|

Yönetmenin edebi sancısı

Günümüzün en önemli sanat dallarından biri olan sinemayla edebiyatın ilişkisi hep tartışılan bir konu oldu. Yönetmenin edebiyata yaklaşımı ve edebiyatı sinema diline yansıtması, kimi zaman çok etkili olurken, kimi zaman da başarısız uyarlamalar ortaya çıkardı

Hatice Saka
00:00 - 10/02/2010 Çarşamba
Güncelleme: 23:23 - 9/02/2010 Salı
Yeni Şafak
Yönetmenin edebi sancısı
Yönetmenin edebi sancısı

Edebiyat ve sinema birbirinden beslenen iki sanat dalı. Birçok yönetmen kitapların dünyasında yaşayan kahramanları beyazperdeye yansıttı. Geçmişte yazar ve yönetmenin birlikteliği defalarca tartışmaya açıldı. Bizim yönetmen ve edebiyat ilişkisini gündeme getirmemizdeki sebep ise Küre Yayınları tarafından çıkarılan Yönetmen Sineması başlıklı kitap dizisi. Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim ve Zeki Demirkubuz'un filmlerinin derinlikli analizinin yapıldığı kitaplarda özellikle Demirkubuz'un “Dostyoveski olmasaydı , edebiyat olmasaydı sinemacı olmazdım” sözü bizi harekete geçirdi. Demirkubuz kitapta edebiyatla olan ilişkisini şöyle anlatıyordu: “Özelde Dostoyovski, genel olarak edebiyat olmasaydı, herhalde sinemacı olmamla ilgili, hem teknik hem manevi hiçbir şeyim olmazdı. Ben onları okumasaydım, Balzac'ı tanımasaydım kesinlikle sinemacı olmazdım. Çünkü öyle bir dünyam olmazdı.” Demirkubuz'un edebiyatla kurduğu birebir bağı, birçok yönetmenin sinema dilinde bulmak mümkün. Özellikle son yıllarda Türk sineması, düşünsel olarak edebiyattan geçmiştekine oranla daha yoğun besleniyor. Edebiyatın etkisi usta yönetmenlerimizin filmlerinde her geçen gün, biraz daha fazla hissediliyor. Ancak , edebiyatın anlatım olanaklarıyla sinemanın anlatım olanakları arasında da çok ciddi farklılıklar söz konusu. Bu durum şu soruyu akla getiriyor. Yönetmenler edebiyata hangi mesafeden yaklaşmalı ve sinema diline edebiyatı nasıl yansıtmalı? Bu soruyu pek çok yönetmene ve film eleştirmenine yönelttik. Ortak görüş edebiyatın yönetmen için önemli bir kaynak olduğu.

SİNEMA VAR OLDUĞU SÜRECE EDEBİYATTAN BESLENECEK
Mesut Uçakan:
Sinema yazarı olarak işe başladığımda ilk yazımın konusuydu sinema - edebiyat ilişkileri. İlerleyen dönemlerde yönetmen olarak bu ilişkideki güzellikleri ve yetersizlikleri bizzat pratikte yaşama imkanım oldu. Faik Baysal'dan “Kavanozdaki Adam”, N. Fasıl Kısakürek'ten “Reis Bey”, Üstün İnanç'tan “Yalnız Değilsiniz” gibi. Bu konuda doğru yorumlara gidebilmek için işin acısını çekmiş olmak çok önemli bence. Şunu hemen belirtelim. Sinema var olduğu sürece edebiyattan beslenmesi kaçınılmaz. Bu son derece doğal. Bu doğallığı içinden çıkılmaz bir karmaşa haline getirmenin gereği yok. Bu bir nevi karı - koca ilişkisidir ve birbirini tamamlar. Bunları birbirine düşman etmek fesatlıktan başka bir şey değil. Bir kere sinema da edebiyat da temelde bir öyküyü, bir çatışmayı anlatır. Ama biri kamerayla, diğeri kalemle. Bunların malzelemeleri birbirleriyle hiç bir şekilde örtüşmez. Bu durum, yönetmen gözüyle bakılınca, bir film çalışmasında uyarlanacak edebi eserin de, tıpkı finansman, senaryo, oyun, kamera, ışık, ses, kurgu, müzik