare'nin "Cleopatra"sının iki cümlesi, hepsi, hiç önemli değil ama bunları örnek olarak veriyorum, benimle ilgisi sıfır... Sonunda sıfır yani.
Maalesef, sıfır. Kesinlikle. Bu sorunun cevabı, kocaman bir sıfır. Kendimi kendime yakın hissediyorum. Bunu da doğru tonlamak istiyorum.
Evet, tamamen hayal gücü.
O gerçek. Bu tip anlatılar tamamen aksesuar.
Evet. Onu bir daha vurgulamak istedim. O benim çok sevdiğim bir karakterdi. Sonunda şey istiyorum: Yağmur yağdı, evde yoruldun, akşam on bir oldu, ertesi gün işe gideceksin, oturup kitap karıştırıyorsun. Her kitap bir yolculuktur. Ben de okuru alıp elinden tutup Kuzey Ege'de bir yolculuğa çıkarıyorsam, tarih dışı, zaman dışı... Keyif alıyorsak, Kuzey Ege denizlerini gezmekten, bu bana yetiyor. Bunun için yazıyorum ben.
Paylaşmak için, paylaşıyoruz işte. Ben öyle bir kitabı keyifle okurum ama... Paylaşmak üzere yazıyorum bir yandan da.
Ama o taşlar öyle zaten. Heykeller var, onlar olmuşlar. Oradan gelip geçmişler. Ben de sanki onları duymuşum gibi, sanki oralarda olmuşum gibi...
Olabilir. Kibrin çok yanlış bir şey olduğunu biliyorum. "Aaa, ne güzel, 2007, internet var." Olur mu, insanlık uzun bir nehir. Değişmeyen duygularımız, değişmeyen davranışlarımız...
Bana da yle geliyor.
Tamamen ben uydurdum. Mürekkep varmış da, yanmıyormuş, ateş işlemiyor, yazı kalıyor. Onu da bir insan ya da canlı içerse, sonsuza kadar yaşıyor. Sonra bir yerde Lacivert Kedi çıkıyor, insanların ne yaptığını, ne yapmadığını bilir gibi bakıyor. Öyle naif bir şekilde bıraktım. Bir kedimiz var, tesadüfen bir şey içmiş, bu melek değil ve sonsuza kadar yaşıyor. Sonsuza kadar yaşamak bazen iyi bir şey değil belki... Bu da kendiliğinden oluştu, öyle kasıtlı başlamadı, yazarken oluştu.
Evet, evet. Ağaca baktım, çok güzel bir çam ağacı, üstünde sincaplar var. Yanında da zeytin ağacı var. Sincap inerken tekrar yukarı çıkıyor. Sonra ben dedim ki: "Niye zeytin demiyorum ki? Zeytin daha kestirme. Zeytinin yuvarlaklığı var." O öykülerim öyle gelişti. İçlerinden bir sincap, beş sincapla devamlı zeytinden inmeye başladı. Yarım çay kaşığı gözlemliyorum, üç çorba kaşığı karıştırıyorum, hayallerimle...
Ağırlıkla, evet, evet. Ayaklarım zaman dışı bir yerde duruyor. Öyle Kuzey Ege'de, taşlar arasında, bir zamanda... Zaten yeteri kadar realizm yaşıyoruz. Üsküdar'da oturuyorum, markete gidiyorum, alışveriş yapıyorum. Bu kadar realizm bana yetiyor. Duygularımla yolculuğa çıkıyorum.