|

Necip Fazıl'a bir genç kızın mektubu

Konya'da yaşayan Ayşegül Akgöz, Necip Fazıl Kısakürek için bir mektup yazdı.

yenisafak.com.tr / kültür sanat
00:00 - 20/05/2013 الإثنين
Güncelleme: 15:36 - 20/05/2013 الإثنين
Yeni Şafak
Necip Fazıl'a bir genç kızın mektubu
Necip Fazıl'a bir genç kızın mektubu

20-25 mayıs Üstâd Necip Fazıl'ı anma haftası münasebetiyle Konya'da ikamet eden, Necip Fazıl'a özlem ve sevgisini kelimelere cümlelere sığdırıp bir mektup kaleme alan Ayşegül Aköz, "Senin gelemediğin yollarda yürüyen bir ben… Tüm kusuruma rağmen, 'Zaman bendedir ve mekan bana emanettir.' Efendim!" cümleleriyle sona eren bir mektup kaleme aldı.

İşte Necip Fazıl Kısakürek için yazılan o mektup...
KİMSESİZ SEYYÂH'A
Ey Bu Kaderi Bilinmez Harflerin Kimsesiz Seyyahı,
Kalem , nûndan geçeli evvel zaman olmuş. Evvel zaman önce şu çocuğun parmakları, senin altın tozundan sararan mısralarına dokunmuş. Bu mektubun girizgâhı şu çocuğun iki parmağı arasında, sana özlemiyle çifte kavrulmuş.
Selam sanadır, gönülden duyduğum muhabbet sana…
Şu boynu bükük harflerimin özlemi, sitemi, sevgisi sana…
Ruhumun mevci, yazamamanın azabı bana…
Yüreğimin yırtılmış dilekçesini gönderiyorum sana. Zarfın içi karanfillerle , filbâhrilerle dolu ve de papatyalarla. Hani şimdi ne demeli, nereden başlamalı? Bilemem ki ben! Ama,sen ki, kimsesiz seyyahı meçhuller caddesinin; ben ki , dizleri üstüne çökmüş avuç içini semaya kaldıran, ağlayan çocuğu kimsesizler bahçesinin. Hiçbir şeyi bilemesem de ben, yazıyorum. Tahammül, başkaldırıdan daha kolay olmamalı. Yazıyorum işte bir umutla. Hiç bilemesem de eline ulaşıp ulaşmadığını , hani 'Olur mu ya, olur belki' deyip bir umutla yazıyorum. Dilimde dua, yüreğimde har. Kulağımda hicâz bir tını, elimde hattatın son kamışı … Kelimeler kalemimi seçmiyor, kalemimse onlara meftûn.
Rabbim! Şu sevdiğin kuluna – üstadıma - anlatmak istediklerimin vebâlini kelimeler üstlenmiyor, elimdeki kelimeler bana yetmiyor. Bana ne olur yenilerini ver!
Rabbim! Sen ' Ol ! ' dersen, senin yazdığın kader yine, yeni, yeniden değişiverir, sen ki noksanlıktan münezzehsin. Bir 'kâf' gelecek, ardından bir 'nûn', gerisi sükûn…
Rabbim! Gecenin bilmem kaç ton ağırlığı çökmüş omuzlarıma, sen kalemime güç ver.
Bu kadar sevgi, bu kadar yaşanmışlık sığmaz oldu şu küçücük kalbe.
Rabbim! Bana daha büyük bir kalp ver. Daha büyük bir kalp ver ki, dayanma gücüm artsın.
Dayanamamak, tüm birikmişliklerin dönüm noktasıymış. Ve insan, aynı havayı solumadığı insanı herkesten daha çok sevebilir, özleyebilirmiş. Öğrendim. Zor oldu, geç oldu, yalınayak ruhum kanadı, ama öğrendim. Ve ben seni çok özledim üstâd!
Özlemek, rıhtımda kalanların ufukta sallanan beyaz mendillerinin her bir oyasında işlenmiş, bunu da öğrendim. Öğrenmek zaman alıyor be üstâd! Yaşamak, yaşanmışlığı harflere dökmeye çalışmaksa can yakıyor. Can yakansa, en çok sevilen oluyor.
Sevmek; emek istiyor, yürek istiyor. Benliğin dolabı, sevgi üzerine vaatlerle dolu. Her gün yeni bir dolap daha çeviriyor, yetmiyor, doymuyor, dahasını istiyor. Sevmek, zamandan, mekandan sıyrılmayı; mecnunlaşmayı istiyor. Ama olmuyor. İbrahim olmayana İsmail olunmayacağını da zor öğrendik be üstâd. Bu dünyada sanırdım ki sevmek, sevilmekten önce gelirmiş. Şimdi kim İbrahim, kim İsmail? Kim kime kurban? ' Bu dünyada ne kadar sevdiğin değil, ne kadar sevildiğin önemli.' Şimdi şunu söyleyen filozof -kim bilir- hangi dibi sonsuz kuyuya düşüp, masmavi gökyüzüne hasretle baktı? Bilemedim. Bildiğim tek şey, her şeyi elimin tersiyle kenara itip kaleme senin sevginle, şefkatinle sarılmak.