birimleri gibi orkestra elemanlarından biridir. Bu elemanların hiç biri orkestra şefi benim diyemez. Orkestra şefi yönetmendir. Çünkü, filme ruhunu yönetmen verir. Yönetmen, eserin ruhunu yansıtırken de bunu kendi ruhundan soyutlayarak yansıtamaz. Mesele, onun çapı, onun kapasitesi, onun fikir ve estetik seviyesidir. Sorun varsa buradadır. Esere ne kadar bağımlı kalıp kalmadığında değil. Bu tartışıldığı zaman anarşi çıkar. Sanrım tartışmalar bu yaklaşımı kabullenmeyişten kaynaklanıyor. Bir eseri uyarlamanın bence üç şekli vardır. İlki, eseri, hiçbir ekleme çıkarma yapmadan birebir çekmek. Romanda, bu teknik olarak mümkün değildir. Ama tiyatro eserinde yapılırsa ortaya bir sinema filmi değil, bir televizyonda tiyatro veya sinemada tiyatro çıkar. İkinci şekilse esere sadık bir uyarlamadır. Bunda sadece eserin ruhu değil, en küçük olaylar, tipler, mekanlar bile olduğu gibi eserden çıkartılarak sekanslanır. Üçüncüsü ise serbest uyarlamadır. Buna esinlenme de denebilir. Eserden özgürce yararlanma çabasıdır. Kuşkusuz, her üç şekil de sinema ve edebiyat adına büyük kazanımlardır. Ama, ortaya mükemmel bir iş çıkabilmesi için yönetmenin yansıtma eyleminde (uyarlama da diyebiliriz) özgür olması gerekir, hiçbir baskı altında kalmaması gerekir. Ki işi bilen hiç bir edebiyat eseri sahibi de, onu baskı altına almaya kalkışmaz. Yoksa ortaya çarpık bir dil çıkar. O dili kuracak olan ancak yönetmendir. Ve bu dil yönetmenin kendine has üslubunda şekillenir. Bunu bilhassa belirtmem gerekiyor. İşin püf noktası da bence burasıdır. Bu oluşa müdahale şiire müdahaledir. Uyarlamadaki dile gelince, bir şaire şiirini nasıl yazdığını sormak abes olmalı bence. Ya da başka bir ifade ile bir şiir yazımının formülünü sormak. Çünkü şiir, bir duygunun zıpkınlanmasıdır.
RUHUN ÖZ HİKAYESİ ÖNEMLİ
İsmail Güneş:
Geçmişte Türk Sineması edebiyattan az yararlanıyordu tespitini doğru bulmuyorum. Tam tersi eski Türk sinemas edebiyatla başlamıştır. O zamanın önemli roman, hikaye ve tiyatro eserlerini filmlere çekmişlerdir. Orta dönemde özgün senaryolara yönelinmiştir. Yeni sinemamızda da edebi eserlere yönelindi denebilecek yoğunlukta film hatırlamıyorum. Kıskanmak, Güz Sancısı çok özel durumlar diye düşünüyorum. Bu uzak durmayı da normal karşılıyorum çünkü, her iki sanat dalı anlatım imkanları açısından birbirine çok zıt unsurlar kullanıyorlar. Edebiyat kelimelerin, cümlelerin okuyucunun hayal gücünü tetiklemesinden istifade eder. Sinema ise yalın bir şekilde resimleri seyircinin karşısına koyar. Diyaloglar ise edebi olmak zorunda değildir, inandırıcı olmak zorundadır. Bu nedenden dolayı edebi değeri yüksek romanlardan genelde iyi film çıkmaz. Bazı roman kaynaklı iyi filmlerin olması, o filme kaynaklık eden romanın edebi değerinin düşük olduğunu görürüz. Mesela:”Kelebek” romanı, roman olarak edebi değeri yüksek olan değil, çok satan yaşanmış roman diyebileceğimiz eser türündendir. Ancak filmi klasikler arasına girmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bence eğer edebiyat alanından bir film çekilecekse, o eserin sadece ruhundan, öz hikayesinden istifade edilmelidir diye düşünüyorum.
