|

Post-modernizm bireye unuttuğunu da unutturuyor

Aramızda isimli öykü kitabının yazarı Mihriban İnan Karatepe, "Öykü türünün 'birey'i anlattığını söyleyip duruyoruz. Birey dediğimiz varlığın kavanozda yetişmediğini; bir yerde, birileriyle, birlikte olduğunu ise unutmuş gibiyiz' diyor

Hale Kaplan Öz
00:00 - 9/05/2012 Çarşamba
Güncelleme: 00:17 - 9/05/2012 Çarşamba
Yeni Şafak
Post-modernizm bireye unuttuğunu da unutturuyor
Post-modernizm bireye unuttuğunu da unutturuyor

Hacıyatmaz isimli öykü kitabıyla 2008 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından öykü ödülüne layık görülen Mihriban İnan Karatepe'nin yeni kitabı Aramızda Hece Yayınları tarafından okura ulaştı. İç monolog, bilinç akışı ve bilinç sıçraması tekniği ile yazılmış, kadın ve çocuk merkezli öykülerden oluşan Aramızda, bekleyiş, sükût, sabır izleklerinin peşinden gidiyor.

Son öykü kitabınızdan dört yıl aradan sonra geldi 'Aramızda'. Bu süre içerisinde kitabın oluşum sürecinden bahsederek başlamak istiyorum. Ve tabii yazın sürecinin sizdeki karşılığına da değinerek...

İki kitap arasında dört yıl 'makul' bir süre aslında. Hele de iki öykü kitabıysa bunlar... Kitabımın yayımlanmasından sonra yazdığım her yeni öykü, yeni kitabın tuğlalarını yavaş yavaş dizmek kabilindendir benim için. Hatta kitabım çıktıktan sonra yazdığım ilk öykü öncelikle kendime sonra okuruma'yola devam' mesajımdır. Yani hep ilerde iki kapak arasına alabilmek arzusuyla yazarım. Bu bir bakıma her yazdığıma, öykü türünde de olsa, 'belge' gözüyle bakmamı sağlar. Hatta kitap adlarımı bile dosyamı yarılamadan belirlemişimdir her üçünde de... Bir şey'e ad koyarsanız vücut da kazanıyor. İmgeleminizde bir karşılığı hatta hayatınızda bir 'hacmi' oluyor. Hacmi olunca hayatınızda ona bir 'yer' açmanız da zorunlu bir hâl alıyor.

KİŞİNİN RAKİBİ KENDİSİDİR

Kişinin gerçek rakibi kendisinden başkası değil diye düşünüyorum bu yüzden. Çünkü 'nefs' sürekli tembelliği fısıldayıp duruyor. Oysa dinlenmenizden, gezmenizden zaman ayırıp yazmayı sürdürmezseniz, bilhassa yeni başlamışsanız yazmaya, yazma uğraşının çok vefasız olduğunu ve sessizce sizi terk ettiğini söylemeye başlarsınız. Bu aslında onun sizi terki değil sizin onun gitmesine izin vermenizdir. Bu bağlamda iki öykünün arasını soğutmamak gerekiyor. Tam da burada yazma sürecinin bendeki karşılığının 'bir tercih' olduğunu söylemeliyim. Ben yazmayı seçtim. Yazmayı seçince, yazmanın zorluklarını da seçmiş oluyorsunuz. Birini ya da bir olguyu sevince, sevme'nin bedelini ödemeyi de seçtiğini bilmeyenler sonra sevmeyi de bile-bilmiş olmuyorlar. İmam Gazali'nin, kendisine gelip, hangi işle meşgul olması gerektiğini soran adama, 'ölümüne bir hafta kalsaydı hangi işi yapardın?' diye karşılık vermesi bence manidardır. Ben yazarak ölmek istiyorum.

Başörtüsü sorununa odaklanan öyküler de var. Bu öykülerde acı ve başkaldırı iç içe geçiyor. Sizin için bu gerçeğe ve benzerlerine temas etmek ve yazmak eylemi bir kayıt düşmenin ötesinde ne gibi anlamlar barındırıyor?

