“Arada Kalmış Tebessüm”, sosyal psikolojiyle kurulan ilintileri ortaya koyan bir roman. Sevinç Çokum, romanında sınıf çatışmasına, ihtiyaçlara, çıkarlara, ideolojilere, yönetimlere, ezilen ve ezenlere, darbelere bakışları tüm yönleriyle aktarıyor. “Tren Burdan Geçmiyor” ortaya attığı dünya görüşü abukizme bu romanında yer veren yazar, bu felsefenin ikiyüzlülükleri sergilemede, aldatmacaları ve çıkar kavgalarını örtülerinden sıyırmada hayli işe yaradığını söylüyor.
Roman olaylardan insana, insandan olaylara gidiştir. Tarih, krizli 2001 yılı olmakla birlikte 12 Eylül sonrası genç kuşağın kendilerinden önceki anne ve babalarla kuşak çatışmaları da verilerek kendi gözlemleri ve büyüklerin anlatılarıyla bir devre bakışlarıdır. Gözlemler ve yaşanmışlıklar olsa da, günlük tutmadığım için çeşitli bilgi ve belgelerden de yararlanmam gerekiyordu. Darbelerin yanından yöresinden geçerek, politikacıları tanımak, yaptıklarını, sahnede yer alışlarını, bıraktıklarını olumlu veya olumsuz durumları değerlendirmek yanında halk irfanı da gözden kaçmamalıydı. Bakarsınız bir fatura kuyruğunda bilge insanlara rastlarsınız; hiç eskimeyecek şeyler söylerler. Romanda eşeğiyle birlikte Anadolu'da pazardan dönen adam böyle bilge biriydi. Ancak Gümrük Anlaşması'na, Kopenhag Kriterleri'ne, hatta 1838 Osmanlı İngiliz Ticaret Anlaşmasına kadar romana girecek bilgileri elekten geçirmek için yazılı kaynaklara başvurursunuz demek istiyorum, bu da kolay görünse de hayli oyalar sizi. Bunlar ön malzemedir, eğer yakışıyorsa işinize yarar. Ama bütün bunlar insandaki iç çatışmaya varacak yolu veya o çatışmayı aydınlatacak aynaları bulabilmek için birer araçtır bana göre. Romanda önem taşıyan nokta, olayların tahlili ve bunların insanın içyapısına nasıl yansıdığıdır.
Abukizm daha önceki Tren Burdan Geçmiyor romanımda Sokak Çocuğu Sonsuz'un (Sırrı Düzgün ) ortaya attığı bir dünya görüşüydü. Bir çeşit sokak felsefesidir. Romancı tarafsızlığını korumağa yarıyor, bu felsefenin mizahî görüntüsü altında sözleri yerli yerine oturtma imkânı vardır. Ben onu hem edebiyat için, hem Arada Kalmış Tebessüm'ün ressamı Feda için resim sanatından söz ederken topluma tek doğrular yerine birçok doğrular; tek yanlışlar yerine birçok yanlışlar olabileceğini göstermede kullanıyorum. İronik dilde ikiyüzlülükleri sergilemede, aldatmacaları ve çıkar kavgalarını örtülerinden sıyırmada hayli işe yarıyor Abukizm. Belki edebiyatta kendi başına önemsenebilecek de… Böylece romancıları, öykücüleri sağ sol kavramlarıyla dosyalama yöntemleri bir yana bırakılarak Abukizm aynalarında onların yaptığı işe bakılacak. En azından belki benim için o Abukist bir yazardı denilecek. Böyle olunca da kızılarak değil, tebessümle hatırlanacağım. Ancak kızılarak hatırlanmayı da umursamıyorum.
Elbette. Romanın yazılışının asıl amacı sosyal psikolojiyle kurulan ilintilerdir. Sınıf çatışması, ihtiyaçlara, çıkarlara, ideolojilere, yönetimlere, ezilen ve ezenlere, darbelere bakışlardır. Bir makineden parça alıp yerine başkasını koymak gibi insana ait düşünceleri, bağlılıkları, inanılan değerleri alıp yerine başkalarını yerleştirmektir. Bulanık renkli dış tablolar arasında insanın bilinçaltı fırtınaları ile birlikte toplumların alt yapısındaki sınıf çatışması üzerinde durulmuştur. Tarihsel olayların altında bunlar aranmıştır. Böylece dış benlikten iç benliğe doğru bir yolculuğa çıkarız; Sanki bir trenle yolculuk edercesine yanımızdan şehir veya kır manzaraları halinde sosyal hayatımızın manzaraları geçer. Aile, kuşak kopuklukları, yaylı sazlar dörtlüsünü kuran dört arkadaşın onları birleştiren sevgi ve müzik olsa da dağılışları, hırpalanışları, onlardan öncekilerin daha acılı olan hayatlarına uzaklıkları çizgisinde yol alır roman. En açık örnek de ressam Feda ile dayısı, sosyolog Duran Usveren arasındaki dışlananlar ve imtiyazlılar terkipleri arasındaki çatışmadır. Usveren ve Feda bağımsız kişilikleriyle bir meydana konmuş iki silahşör gibidirler. Bunları vuruşmaktan alıkoyan önemli şey ise belki okuyucuya sayfalar sonra sezdirilecek bir duygu yakınlığıdır. Ancak Feda ve ailesinin, o hep güzel ve üstün nesnelerle beslenmiş ve şımartılmış, ancak bütün bunları da alaya alabilecek kadar bağımsız kuzen Günce'yi kendi evlerinde ağırlarken gösterdikleri ölesiye saygı insanın durduğu noktaları anlamak bakımından gözden kaçmamalıdır.