EDEBİYAT YAĞMALANACAK BİR KAYNAK DEĞİL
Barış Pirhasan:
Sorunuzun kuruluşu, sinemanın edebiyattan beslenmesini esas aldığınızı gösteriyor. Oysa bence bu çok daha karmaşık ve dinamik bir ilişki.Epey bir zamandır, edebiyat da sinemadan besleniyor. Bu ilişkiyi değerlendirirken kurallar koymak, hele yönetmenlerin “nerede durmaları gerektiği” konusunda fikir yürütmek çok zor. Ben kendi çalışmalarımdan öğrendiğimi, kendi deneyimlerimi aktarabilirim ancak. Bu da dosyanızın sınırlarını aşar sanırım. Yine de kendi payıma, sinema deneyimlerimin şiirimi etkilediğini, film kurgusunun, şiir kurgusuyla akrabalıkları konusunda bana yeni ufuklar açtığını söyleyebilirim. Sinemanın doğumundan bunca yıl sonra, hala sözcüklerin tahakkümü altında olduğunu savunanlar (Peter Greeneway) var. Bir de bu bakış açısını saçmalığa uzatarak, edebiyatın, giderek okumanın, sinemaya zıt ve nerdeyse düşman olduğunu ileri sürenler var. Sinema edebiyattan kopup rüştünü ispat edeli çok oldu bence. Ama bu ergenlik döneminin bütün olanakları kullanılıyor mu? Sanmam. Sinemanın endüstri olması buna engel. Edebiyatı yağmalanacak bir kaynak olarak görme eğilimi ağır basıyor şimdilik. Bu güçlü ve bol paralı çağrı da edebiyatta karşılığını buluyor doğal olarak. Film yapılsın diye yazılmış izlenimi veren bir sürü eser var. Ben iyi edebiyatın sinemayı etkilemeyi sürdüreceğini düşünüyorum. Endüstriye kur yapmadan, kendi araçlarını ustaca kullanan eserler, yönetmenleri esinlemeyi sürdürecekler.
METİNE SADAKAT ÖNEMLİ
Ali Murat Güven:
Ben, bu startejik sorunuza yalnızca Türk sinemasının dar kalıpları üzerinden bazı gözlemlerle değil, dünya sinemasında küçük bir gezinti yaparak cevap vermeyi daha doğru buluyorum. Romanlardan yapılan film uyarlamalarının başarısı ya da -daha ziyade- başarısızlığı, gerek sinema yazarları, gerekse sinemaseverler arasında öteden beri sıklıkla tartışılan bir konu… Beyazperdeye her ne zaman bu tartışmanın kapsamına giren yeni bir örnek uğrasa, kaynak kitabı da okumuş olan sinemaseverler çoğu kez ağızlarında yavan bir tat eşliğinde terk ediyorlar karanlık salonları… Sinema tarihi boyunca edebiyat uyarlamaları her ne zaman gündeme gelse, senaristler genel olarak iki ana yaklaşımın izin sürdüler. Bunlardan birincisi “yüksek sadâkat senaryoları” ile kaynak romanı, diyalog ve monologlarından başlayarak neredeyse satırı satırına benzeşen bir görsel dile aktarma çabasıydı. Sözgelimi, John Steinbeck'in eserleri, özellikle de “Fareler ve İnsanlar” adlı uzun hikâyesi farklı zamanlarda bir kaç kez beyazperdeye uyarlandı; bu uyarlamaların hepsi de mümkün olan en yüksek benzeşme içinde ilerlemekteydi. Aynı şekilde, sinema sektörünün Leo Tolstoy, Ernest Hemingway, Honore de Balzac, Emile Zola, Bronte Kardeşler ve Jack London gibi edebiyatçıların eserlerini değerlendirirken izlediği popüler yol da budur. Bir de “ileri esinlenme” düzeyinde kalan, zaman, mekân ve diyoglar açısından alabildiğine serbest vezinli uyarlamalar var. Sözgelimi, Francis Ford Coppola'nın 1979 tarihli “Kıyamet”i … Doğrusu , ben de kendi adıma, senaristlerin özgün kaynağın biçimsel özeliklerini koruma çabasıyla kendilerini çok da fazla yıpratmadan yaptıkları ve yapacakları böylesi özgürlükçü uyarlamalara çok daha fazla prim veriyorum. Kendinizi helâk da etseniz, Victor Hugo'nun “Sefiller”de Müfettiş