|

Yarım kaşık gözlem üç kaşık hayal

Lacivert Kedi'nin yazarı Tarık Sipahi, yazmanın bir tür çoğalmak, tekrarlamak ve ayıklamak olduğunu söylüyor. Yazıda ağırlıklı olarak hayallerine yer verdiğini belirten Sipahi öykülerini “Yarım kaşık gözlem, üç kaşık hayal” diye tarif ediyor

Saliha Yadigar
00:00 - 1/08/2007 Çarşamba
Güncelleme: 15:50 - 15/08/2007 Çarşamba
Yeni Şafak
Yarım kaşık gözlem üç kaşık hayal
Yarım kaşık gözlem üç kaşık hayal

Tarık Sipahi, "Dokuz Öpüşen Balık" ve "Oyunbozan ile Köprücücesi" kitaplarının devamı niteliğindeki "Lacivert Kedi"de de meraklı okurunu sorularla kışkırtıyor. Yeterince realizm yaşadığımızı söyleyen yazar, Sırtoplayıcısı, Geceçobanı, Kardansçısı gibi hayal kahramanlarının, söylencelerle yoğrulu hikayeleriyle bambaşka bir dünya kuruyor okura. "Keyifli, insana dair, değişmez şeyler yazmaya" çalıştığını söyleyen Sipahi, uzun yıllar gazetecilik yapmış, bazı ansiklopedilerin oluşumunda görev almış. Ama artık sadece yazıyor ve resim yapıyor.

"Lacivert Kedi" isimli kitabınıza roman da denebilir mi, bilmiyorum. Bir bütünlük var öykülerde...

Evet, doğru. Köprücücesi'nin romanı... Sanki başkahramanı Köprücücesi de her şey onun etrafında dönüyor.

Klasik bir roman denemez tabii ama öykülerin arasında bağlar var. Ben önce roman olarak düşünmüştüm, bir yerde öykü diye geçiyordu, sonra o gözle okudum, daha doğru gibi geldi.

Belki ikisi arasındadır. Köprü de öyle bir şeydir zaten. Belki Köprücücesi de öyküyle roman arasında duruyordur.

Sırtoplayıcı, Köprücücesi, Geceçobanı, Kardansçısı gibi isimler var. Böyle isimler ilkçağda var mıydı, yoksa sizin buluşunuz mu?

Tamamen benim buluşum. Geceçobanı, Sırtoplayıcı, bunlar tamamen benim hayal ürünlerim.

Sırtoplayıcı yalnız insanların değil, hayvanların da sırlarını topluyor.

Tabii, ağaçları da dinliyor, duyuyor. Ağaçların şikayetlerini dinliyor.

Öykülerinizde söylentiler, söylenceler oldukça fazla geçiyor. Bazıları herhalde sizin hayal ettiğiniz şeyler...

Benim hayal gücüm. Öyle olabilir diyorum. Ben ekliyorum. Bir-iki tanesi de kulağıma gelmiştir ama onları onla, yirmiyle çarpıyorum. Geçen hafta Assos'taydım. Yaşlı, çok muhterem bir profesör var masada. Bize geçmişiyle ilgili bir şey anlatıyordu. Yanımdaki dikkat etti: "Bütün anlattıkları ölmüş," dedi. Anlatıda geçen arkadaşları... Sonra ben farklı dinlemeye başladım. Karşımdakinin yaşlı olduğunu, son bir tanık olduğunu hissettim. İşte o, benim yaşadığım bir şey... Ama bunu aynı zamanda iki bin yıl evvel Ege'deki bir Likyalı da yaşayabilir. Dinler yaşlı balıkçıyı diyelim, "Aaa, bütün anlattıkları ölmüş, ben bunu daha dikkatli dinleyeyim, daha saygıyla dinleyeyim, bu son tanık..." Bunu iki bin yıl evvel genç bir gemici de yapabilir. Bugün de benim başıma geliyor. Ben de bunu metne geçebilirim ve bu, değişmeyen duygudur. Aşk, nefret, kıskançlık gibi... Keyifli, insana dair, değişmez şeyler yazmaya çalışıyorum.

Bir öykünüzde kitap okumayı efsaneleştirmişsiniz.

