|

Yoksulu anlatmak ayıp hale geldi

Hatice Meryem, ilk romanı 'İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar'da 1970'lerden bu yana çehresi epey değişen göç yerleşimlerini merkezine alıyor.

Hale Kaplan Öz
00:00 - 9/07/2008 الأربعاء
Güncelleme: 00:17 - 9/07/2008 الأربعاء
Yeni Şafak
Yoksulu anlatmak ayıp hale geldi
Yoksulu anlatmak ayıp hale geldi

İki hikaye kitabının ardında bir roman yazdı Hatice Meryem: İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar. "Aslında roman yazmak için oturmamıştım" dese de hakkını vererek kalmış 'daktilo'nun başından. Bilindik roman kalıplarının ötesine geçen, halis bir Doğu anlatısı çıkmış ortaya. 2000'li yılların kenar mahallesinde, Kozluk'ta, gecekondularda değil, ışıklı, yüksek, tuhaf mimarisi olan binaların arasında dolanırken sormuş kendine hep: "Bugünün yoksulunu kimse niye merak etmiyor?" diye.

Hale Soygazi, Atıf Yılmaz'ın 'Bir Yudum Sevgi' filminde rol alacağını öğrenince, varoşa gider. Tebdil-i kıyafet ile bölgede dolaşır, kadın günlerine gider. Dinlediğimde yadırgamış, düşündüğümde hak vermiştim... Siz nasıl bir saha çalışması yaptınız, bu kitabı yazmadan önce? Heybenizi nasıl doldurdunuz?

Ben anlattığım gibi bir yerde büyümedim. Yani o kadar içinden bilmiyorum. Çocukluğumda biz uzunca bir zaman İzmit'te yaşadık. Annem ve babam memurdu. Annem çok yardımsever biriydi, onun yardım heybesinde herkes yerini alırdı. Ben annemle birlikte çok dolaştım, kadın günlerine çok gittim. Kitapta bahsettiğim gibi evlere çok girdim çıktım. Çok dostlarım oldu. O nedenle yabancı değildi bana. Benim öyle bir saha çalışması yapmama gerek kalmadı. Dertlerini de ne yiyip içtiklerini de iyi biliyorum. Aslında ben bu kitabı yazmaya oturduğumda, konusu yoksulluk olsun diye düşünmedim. Fakat şu var: ben sadece bir yazar değilim. Herkes kadar, her şey hakkında çok düşünürüm. Özellikle memleket meseleleri hakkında. İki dergide editörlük yaptım hem Hayvan'da hem de Öküz Dergisi'nde. O dergiler de alt kültürleri kapsayan dergilerdi. Bu da yeterli değil. Çocukluktan beri içime işlemiş bir sorumluluk ve kooperatiflilik duygusu vardı bende. Onlar bu romanda kendini gösterdi.

1960'larda başlıyor gecekondulaşma. 70'lerde de edebiyatımıza dahil oluyor. Bu 30 yıllık süreç içerisinde varoş ve anlatısı, nasıl bir değişim gösterdi?

İnsanların aklına şu günde, roman deyince, daha fantastik, daha kurmaca bir tür geliyor. Modern hayatlar da bu romanlarda çokça anlatılıyor. Yazardan da bunları yazması bekleniyor. "Bugünün yoksulları neden yazılmaz ki?" diye sordum hep. Aslına bakarsanız buna hala çok şaşırıyorum. Çoğunluğun yaşadığı bir gerçek var bu ülkede. Ama az insanın yaşadığının yazılması tercih ediliyor. Yoksulu anlatmak neredeyse ayıp hale geldi.

2000'lerde yoksulluğun tanımı bile değişti. Ben kitabımın bir okuru olsaydım ve Sultanbeyli'yi, Bağcılar'ı, Dudullu'yu biliyor olsaydım, asla bir gecekondu romanı olarak nitelemezdim. Çünkü köy, işçi ya da yoksul edebiyatının yapıldığı o şablon 70'lerde kaldı. O dönemde anlatılanların şekli bile belliydi, tek göz odalı "kondu"lar. Benim asıl anlatmak istediğim onların bugüne nasıl evrildiği. Artık herkes, kondularının üstüne ikinci üçüncü katı çıktı. Varoş değil, bence bu yeni yerleşim ve hayat biçiminin adı konmadı. Gecekonduların bambaşka bir tezahürü var ortada.

Gerek hikayelerinizde ve gerekse romanlarınızda söz ve mânânın vurgusu eşit. Ben bunu çokça kullandığınız atasözleri ve deyimlere bağlıyorum. Ne dersiniz?

