8 yaşında papazlığı seçen Alberto Fabio Ambrosio, Kudüs'te Müslümanlarla karşılaşınca çok etkilendiği için Türkiye'ye gelmiş ve yaklaşık 10 yıldır Türkiye'de yaşıyor. Bu dönem içinde bir yandan okuduğu Türkoloji bölümünde, Sufi tarihi üzerine doktora yapıyor. Tez konusu için Ankaravî İsmail Rusûhî Efendi'nin Minhacü'l-Fukara kitabını seçen Ambrosio, 17. Yüzyılda Mevlevilik ve sema ayinlerinin yasaklanmak istenmesinin sebepleri üzerine yoğunlaşmış. Ambrosio, 17. Yüzyıl gelenekleriyle 19. Yüzyılın farklı olduğunu, geleneğin daha sonradan kurulmuş olabileceğini ve günümüzde Mevleviliğin sürdüğünü çok da söyleyemeyeceğimizi ifade ediyor.
Fransız hocam Thierry Zarcone, bir Türkolog ve Türkiye ve Osmanlı ile ilgili çok bilgili bir insan. Bana doktora için Minhacü'l-Fukara'nın iyi bir kitap olduğunu söyledi. Başladım ve çalışırken daha önemli bir noktayı buldum. 17. Yüzyılda sema yasaklanmıştı. Kitabımın ilk bölümlerinde neden yasaklandığı konusunda delil vermeye çalıştım.
Vakanüvislere göre, çünkü vakanüvisler ideolojik ve resmi tarihi kuruyorlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama dönemine girme sebeplerinden biri sufilerin ritüelleri. Risale-i Koçi Bey'de 'Biz doğru Müslümanlar değiliz. Çünkü sufiler var. Onlar doğru pratikler yapmadıkları için iyi mümin olmuyoruz. Böylece siyaset bu hale geliyor ve kazanamıyoruz' diyor. İdeolojik bir şey.
Felaket gibiydi. Resmi olarak 17 sene boyunca sema yasaklandı. Onlar Yasağ-ı Bed, kötü yasak diyorlar. Fiili olarak bir sene sonra sema yapmaya başladılar ama o kadar üzüldüler ki binlerce Mevlevi üzüntüden öldü. Bir Müslüman için namaz ne kadar önemli bir pratikse, bir Mevlevi için sema da, namazın yanı sıra, o kadar önemli. Sema yapmazsa üzülüyor.
Ankaravi halvetten bahsediyor fakat ne 1001 gün, ne de başka bir gün diyor. Belli bir zaman halvete giriyorlardı. Demek ki Mevleviler için çile çok önemli ama gün olarak belirlenmemiş. 17. Yüzyılda biat iki elle sıkma şeklinde yapılıyordu, sikke ve hırka giyiyorlardı. 17. Yüzyılda bu üç sembol dergaha girmenin işareti sayılıyordu.
Namaz kılıp ibadet ediyorlardı, onun dışında mutfakta yaşıyorlardı ve her şey mürşide itaat etmek üzerine kuruluydu. Bir tekkeden bir tekkeye yeni bir bereket almak için gidebilirlerdi. Bu manevi bir yolculuktu. İzin almadan gidemezlerdi. Öğleden sonra bir sufi tekkeye giremiyordu. Yolculuklar, tekke ziyaretleri belli kurallara bağlıydı.
İsmail Ankaravi gerçekten önemli bir şeyh. Çevreye bakıyor, vakanüvisler sufilere karşılar. Bizim sufi geleneğini kurmamız gerek diye düşünüyor ve şeriatlı bir gelenek kuruyor. Mevlevi sufiliği anlatırken şeriatlı anlatıyor. Kitabının konusu da şeriatlı. 'Namazdan hiç ayrılmayın.' diyor. Bunun yanı sıra sade bir insan değil. Namazdan bahsederken şeriata göre yap diyor ama yorumu daha manevi. Hac'dan bahsederken Hac'ca git diyor ama manevi Hac'dan da bahsediyor.
Bence iki yorumu birlikte tutmak lazım. Bir Müslüman için Mevlana'yı onun çerçevesinde anlamak lazım. Mevlevi'nin Müslüman yönünü anladıktan sonra hümanizm yönünü anlayabiliriz yoksa onun hümanizmi nereden geliyordu? Böyle bir ayrım çok akıllı bir işlem değil. Diğer yandan Mevlana Müslüman olarak yaşadı ama açık bir insandı. Bu hümanizmi ve mistisizmi önemli. Sadece eserlerinden alıntılar yapabiliriz ve bu herhangi birine faydalı olabilir. Bundan da korkmamak lazım. Yorumları beraber değerlendirmek lazım.
Mevlana Sille'ye gidiyordu. Orası Rum manastırıydı. Bence Mevlana'nın Hristiyanlığı algısı, anlayışı daha hoşgörülüydü o zamana göre. Bunun için açık biri. Şeriata uyuyor ama demek ki Hıristiyanlığı da biliyordu. Etkilenmiş mi diye soru sorabiliriz?