Ve ağlamak… İçini çeke çeke çocuk gibi ağlamak… Durmaksızın sen gelene kadar ağlamak… Peki ama neden ağlamak? Öksüzün altın bahtı,yıldızdan mahyalardaydı ya hani, bir teselli! 'Saçmasana ey göz gönül odlarımıza su!' Beklemenin sonsuzluğu, şeytanın dürtüsü… Gök atlas yarılıp, Rahmet'in tâ kendisi inene kadar ağlamak… Ağlamak, belki bir çıkış, belki bir yükseliş, belki bir kurtuluş, belki bir geri dönüş ve belki de sen!
Biliyor musun? Beni kimseler anlamadı, anlayamadı. Yalnızca sen! Her bir mısran tercümân-ı hâlimdir. Çok geç gelmişim , bulamıyorum seni. Cama düşen iki ayrı yağmur damlası gibi sen evvel, ben ahir. Düşmüşüz ayrı, apayrı yerlere bir bir. Gökten inen bir Rahmet damlası daha, cama yapışıp birleştirir mi dersin bizi de, yüreklerimizi de? Bir harf, bir kelime, bir mısra daha… Her bir kelimenin sancaktarlığına talibim, ne olursun kabul et!
Üstadım! Benim kalemim 'Rabbiyessir' ini tamamlayamadı, alamadı icâzetini üstadından.Ve ben cebimde icâzetsiz harfler biriktirdim. Sol cebimde, hemen yüreğimin üstünde. Ufalayıp attım kuşlara ekmek niyetine, onlarla hâsbihâl ettim kimsesizlikten.
Yitirdim: Beni, benliğimi, bizi. Ama yine de kalemime sükûtun kızılcık şerbetini içirdim. Mürekkebim kana bulandı.
Suskunluğumuz, benim ve kalemimin vazgeçmişliğimizden değil; başımızın öne eğilmişliğinden.Yitik oluşumuz, kalemimin ve benim üstadını –seni- yitirmişliğimizden.
Şimdi ben öyle bir haldeyim ki bağrım şefkati aranır, 'vâv' a dayalı; gözlerim seni, kulaklarım her bir dizeni.
Nerelerdesin? Kimlerlesin? N'eylemektesin?
Âh bir daha, bir daha bilsem! Ümidim o ki, Peygamber' in cennet yeşili sancağının altında sur'a üfürülüşü, kayıp ümmetin dirilişini beklemektesin.
Son terennümün 'Tüm mısralarım, her bir sözüm vasiyetimdir.' Olmuştu ya hani, işte şimdi bildim ki vasiyetin, vasiyetimdir.
' Bismihû ' dedim, hitabeni ömrüme kılavuz bildim.
Kökü ezelde ve dalı ebedde bir düzenin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına ve idrakine sahip bir gençlikti düşlediğin. Aynı düşü görmüşüz üstadım! Sen benden otuz yıl önce, ben senden otuz yıl sonra… ' Kim var? ' diye seslenince sen, sağına soluna bakmadan fert fert ' Ben varım! ' diyeceğiz. Bizden öncekilere ' Siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka Müslümanlarsınız! ' deyip hemen ardından ' Biz kalemine ciğerinden kan çekerek yırtınan üstadların kelimelerini kılavuz belleyenleriz.' diyeceğiz. Surda mukaddes mi mukaddes bir gedik açılmışsa da, açılan gediği, gömleği arkadan yırtılanlar aşk ile vecd ile fetih ve hakimiyet ile dolduracak üstadım!
Hüseyin' den olup Yezid'in sofrasına oturanlar… Âh işte onlar! Yezid'in balından zehirlendiler. İnanıyorum ve öylesine yürekten hissediyorum ki gün gelecek yetim bıraktığımız Mescid-i Aksa'nın bahçesinde çocuklarla masmavi göklere uçurtmalar salacağız, sonsuza değin yankılanan ezan sesleriyle…
Gün gelecek baykuşlara hak görülen çifte yalılarla, bülbüllere reva görülen zindanlar takas edilecek; hak eden hak ettiğini alacak. Gün gelecek bu millet uyuduğu yüz yıllık uykudan uyanacak. Gün gelecek kayıp ümmet, Resul' ün sancağı altında toplanmanın ne demek olduğunu idrak edecek. Bu günler gelecek üstadım! Ama bir kez daha senin gibisi gelmeyecek!
Senin gelemediğin yollarda yürüyen bir ben… Tüm kusuruma rağmen, 'Zaman bendedir ve mekan bana emanettir.' Efendim!

٪d سنوات قبل