Duvar ustası olsaydım, çimentonun, kumun ne olduğunu, duvarın nasıl yapılması gerektiğini iyice öğrenmek isterdim. Türkçe çok zengin bir dil. Deyim ve atasözleri bu zenginliğin en önemli damarı. Keşke dilin tüm bu zenginliklerini kullanarak bir hikaye yazabilseydim. Ömrümü sırf atasözleri ve deyimler üzerine çalışmakla geçirebilirim.

Zihninizde karanlık kalan bir taraf var mı bu romanla ilgili?

Evet, tabii... Son derece bilgiden yoksun bir biçimde yazdım. Bu anlamda anlattıklarımın hepsi karanlık bir bölgeden geldi. Aslında küçük bir hikaye yazmaktı maksadım, kendiliğinden uzadı sonra. Farklı kahramanlar girdi ve atmosferi daha da canlandı. Böyle olunca detaylandırdım. Anlatacağım çok şey vardı. Ama çok uzayacaktı ve benim için çok sıkıntılı bir süreç olacaktı. Artık bir yerden sonra, vazife olarak yol aldım diyebilirim. Arkadaşlarım "Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun'un devamını yazmalısın" diyorlardı. O kitabı çok severek, eğlenerek yazdım ama çok satmaya müsait bir yapısı vardı. Bu romanı yayınlamak benim için pop söylerken türküye dönmek gibi. Çünkü yazmak, namuslu bir eylem. Bu kitapla, sorumluluk duygumu yansıttım. O nedenle daha çok seviyorum. Roman, aslında tam da bize göre bir kalıp değil. Bunu çokça hissettim yazarken. Çok ciddi bir disiplin gerektiriyor. Tıpkı bir laboratuar gibi... Fakat ben öyle bir kalıba giremedim. Kitabı okuyanlar da görecekler. Benim kitabımda alt-üst metinler yok, postmodern bir roman değil bu. Böyle gelişmesi ise tamamen içgüdüsel. Size bu hikayeyi konuşurken nasıl anlatacaksam öyle yazmaya gayret ettim. Bu da beni çok zorladı.

O zaman bu roman, sözlü kültüre dayalı, tam bir Doğu anlatısı oldu...

Evet kesinlikle öyle. Şunu düşünmedim değil. İyi-kötü tahsilli insanlarız. Oturup çalışsam yapardım. Buna tembellik de diyemeyiz. Ben ondan uzak durmayı tercih ettim. O bilgi olmaksızın ne yapacağımı görmek istedim, kendimi sınadım aslında. Çok yerde çuvalladım. İçinden çıkamayacağımı düşündüğüm çok zamanlar oldu. Öykü gibi değil, roman çok meşakkatli. Belki bundan sonra bir daha roman yazmam.

Sırf bu zorluklarından dolayı mı?

Roman çok çelişkili. Bir taraftan da insanın zihnini çok zorlayan, açan bir tür. Sizi başka türlü düşünmeye zorluyor. Bu anlamda keyif de aldım.

Kozluklu Zümrüt ile Nataşa romanın bir yerinde dertleşiyorlar. Toplumun 'öteki'leştirdiği iki kadın onlar. Hemen akabinde Zümrüt'ün, Nataşa'yı olumsuzlayan bir cümlesi var. Mazlumken zalime dönüşüveren bir kadın. Bunun en temel sebebi ne?

Yoksulluk insanı gaddarlaştırıyor. Böyle olunca da kolaylıkla bir başkasını 'öteki'leştirebiliyorsunuz... Öfkeliysen daha kolay oyuna gelirsin çünkü. Zor bir hayat yaşıyor varoştaki kadın. Kendi gayretleriyle yaşamını sürdürüyor. Bu da onu gaddarlaştırıyor. Ve Nataşa ile dertleştikten bir saat sonrasında "Onun nasıl bir kadın olduğunu bilirim ben" diyebiliyor..

Modern değil, otantik hiç değil... Söylemi nereden besleniyor peki kenar mahallenin?

Elmas 1970'lerin gecekondusunda yaşıyor olsaydı muhtemelen solcu ağabeyleri olacaktı. Konuştuğu dili de yaşam biçimini de bu belirleyecekti. Şimdi 'Elmaslar' çok daha girift bir hayat sürüyor. Yaşadığı hayatı sevmiyor dahası ondan kurtulmak, magazin programlarında gördüğü gibi yaşamak istiyor. Buradan bakarsak popüler kültürden besleniyor daha çok. Kenar mahallenin kullandığı dil gibi, değişen nesneleri de var bu kitapta. Zeytinyağı, Borcam gibi... Misafir odaları kalmadı artık örneğin. Herkes İkea'dan alıyor mobilyalarını. Aslında her şeyin aynılaştığını farkettim. Bir zaman gelecek ve galiba 'öteki'ni bulamayacağız.

٪d سنوات قبل