Javert'e, Jean Valjean'a, Cozette'e ilişkin sayfalarca süren o muazzam tasvirlerinin, aşkın kişilik analizlerinin hakkını aynı düzeyde bir görsel dille vermeniz çok zor… Sinemanın kendine özgü görsel-işitsel lezzetini ve ayrıcalığını ortaya koyabileceği alanlar daha başkadır. Romancının satırlarının sinemasal kodlarını birebir çözmeye çalışmak, böylesine beyhude bir çabaya girişmek yerine, aynı insanlık durumlarını karma bir sanat aracı olan sinemanın kendine özgü diliyle daha farklı bir formda ve özden uzaklaşmaksızın yeniden hikâye edebilirsiniz. Türk romanının tarihinden çok kötü ve çok iyi iki sinemasal uyarlamaya değinerek durumu daha iyi gözler önüne sermek mümkün… Bunlardan ilki, yapımcı ve yönetmenliğini ünlü İngiliz aktör Peter Ustinov'un -“Şahinim Mehmed” adıyla gerçekleştirdiği- 1984 yılı yapımı “İnce Mehmed” uyarlaması… Ustinov'un eski Yugoslavya topraklarında çektiği bu yüksek bütçeli, fakat aynı zamanda son derece rahatsız edici uyarlama, gösterime girdiği yıllarda hiç de olumlu eleştiriler almadığı gibi, sinema tarihinde derin bir iz de bırakamayacaktı. Çünkü, senaryo bütünüyle yönetmenin egosunun kurbanı olmuştu. Ustinov filmde, Yaşar Kemal'in romanının önemli karakterlerinden biri olan, fakat kesinlikle baş karakteri konumunda bulunmayan “Abdi Ağa” rolünü de üstleniyordu; bu yüzden kitabın omurgasıyla oynayarak kendi karakterini merkeze oturtmuş ve İnce Mehmed'i de gayet basit bir figüre dönüştürmüştü. Doğal olarak, sinemasal sonuç da tam bir fiyaskoya dönüştü. Fakat, öte yandan, Ömer Kavur'un 1987'de Yusuf Atılgan'ın aynı adlı eserinden uyarladığı “Anayurt Oteli” ise Ustinov ile kıyaslanmayacak alçakgönüllülükteki prodüksiyon koşullarına rağmen, romanın atmosferini yeniden kurma anlamında gerçek bir zirvedir. Öyle ki hikâyenin odak noktasındaki “Zebercet” karakteri bu uyarlamada resmen romanın sayfalarından fırlamakta ve bütün o paranoid-şizoid yapısıyla birlikte ete kemiğe bürünmektedir. Yakın zamanda, “ebediyat uyarlamasından iyi film olur mu” tartışmalarında iki büyük fırtına daha koptu. Bu da Dan Brown'un üç yıl arayla piyasaya çıkan best-seller serüven-gerilim kitapları “Da Vinci Şifresi” ve “Melekler ve Şeytanlar”ın beyazperde uyarlamaları üzerine okur cephesinde yaşanan derin hayâl kırıklığıydı. Bir çok kişi, her iki romandaki o karanlık ve son derece ayrıntılı atmosfer tasvirlerinin Ron Howard'ın filmlerde güme gittiğinden, karakterlerin üstünkörü geçiştirildiğinden dem vurdular. Edebiyatseverler, sinema salonlarının yolunu tutarken şu acı gerçeği peşinen kabul etmek zorundalar: Esas aldığı edebî metne azami düzeyde sadık kalmış, onu güzelleştiren ince ayrıntıların hiç birini ıskalamamış olan bir film, tıpkı Milli Piyango'nun yılbaşı büyük ikramiyesi gibi bir şeydir. Bence edebiyat uyarlamalarında temel beklenti, hikâye ya da romanın biçimsel özelliklerine birebir uyumdan ziyade, senaristin ve yönetmenin “genel toplamda özgün metnin ruhuna ne kadar sadık kalabildikleri” yönünde olmalıdır. Olaya bu açıdan bakıldığında, rahmetli Rıfat Ilgaz'ın özgün satırlarıyla öyle çok da yoğun bir benzeşliği bulunmayan, fakat her karesiyle onun “humor” duygusunu yansıtan yarım düzine dolayındaki “Hababam Sınıfı”nın 1970'lerden itibaren beyazperdede elde ettiği göz kamaştırıcı başarının nedenleri de biraz daha iyi anlaşılabilir.