Evet. Okuduğumuzu anladığımızdan şüpheliyim. Ukalalık belki ama, okumayı bilmek çok önemli.

Başka bir öykünüzde de kahramana soruluyor: Yazarak yaşamak nasıl bir şey diye. Ben de bunu size sormak istedim.

Çok güzel bir şey, keyifli bir şey. Bir tür çoğalmak, bir tür tekrarlamak, ayıklamak... Çok şey var yazmanın içinde. Mesela marketten geldiniz, bir poşet yiyecek aldınız, yiyecekleri boşaltıp poşeti de bir yere koydunuz. Poşeti başka bir yere taşırken değiştirir, o kırışıklığı düzeltirsiniz, katlarsınız ya da topaç yaparsınız. Bir poşetin yerini bile değiştirirken bir değişime uğrar. Yazmak ve anlatmak da öyle bir şey. Diyelim ki motorla bir yere gittiniz, su sıçradı, üstünüz ıslandı dalgadan... Bunu anlatırsınız: Işık var mıydı, güneş var mıydı, memnun mu oldunuz, üzüldünüz mü, sevindiniz mi deniz suyu üstünüze sıçradığı için gibi... Bir yaşadığınız, bir de bunu yazarak anlattığınız, paylaştığınız vardır. Orada çok ortaya çıkıyorsunuz. Nasıl anlatıyorsunuz? Şikâyet mi ediyorsunuz, "Ayy, ıslandım, mahvoldum." ya da "Of, ne güzel!"... Yazmada ikinci bir yaşam var gibi geliyor bana.

Yaklaşımınız mı ortaya çıkıyor?

Evet, evet.

Ama yaklaşım zamana göre de değişebiliyor.

Tabii değişiyor ama siz bunu ne kadar duru yansıtırsanız... Evrensel... İnsan ruhunun değişmezliklerinde, neşe ve sevinç arasında... O kadar çok çakışırsınız diğer insanlarla.

Beni de belki o öyküler yakaladı. Yazarak yaşamak nasıl bir şey diye sorulan kişi, gezgin ve mektupçuydu. Sizin için de iyi bir mektupçu diyebilir miyiz?

Hayır, hiç mektup yazmadım ben ama mektup yazanlara özel bir saygım var. Çünkü hâlâ günümüzde mektup yazanlar var. Her ne kadar e-mail ve cep mesajları varsa da... Ve o daha kristalize ediyor, daha kutsuyor, var öyle bir-iki arkadaş ve çok seviyorlar mektup yazmayı ve ben de onları saygıyla karşılıyorum. Ben kendim yazmıyorum, notlar alırım ben, öykülerimle ilgili, çok kısa cümleler şeklinde...

Hayatınızı mektup yazarak geçirmiyorsunuz yani, kahramanınızın yaptığı gibi...

Hayır ama yazarak geçirmeye çalışıyorum. Belki okurlara mektup yazıyorumdur. Okura mektup, bilinmeyene mektup...

Öykülerinizde anlatmak istediklerinizi kapalı anlatma yolunu seçiyorsunuz.

Ama hayat öyle bir şey zaten. Söylenmeyendir. Sezdirmek daha önemli açık açık söylemekten.

Anlatım ve biçem olarak kendinizi hangi yazarlara yakın hissediyorsunuz?

Hiç birine...

Sizi çok etkileyen yazarlar yok mu?

Yok. Yazarken sıfırdan yazıyorum. Oturuyorum, aldığım notları önüme alıyorum...

Yok, öyle değil, bir şeyden yola çıkmak anlamında değil. Sizi çarpan, yazmanızda etkili olan, esin veren...

Yok. Hepsi bir bir erimiş vaziyette bende. Her şey, bütün okuduklarım. Hepsi, biri önde değil. Mikser gibi. Muz ile havuç suyu karışır, başka bir şey olur.

O mikserin içinde bazı isimler belirmiyor mu?

Hayır, bambaşka bir şey oluyor. Vüs'at O. Bener'in bir öyküsü, Shakespeare'nin "Cleopatra"sının iki cümlesi, hepsi, hiç önemli değil ama bunları örnek olarak veriyorum, benimle ilgisi sıfır... Sonunda sıfır yani.

Yok, tabii ki... Siz başka birisiniz, siz Tarık Sipahi'siniz yazar olarak ama hani kendimi şu yazara yakın hissediyorum dediğiniz olmuyor yani.