İçinde bulunduğu zamanda, mekânda hatta insanların arasında yaşamıyor gibi 'üç maymun'u oynamak öncelikle insanî değil. Post-modernizmin bizi getirdiği yer tamamıyla yersiz- yurtsuzluktan başka bir şey olmadığından başörtüsü ve benzeri sorunları konu edinmeyen öykümüz öznesiz ve nesnesiz bir bunalımın girdabında boğuluyor. Ben Türkiye'de yaşayan, doksan kuşağı öykücülerindenim. Bunlar benim gerçeğim. Öykü türünün 'birey'i anlattığını söyleyip duruyoruz. Birey dediğimiz varlığın kavanozda yetişmediğini; bir yerde, birileriyle, birlikte olduğunu ise unutmuş gibiyiz. Bu unutma hali post-modernizmle 'unuttuğunu da unutma' şeklini alıyor. Tümüyle merkezsizlik, hem her yerde olma ama hiçbir yerde görünmeme, hem herkese ait olma hem hiçbir şeye sahip olamama gibi tanımsız bir durum... Belirsiz, kimliksiz hem en çok hem hiç yok kişilikler dünyası. Öykülere taşıyıp durduğumuz bu. Oysa biz günde beş kere, her namazın her rekâtında, münferit namaz kılarken bile; 'Bizi doğru yola ilet, nimet verdiklerinin yoluna...' deriz. Biz vurgusu önemlidir. Öykülerde 'bizim' canımızı acıtan ya da canımıza can katan, cana minnet durumları işlemekte 'hayr' var.


Masallarda izine rastlanabilecek bir yitik

Kadın ve çocukların anlatıcı olduğu dişil düzlemiyle dikkat çeken öyküler var kitabınızda. Böyle öyküler yazmak karakter çeşitliliği ve anlatıdaki zenginlik bağlamında ne gibi olanaklar sunuyor yazara?

Karakter çeşitliliği noktasında kadın ya da çocuk karakterin anlatıcı düzeyinde olması bir avantajdır. Bilhassa çocuk bakış açısı doğallık ve inandırıcılık açısından artı değerdir. Bilhassa biz kadın öykücülerin toplumsal hayatı kadın ve çocuklar üzerinden daha rahat okuyabildiğimizi düşünüyorum. Anlatıcı dediğimiz figürün 'metnin sesi' olduğu malum. Eğer bu ses, öykünün bütün aksiyonunun merkezinde olan karakterle aynı kişiyse 'motor karakter' vasfına sahiptir ve yazar metnini onun ağzından anlatır, onun perspektifinden kurar. Okur metne onun penceresinden bakar. Ve onun dünyasında ne varsa bütün zenginliği ya da sığlığıyla metinde yer alır. Bu anlamda 'kadın ve çocuk' bakış açısı bir sığlık yaratmadığı gibi bir hayli zengindir görmesini ve anlatmasını bilene... Cahit Sıtkı Tarancı'nın;'Affan dedeye para saydım/Sattı bana çocukluğumu/Artı ne yaşım var ne de adım/ Bilmiyorum kim olduğumu' deyişinde 'bilmemezlik' olduğunu söyleyemeyiz değil mi? Aksine satın alınan şey o denli büyüktür ki bütün yetişkinler için ele geçmesi mümkün olmayan ancak öykülerde, romanlarda, masallarda izine rastlanabilecek bir yitiktir.

Yazar açısından da yeni bir karakter kurgulamak, karakterin kadın, erkek ya da çocuk olmasına bakmaksızın, yazarken tecrübe edilen bir durumdur. Okurun okuma edimi sırasında keşfettiği şey ise karakterle birlikte yeni bir hayat teklifidir. O karakterle bize sunulan 'yeni hayat'a bakmak gerekir diye düşünüyorum.


Her yazarın ideal okuru var

'Okurda heyecan uyandıracak bir cümlem vardı.' cümlesiyle başlıyor Masadakiler isimli öykünüz. Peki siz bir yazar olarak öykü yazarken okuru ne kadar gözetirsiniz?

Her yazarın 'ideal' okuru vardır. Yani ne anlatmak istiyorsa tümünü anlamış, ortaya koyduğu metnin tüm kodlarını çözmüş okur... Öyle birileri mutlaka vardır ya da olacaktır. Yazar buna inanır, inanmasa yazamaz... Yazarken okurunu yarattığını da bilir dahası. Ancak okuru gözeterek yazmak denen durum bana uymaz. Eğer bir ders kitabı yazıyorsanız, hangi yaş grubuna ve eğitim kademesine hitabettiğiniz önemlidir. Ya da bilimsel bir makale kaleme almışsanız ilgili literatürü de kullanmanız zorunludur. Yukarıdaki sorunuzla bağlantılı olarak 'çocuklar için' yazmakla çocuk bakış açısıyla yazmak birbirinden farklıdır. Okuma yazma bilen her kesim için yazdığımı düşünüyorum ben ancak Mevlana'nın dediği gibi 'herkes kendi kabınca' dolduruyor. Ha bir de yazarken rüzgârın hangi yönden estiğine de bakmıyorum. Nerde durduğumu önemsiyor ve duruşumdan nereye baktığımın ve neyi görmekte olduğumun aşikâr olduğunu sanıyorum.



12 yıl önce