|

Yazı zehirlidir seyreltilmesi yine yazıyla mümkündür

Öykü kitabı "Ağula"da içimizde sakladığımız sızıları, zehirleri hatırlatan Sibel K. Türker, “Kalem deşen bir nesnedir çünkü yazmak anımsamakla ilgili bir şeydir” diyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 4/07/2007 Çarşamba
Güncelleme: 13:45 - 15/08/2007 Çarşamba
Yeni Şafak
Yazı zehirlidir seyreltilmesi yine yazıyla mümkünd
Yazı zehirlidir seyreltilmesi yine yazıyla mümkünd

Sibel K. Türker'in üçüncü öykü kitabı "Ağula" Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Kitabın alt başlığında "Kaç hayatı gizliyoruz kendimizde, kaç hayatı susuyoruz?" diye soran Türker, bazen içimizde bir yerlerde sakladığımız çocukluk sızılarımızın, zehirlerimizin orada, içimizde durduğunu, bazen de benliğimizi tamamlayabilmek için ümitsizce söylediğimiz yalanlarımızı hatırlatıyor bize. Bir taraftan da yazıyı ve yazarı irdeleyen Türker, neyi nasıl yazarsak yazalım gerçeği hep kaybedeceğimizin altını çiziyor. Sibek K. Türker'le ölümden kaçan kırmızı ayakkabıları, yazının iki yönünü, hayattan malzeme toplayan yazarları ve alt kat sakinlerini konuştuk.

Kitabınızda Ağula isimli bir öykü yok. Ancak kitabın 10. öyküsü olan "Onuncu Öykü"de, hikaye kahramanınız ismi "Ağula" olan bir kitap satın alıyor. "Ağula"nın kelime anlamı nedir? Ve asıl önemlisi sizin için ne ifade ediyor?

Evet, Ağula bir üst isim. Bütün üst isimler gibi de hem bir ağırlık, hem de bir hafiflik taşıyor. Her şeyle ilgisi var, ama ilintisi yok gibi. Bunu bir kadın ismi zannedenler de oldu. Ağu, bildiğimiz zehir. Ben de buradan bir kelime türettim. Ağula da bir emir kipi gibi, yazara mı, öykülere mi, hayata mı yönelmiş... Emin değilim. Tek bildiğim öykülerime denk düştüğü ve bir sözcük olarak sahip olduğu sesin güzel olduğu. Yazı da zehirli bir şeydir. Üstelik seyreltilmesi yine yazıyla mümkündür.

"Suskun Bir Çocuk" ve "Abeze" öyküleriniz, yazmanın çocukluğumuzdan itibaren aldığımız yaraları, utanılacak yanlarımızı örtüp, yeni bir benlik oluşturmamıza, yalanlar kurmamıza yardım eden bir eylem olduğunu söylüyor. Eğer öyleyse, "Kalem deşen bir nesnedir. Bıçaktan da haindir, kelimeler cümleleri oluşturduğunda rahatlamak bir yazarın aldanışıdır aslında" sözlerinizi nasıl değerlendirmeliyiz.

Yazı iki yönlü, iki başlı bir eylem. Bir yanıyla bütünleyici bir yanıyla da parçalayıcı. Yazar ve elbette okur bu sarkacın üzerinde gidip geliyor. Yazı, yalan yaratma arzumuza hizmet ederken, gerçekleri kullanıyor. Fakat en gerçekçi anlatımı seçtiğimizde bile dönüp bir bakıyoruz, hakikat küçük düşürülmüş. Metnin büyük bir gücü var çünkü. Dönüştürmek...

Kalem deşen bir nesnedir çünkü yazmak anımsamakla ilgili bir şeydir. Anımsamak sonsuz bir ödül ve cezadır. İnsan unutmak ister çoğu kez. Ama yazı tamamıyla hafıza üstüne kurulmuştur. Bu yazarın açmazıdır.

Mesela Suskun Bir Çocuk öyküsünde yazar gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyeceğine dair yemin ediyor başta. Ona ne kadar inanabiliriz? Ebru o kadar kötü yürekli ve çirkin bir kız mıydı? Hiç sanmıyorum. Sanmadığımı okur da biliyor üstelik.

Abeze öyküsü ise yazarın yazarlığına içten bir bakışı ve sarsılışıdır. Orada üst üste giydirilmiş şişman bir hiçlik görür, susar ve oyuna devam eder.Üstelik komiktir bu yazar. Öz bilinciyle komiktir, metinleriyle komiktir, sanatkarane edasıyla komiktir. Z harfine doğru ilerlemektedir. Az zamanda çok iş başarmak eğiliminde bir tıknefestir.

Üzeri beyaz bir tozla kaplanmış "Boş Mermer Yazıları" öykünüzdeki kırmızı ayakkabılar, beyazlığın içinde kırmızılıklarıyla yaşam sevincini sembolize ediyor sanki? Bizi hayata bağlayan küçük şeyleri, ümitlerimizi. Yanılıyor muyum?