Bir gün bir yere gidecek Mevlana. Biri ona diyor ki 'Neden oraya gitmek istiyorsun? Orada çok Hıristiyan var.' Mevlana 'Onlar da dua ediyorlar Allah'a. Din farklı ama amacı aynı' diyor. Bu ipuçları çok önemli.
17. yüzyıldakinden çok etkilenmişler ama 20. Yüzyıldaki yasakta herşey bitti gibi. Zaten şu andaki Mevleviler gerçek mi?
Dış durumu değişti. Tam değişti. Ne kaldı? Belki silsile. Silsile kalırken bir şeyh müritler var ama 1001 gün çile yok. Eski gelenek yok. Bitti.
papaz olmaya karar verdikten sonra İlahiyat okumaya başladım. 2. Sınıfta İslam'la ilgili dersleri aldım. Hocam da papazdı ama Arapça'sı çok iyiydi. Hinduizm, Budizm dersleri de aldım. 1996'da genç Dominiken rahipleri olarak Kudüs'e gittik. O zaman gerçekten yeni bir dünya açıldı bana. Müslümanları buldum. Kudüs'teyken Hıristiyanlar ya da Yahudilerin tapınaklarıyla ilgilendim ama en çarpıcı yeni şey Müslümanlığı görmekti. İsrail'de 2 hafta kaldım. Arap harflerini ilk defa gördüm ve bayıldım. O sade insanları keşfettim. 'Onların duası gerçek' dedim, kalpten geliyordu. Dönünce başrahibimle konuştum. O da 'Türkiye'ye gitmeyi neden düşünmüyorsun' dedi. 1997'de buraya geldim. İslam'la Arap harfleriyle ilgilendim. Öbür tarafta Müslüman bir çevrede Hıristiyan olmakla ilgilendim.
Güzel bir şey. Bir taraftan daha Hristiyan hissediyorsunuz. Çünkü öteki benim gibi değil. Okuyorum, araştırıyorum, tanıyorum. Farklılık beni tekrar kendime gönderiyor. Bir taraftan güzel, bazen de zor.
Papazlığa başladığımda İtalya'daydım. Papazlığa başladıktan sonra 98'de Strazburg'ta Türkoloji okumaya başladım. Türk Dili, Çeviri, Türk Tarihi, Osmanlı Tarihi vardı. Yüksek lisansa girince özel bir çalışma için Osmanlı tasavvufu konusuna girdim. Çünkü daha önce Hıristiyan mistisizmiyle çok ilgilenmiştim. O zaman bakalım Osmanlı mistisizminde ne var diye ilgilenmeye başladım.
İlk çalışmam Bektaşi ilmihali üzerineydi. Bektaşilik Aleviliğe götürüyor. Türkiye'deyken bu biraz garip gelebilir diye düşündüm. Mevlevilik daha kabul edilen bir şey. Hocam da 'Sen burada yaşayacaksın. Daha kabul edilen bir tarikatı seçsen daha güzel olur' dedi. Atatürk bile Mevleviliği kabul etmiş. Önce yasaklamış ama sonra Mevlana türbesini açtırmış. Mevlana Türkiye'nin kahramanı. Herkes tanıyor. Sadece Mevlevilik üzerine çalışmıyorum şu anda.
17. yüzyıldaki sufilik öğretisi ve ayinler üzerine çalışıyorum. Bu kısımlarla ilgili kitabım da yakında çıkacak. Anadolu'daki bütün tarikatlar, bütün zaviye ve tekkelerin 17. Yüzyıldaki bir resmini çektim diyebiliriz. Ancak diğerlerini daha tarihsel olarak biliyorum. Cemaatlerle de ilgileniyorum şu anda.
İlk zamanlarda tasavvufun özünü yakalamak çok zordu. Sistemini anlamıyorsun. Parça parça anlıyordum. Ama okudukça oturdu. Şimdi gerçekten gururlanmak istemiyorum ama sistemi baya iyi anladım.
İlk zamanlarda çok gezmek istemiyordum, teorik durmak istiyordum. Tarihçi olarak metin üzerinde çalışıyorum ve görmeye gerek yoktu. İkincisi bugünkü perspektiflerin, yorumların eskisiyle karışmasını istemiyordum ama bilgi olarak sağlam bir seviyeye gelince gezmeye başladım. Konya'ya gittim. Bugünkü Mevlevileri tanıyorum, bazen görüşüyorum. Eskisi bugünkünü ya da bugünkü eskisini aydınlatabilir.
Sosyal durumları değişmiş. 1925'ten sonra her şey değişti. Dış durumları değişti çünkü. Bunun dışında bazı şeyleri hemen hemen aynı.
Mevlevi sema hemen hemen aynı. Ritüelleri 1900'lü yıllardan sonra anlatmaya başladılar. Şimdi Mevlevilerden bahsederken çileden, 1001 gün çileden bahsediyoruz. İsmail Ankaravi Minhacü'l-Fukara'sında Mevlevi olmanın nasıl olduğunu anlatıyor. Halvetten, çileden bahsediyor ama 1001 gün çileden bahsetmiyor. Diyebiliriz ki 17. Yüzyılda 1001 gün çile geleneği henüz oluşturulmamıştı.