YÖNETMEN KİTABIN RUHUNU OKUMALI
Atilla Dorsay:
Edebiyat ve sinema ilişkileri, uzun yıllardır tartışılan konulardan biri. Bu soruya öyle hazırlop bir cevap da yok. İki önemli sanatın temelde çok farklı dilleri arasındaki çok karmaşık ilişkiler sözkonusu. Yani bu, “İlişki Durumu: Karmaşık” (şu anda oynayan filmlerden biri!) türünden formüllerle çözümlenecek bir sorun değil!..Temel sorun şu: kelimelerden oluşan bir anlatımı, resimlerden (görüntülerden) oluşan bir anlatıma nasıl dönüştürebiliriz ? Elbette benzer bir tartışma daha önce, ünlü edebi yapıtlar piyes haline getirilip sahneye çıkarken de yaşanmıştı. Ama orada ana malzeme yine sözcüklerdi, tartışma öylesine çetrefil değildi. Bu konuda sanıyorum ki ancak kişisel önerilerde ve kestirmelerde bulunulabilir. Yüksek sesle düşünürsek, kelimeleri görüntüye dönüştürmek için sihirli bir formül olmadığına göre, yapılacak en iyi şey, o kelimelerin sonuç olarak asıl çağrıştırdığı şeyleri, zihnimizde bıraktığı temel izleri/izlenimleri görüntülere dönüştürme çabası olmalı. Yani, tam bir tercüme/çeviri değil, temel hissiyatı diyelim -ya da metnin özünü- en uygun görüntülerle verebilme çabası. Aslında biraz da bir şiiri bir başka dile çevirirken ortaya çıkan güçlükler gibi. Bunun için, yönetmenin elbette o kitabın ruhunu okuması, özünü kavraması ve tüm boyutlarını dikkate alması gerekiyor. Birebir çeviri, anlamları tam olarak karşılayacak bir dönüştürme değil. Ama ruha, öze, temele saygılı bir tercüme çabası. Bu yüzden, belki de özellikle dil zenginlikleriyle tanınan romancıları -Dostoyevsky, Proust, James Joyce, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, vs.- çevirmek çok zor da, daha çok olay örgüsünü önemsemiş yazarları - Tolstoy, Hugo, Balzac, Steinbeck, Hemingway, vs- sinemalaştırmak daha kolay olmalı. Hele o çok-satan romanlar leblebi-çekirdek gibi sinemalaştırılabilir. Alayla dendiği gibi, romanın düzeyi düştükçe, başarılı olma şansı daha çok!…Bu yöndeki arayışlar, neredeyse sonsuza dek uzanabilir. Ayrıca her türlü metin -şiirden siyasal manifestoya, kısa hikayeden dinsel kıssaya- sinemanın malzemesi olabilir. Ama sanıyorum ki asıl kaynağı, yani yazılı metni/romanı/kitabı, her neyse, orada bir yerde, hem de yüksek bir yerde korumak gerekiyor.



14 yıl önce