Daha çok tutkuyu anlatıyor diyebiliriz. Kırmızı ayakkabılar ölümden kaçıyor gibi. Ama çocuklukla da bir ilgisi var. Dünyanın en kederli şeyi bana göre kız çocuklarının kırmızı pabuçlarıdır. Ama kahramanımız onların hain olduğunu düşünüyor. Aldatıyorlar, gülüşüyorlar. Beyazın güçlü bir gerçeği var sonuçta. Kadın, bunun farkında ve kendini köşeye sıkışmış hissediyor. Onlarla yürümekten çok, yatak altına saklamak istiyor. Şekerini kendinden esirgeyen çocuk da böyledir. Sanki elini güçlü kılmak istermiş gibi.

Ceylani dedesinden miras olarak boş bir defter aldı "Kuyumerdivenayna" öykünüzde. Bu ailenin devam eden geleneğinin artık söz söyleme değil de, sözleri kayıt altına alma, yani yazma sürecine geçtiği anlamına mı geliyor? Defterin üzerindeki "Saf ruhun şiiri üstünde" cümlesini biraz açabilir misiniz?

Evet, söz söyleme geleneği üzerine kurulmuş bir öykü bu. Bu gelenekte kayıt insanların zihnidir, kalbidir. Ama büyük dede bir yanlışlık yapıyor ve yazıyla kayıt altına almak isterken her şeyi berbat ediyor. "Saf ruhun şiiri üstünde" tamamen başka açılımlara sahip. Avrupa modern şiirinin kendiyle yüzleşmesi meselesi. Uzun konu. Ceylani dedesinden yine yanlış yazılmış bir kayıt teslim alıyor. İşin parodisi bu. Paul Eluard yazsaydı "Saf Ruhun Şiiri Üstüne" olacaktı. Ama Anadolu'nun kalbinde, ozan geleneğinde nasıl olur, Eluard'la nasıl buluşulur, artık Ceylani gerisini nasıl doldurur, bilemiyorum.

"Onuncu Öykü"de "Hayata bakıp bakıp yazan kadınlar" ve İadei Hürriyet hikayenizde de "şehrin içinde bütün gün gezip hikaye toplayan kadınlar"dan bahsediyorsunuz. Üstelik bu kadınlar hikayeleri de yanlış anlıyorlar. Sanki yazarın biriktirdikleri ile yazmayıp, özellikle yazmak için çıkıp malzeme toplamasına tepkilisiniz. Yazarın gerçekle değil de, kendi gerçeği ile yazmasına kızıyorsunuz...

İade-i Hürriyet yanlış anlamalar üzerine kurulu bir hikaye.. Mühim olan mesele, yazarın yanlış anlaması. Bu normalde bir metni batıl kılmaz elbette, ama ironik olarak öyküde öyle kılıyor. Çünkü okur olarak gerçeğin iki yüzünü görüyorsunuz. Asıl hikayeyi ve yazar tarafından yazılacak olan muhtemel hikayeyi. Aslında neyi nasıl yazarsak yazalım gerçeği hep kaybederiz, kaçırırız elimizden. Hikayede işlenen körlük teması aslında yazarın körlüğüdür.

Onuncu Öykü' de kahramanın çok kısaca değindiği şey ise izlenimci yazarlar. Ben gördüm demek ayrı şey, gördüğüne anlam yüklemek apayrı bir şey. Ayrıca kahraman izlendiğini düşünüyor ki bu sonuca varması çok doğal. Aslında bu kitaptaki birkaç öyküde izlemek, izlenmek, görmek, gözden kaçırmak, yakıştırmak teması var. Yazınsal sorunlara öykü içinden eğilimler bunlar. Ben toplamacı tavrı hakikaten sevmiyorum. Yazarların hayattan topladığı söylenir ya. Bu küçültücü bir tavırdır. Bakışı önemsiyorum.

Öykü kahramanlarınızın Allah'la olan ilişkileri ilginç. Uzaklar ama bir yandan da yakınlar ve öykü içindeki ilişkileri monolog değil de diyolog olarak sürüyor. Girişte de "senin gibi güçlü, senin gibi zayıf, senin gibi tekli, senin gibi çoklu" diyerek tarif ediyorsunuz tanrıyı. Anlatmak istediğiniz, herkesin tanrı kavramını kendi gibi algıladığı mı?

Aslında tanrıyı tarif etmiyorum- ki bu mümkün de değil zaten. Tanrı karşısında insanın durumunu anlatmaya çalışıyorum. Zannederim ki yazarların işi - filozofluğa soyunmuyorlarsa-budur. Tanrıyla olan yakınlığımız da anlatılasıdır, uzaklığımız da. Kimi insan varoluşunu bu menzilden kurar. Kiminin öyküsü de yakın temastan doğar. Her iki durum da bir yazar için büyülüdür.Hiç de küçümsenmeyecek bir sorgulamadır bu. Romanımda da soruluyordu: "Daha yukarıda ne var?" diye. Biz alt kat sakinleri bu şekilde devam edeceğiz işte. Allah demekle kutsiyete vurgu yapılıyor. Tanrı ise özümüze dönük, içsel bir şey. Tanrı kavramı insanlığın ve tabi olarak edebiyatın serüvenidir, bitmeyen yolculuğudur. Es geçilemeyecek bir konudur bu çünkü Doğulu- Batılı hangi metne baksanız o var. Örtük ya da açık var. Ben de bir yazar olarak bu derin ve çok yönlü konudan uzak duramıyorum. Bir de edebiyat yazgı meselesini deşer. Yazgı, yazı kavramları bu düşünceye taşıyor ister istemez.

17 yıl önce