Sosyal sınıflar konusunda Pareto'nun fikirleri bana ışık tuttu. Yükselen sınıfın eziciliğini, dünyanın elitler mezarlığı olduğunu söylemiş olması. Her yükselen sınıfın alttakini yok sayması da yine aynı doğrultuda gerçekleşir. Benim gözlemlerimse bunu doğrular.
Ağırlık değil de yer verdim. Bu meselenin de sınıf çatışmasında payı var. İnsanlar yoksul veya işsiz oluşlarına kader gibi bakmasınlar. Bu durumu kendi başarısızlıklarına bağlamasınlar. Burada bir sistem bozukluğu ya da yanlışlığı söz konusudur. Dünyaya egemen olan veya olmak isteyenlerin sömürü biçimlerinin buralara yansımasıdır asıl görülmesi gereken. Bu noktada sosyalistler gibi düşünürüm. Ancak dediğim gibi bütün bunlar romanın döşemesi, duvarları, kapılarıdır. Asıl girmek istediğim iç kısımdır.
Hayat her şey gibi bir değişimdir. Dünle bugün gibi. İnsanların da sabit, değişemez veya değişebilir eğilimleri vardır. Algıların karmaşıklığını vurgulamam değişebilirlikler ölçüsündedir. İnsan, algıları, öğretilmiş ve kendisine eklenmiş bilgi, eğilim, inanma ve istekler doğrultusunda mutlu ve doygun görünür. Ta ki, bir engel veya yeni bir istekle karşılaşıncaya kadar… Bu isteklerine ya kavuşur ya da kavuşamazlar; bazen o çekici şeyi karalar, bazen yüceltir, bazen ona ulaşmak, bazen de onun benzerini bulabilmek için değişik durumlara girerler. Bastırır, nefret eder, üzerine gider, savaşır, aklında iyilik yapmak yokken iyilik yapmaya ya da kendisine yasak edilmiş bir şeyi meşrulaştırmaya başlar. İşte bu sebepledir ki ben insanların, farkına vararak veya varmayarak zaaflarına yenilebileceklerini söylüyorum.
Eski ve yeni dünya konusuna gelince; “Her devrin adamları vardır.” sözünü çağırıştırıyor bana. Fakat işte her devrin adamı olamayanlar da vardır. Hedeflerine erişemeyenler veya devrin istediği, diyelim ki para, imtiyaz ve gösteriş gücüne sahip olamayanlar yahut yüksek ideallerini gerçekleştiremeyip hem hayal kırıklığına hem de bir çeşit katlanma, değersiz kılınma cezasına mahkûm olanlar. İşte onlarda değişemeyen sabit eğilimleri bulabiliriz. Kendilerine değişimin çarklarında, o tuhaf dönme dolapta yer bulamazsa kaybolup gidecektir veya kendi acısının içine gömülecektir. Uyum meselesi burada da karşımıza çıkar. Fakat her uyum, doğruya varış değildir.
Feda, Ankara'yı çok sevdiği, bir Ankara resimleri sergisine hazırlanmakta olduğu için bu romanı okuyor. Orada hatıraları, dede evi bulunmaktadır. Ankara'yı trenleriyle, hercai menekşeleriyle, cumhuriyetin simgesi oluşuyla, başkent oluşundaki çabayla, yoz topraktan yeşerişiyle sevmiştir. Emperyalizme karşı direnmiş güçlü varlığı ve direnciyle… Yakup Kadri'nin üç dönemde şekillendirdiği Ankara'yı onun kalemiyle de tanımak ister. Kurtuluş Savaşı günlerini, cumhuriyetle birlikte aldığı yeni çehreyi, yazarın yeni hayatın içersindeki gözlemleriyle değişen insanlarını, sermaye sahiplerinin, daha alttaki esnaf gruplarını sile sile yükselişini o sayfalardan öğrenir Feda. Üçüncü bölüm ise geleceğin kurgusuyla yazılmış satırlardır. Kültür atılımları…Feda bu kitabı annesinin kütüphanesinde bulmuştur. Oradaki üst sınıftan Selma Hanımı da yadırgamış olabilir. Zaten Yakup Kadri de bu kadını seviyor sayılmaz. Ancak Feda'daki Ankara ilgisi, bugünün çok değişmiş ve herhangi bir şehir yığınağı görüntüsünün ardında kalmış yumuşak ve sanatsal çizgileri yakalamaktır ressam olarak.
Kelimeler gücünü hiçbir zaman yitirmez. Boyalar aynıdır fakat yaptığınız tablo farklıdır.Yani malzemesi dil olan edebiyatta da kelimeleri nasıl kullanacağınız önemlidir. Anlatmak istediklerinizin etkisi bununla olacaktır. O sayfalarda konuşulan, yeni roman akımında belki insana hoşça vakit geçirtmekten başka bir şeye yaramayan, insanda kafa karışıklığına sebep olan, bilmece bulmaca kabilinden oyunlarla algılara şaplaklar indiren türden kitapların bolluğudur. Hayır; kelimeler eski gücünü yitirmiyor yarı şeltoks yemiş haliyle kullanılıyor; okuyan da böylesi bir sersemlik içinde kalıyor. Orada profesörün demek istediği Nazım Hikmet'te, Sait Faik'te, Oğuz Atay'da, Abbas Sayar'da olduğu gibi zeka ve yürekle birleşmiş sözlerin sahiplerinin azaldığı noktasındadır. Yoksa kelimeler ustaların eline geçti mi her zaman yapacaklarını yaparlar. Demek ki onları doğru ve ustalıklı kullanmaktır önemli olan.