Maalesef, sıfır. Kesinlikle. Bu sorunun cevabı, kocaman bir sıfır. Kendimi kendime yakın hissediyorum. Bunu da doğru tonlamak istiyorum.

"Lacivert Kedi"de bazı efsaneler var. Onlar da sizin yorumunuz, değil mi?

Evet, tamamen hayal gücü.

Mesela erkek denizatının hamile kalması...

O gerçek. Bu tip anlatılar tamamen aksesuar.

Sırtoplayıcı kurgu herhalde.

Evet. Onu bir daha vurgulamak istedim. O benim çok sevdiğim bir karakterdi. Sonunda şey istiyorum: Yağmur yağdı, evde yoruldun, akşam on bir oldu, ertesi gün işe gideceksin, oturup kitap karıştırıyorsun. Her kitap bir yolculuktur. Ben de okuru alıp elinden tutup Kuzey Ege'de bir yolculuğa çıkarıyorsam, tarih dışı, zaman dışı... Keyif alıyorsak, Kuzey Ege denizlerini gezmekten, bu bana yetiyor. Bunun için yazıyorum ben.

Başkalarının keyif alması için mi, yoksa...

Paylaşmak için, paylaşıyoruz işte. Ben öyle bir kitabı keyifle okurum ama... Paylaşmak üzere yazıyorum bir yandan da.

Öykülerde keşiş var, kâhin var, müneccim var.

Ama o taşlar öyle zaten. Heykeller var, onlar olmuşlar. Oradan gelip geçmişler. Ben de sanki onları duymuşum gibi, sanki oralarda olmuşum gibi...

Bir an zaman değiştirmiş gibi ya da onlar belki zamanın ortasından geçmiş gibi...

Olabilir. Kibrin çok yanlış bir şey olduğunu biliyorum. "Aaa, ne güzel, 2007, internet var." Olur mu, insanlık uzun bir nehir. Değişmeyen duygularımız, değişmeyen davranışlarımız...

Ama belki de o eski çağlar daha ilginç. Bizim için bilinmeyen olduğundan... Bana öyle geliyor.

Bana da yle geliyor.

İnternet tamam güzel bir şey, ayağınıza bilgiler geliyor, o açıdan güzel de... Konuyu değiştirelim. Renk konusundaki efsane de kurgu, değil mi? Lacivert Kedi'nin öyküsü...

Tamamen ben uydurdum. Mürekkep varmış da, yanmıyormuş, ateş işlemiyor, yazı kalıyor. Onu da bir insan ya da canlı içerse, sonsuza kadar yaşıyor. Sonra bir yerde Lacivert Kedi çıkıyor, insanların ne yaptığını, ne yapmadığını bilir gibi bakıyor. Öyle naif bir şekilde bıraktım. Bir kedimiz var, tesadüfen bir şey içmiş, bu melek değil ve sonsuza kadar yaşıyor. Sonsuza kadar yaşamak bazen iyi bir şey değil belki... Bu da kendiliğinden oluştu, öyle kasıtlı başlamadı, yazarken oluştu.

Kendiliğinden yazıyorsunuz, değil mi? Sezgilerinizle...

Evet, evet. Ağaca baktım, çok güzel bir çam ağacı, üstünde sincaplar var. Yanında da zeytin ağacı var. Sincap inerken tekrar yukarı çıkıyor. Sonra ben dedim ki: "Niye zeytin demiyorum ki? Zeytin daha kestirme. Zeytinin yuvarlaklığı var." O öykülerim öyle gelişti. İçlerinden bir sincap, beş sincapla devamlı zeytinden inmeye başladı. Yarım çay kaşığı gözlemliyorum, üç çorba kaşığı karıştırıyorum, hayallerimle...

Daha çok hayal...

Ağırlıkla, evet, evet. Ayaklarım zaman dışı bir yerde duruyor. Öyle Kuzey Ege'de, taşlar arasında, bir zamanda... Zaten yeteri kadar realizm yaşıyoruz. Üsküdar'da oturuyorum, markete gidiyorum, alışveriş yapıyorum. Bu kadar realizm bana yetiyor. Duygularımla yolculuğa çıkıyorum.


17 yıl önce