|

Müzikte “Zü'l-Cenâheyn” Olmak

Yalçın Çetinkaya
00:00 - 6/06/2010 Pazar
Güncelleme: 22:38 - 5/06/2010 Cumartesi
Yeni Şafak
Müzikte “Zü'l-Cenâheyn” Olmak
Müzikte “Zü'l-Cenâheyn” Olmak

Zü'l-cenâheyn; iki taraflı, çift kanatlı, iki ayrı maharet sahibi, zâhirî ve bâtınî bilgisi geniş olan kimseler için kullanılan bir tâbirdir, hem ilim ve hem ma'rifette yüksek dereceye ulaşmış âlimlere verilen lâkabdır. İmâm-ı Rabbânî; “Mürşid kâmiller, ictihad derecesinde yüksek âlim oldukları için, hem zâhirî ilimlerde ve hem de tasavvufta derin ilim sahibidirler, yani zü'l-cenâyehndirler” demektedir.

Müzikte zü'l-cenâheyn olmakla kasdettiğim şey, hem doğu hem batı, yani iki tarafın müziklerini de iyi bilmek… müziğin sadece teknik ve teorik yönüne değil, aynı zamanda onun ilâhî derinliğine de vâkıf olmaktır. Mânâ âleminin mûsikîsini de, sûret âleminin mûsikîsini de bilmek gerekir. Zaten bunlar bilinmez ve birbirinden ayırt edilmezse, müzisyen de ne yaptığının idrâkinde değil demektir. Halbuki mûsikîde idrak de gereklidir.

Dünyada bugün, müzik konusunda her iki tarafın müziğini de çok iyi bilen, çok iyi anlayan, ama aynı zamanda işin mânâ boyutuna da vâkıf olabilen müzisyen neredeyse yok gibi. Ya yeteneklidir enstrumanını çok iyi çalar, ya sesi güzeldir şarkısını çok iyi söyler... ya “Türk mûsikîsi” bilir başka bir şey bilmez, ya “batı müziği” bilir başka şeyden anlamaz. İşin teorisine çalışır fakat sesleri tanımaz, ya sesleri tanır ama müziğin ne olduğunu, ses denilen şeyin neyi anlattığını bilmez. Makamları teorik olarak bilir ama duyduğunda tanımaz, makam sistemi kadar tampere sistemin de önemli olduğunu, ya da tampere sistem kadar makam sisteminin de gerekli olduğunu düşünemez. Ya keskin bir Batı müziği savunucusudur ya da koyu bir Türk mûsikîsi taraftarı.

Bugünün müzisyenleri, eksik yetişmektedir. Bir müzisyen sadece kendi çevresinde duyduğu ve tanıdığı ses evrenini değil, ama aynı zamanda diğer kültürlerin de ses zenginliklerini bilmek ve anlamak zorundadır. Artık günümüz dünyası, doğusuyla batısıyla, iki tarafın da müziklerini bilen müzisyenlere ihtiyaç duymaktadır. Sadece Türk mûsikîsinden haberdar olup Batı'nın ses zenginliğinden haberdar olmak, ya da sadece Batı müziğini bilip Türk müziğini tanımamak ve küçümseyerek tanımamakta ısrar etmek bir eksikliktir. Daha önce de bir yazımda belirtmiştim; artık sadece "Türk Mûsikîsi" alanında konuşuyor olmak yetmemektedir, Batı-Doğu diye ayırmadan dünyanın bütün önemli müziklerini bilmek ve bu geniş alanı tanımak gerekmektedir. Sadece kendi müzik kültürünü, bir yığın eksik ve yanlış aktarımları okuyup ezberleyerek bildiğini zanneden ve bununla yetinip varlığını bununla sürdüren, sanatsal ve sosyal ilişkilerini bunun üzerine oturtan bir müzisyen ve sanatçı tipi, bugünün dünyasında son derece zayıf, bilgisiz, yetersiz ve sıradan bir müzisyen ve sanatçı tipidir ki bu kişilere zaten müzisyen ve sanatçı demek de yanlıştır.

Türk mûsikîsinin ses ve melodi cevheri, kadîm bilgiden etkilenmiştir ve referansı da kadim bilgidir. Ortasıyla, uzağıyla ve yakınıyla hemen hemen bütün doğunun seslerinden ve felsefî düşüncesinden beslenmiş olan Türk mûsikîsi, makam sistemiyle oldukça zengin bir muhteviyata ve ifade gücüne sahiptir. Batı müziği, gerçi kadim müzik bilgi ve geleneğinden milattan sonra 6-7. yüzyıllarda ayrılıp, kilise öğretisine göre yeniden şekillendirilmiş ve başka bir mecrada akmaya başlamış ve fıtrî olandan ciddi oranda uzaklaşmıştır ama, buna rağmen oldukça güçlü, müzikolojik açıdan da oldukça sistematik hale gelmiş bir donanıma sahip olmuştur. Artık bu günün müzisyeni sadece Türk mûsikîsini ya da sadece Batı müziğini bilmekle kendini yeterli hissetmemelidir… müzisyen olmak, sadece bir yakanın ses ve melodilerinden haberdar olmayı değil, ama aynı zamanda öbür yakanın da ses ve melodi cevherini iyi bilmeyi, tanımayı ve hatta kullanabilmeyi gerektirmektedir. Piyano çalan bir müzisyen, aynı zamanda Türk mûsikîsi de bilmeli ve Tambur, Kanun, Ud gibi sazlardan birini ustaca çalabilmeli; Kanun, Tambur, Ney, Ud gibi Türk mûsikîsi sazlarını çalabilen bir Türk müziği sâzendesi, aynı zamanda bir Batı müziği sazını da iyi derecede çalabilmelidir. Itrî'yi bilmek ve anlamak kadar, artık Bach'ı da bilmek ve anlamak, Dede Efendi'yi tanımak kadar Mozart'ı da tanımak gerekmektedir. Sadece tenor anahtarını kullanmayı öğrenen ve tek sesli nota yazımlarını bilen bir müzisyen, aynı zamanda Batı müziğinin bütün anahtarlarını tanıyabilmeli, müzik dilinden anlayabilmelidir. Artık küçülen ve bütün seslerin duyulabildiği dünyamızda, yeni müzisyen profili de böyle olmalıdır. Her iki tarafın ses ve melodi cevherine vâkıf… her iki tarafı da teorik düzeyde ve icrâ olarak iyi bilen ve yapabilen… ama aynı zamanda mânâ boyutunu da ihmâl etmeyen müzisyenlere ihtiyaç vardır. Sadece Türk müziği bilen (ya da bildiğini zannettiğimiz ya da kendisini “biliyor” gibi gösteren, ya da sadece batı müziği bilen, bildiğini zanneden eksik müzisyenler, demode oldular.

“Ah o gemide ben de olsaydım…”

Gazze'ye yardım götüren gemiler ne güzel gemiler… O gemilerin içindeki yürekler ne güzel yürekler. Gazze'deki kardeşlerinin dertlerini dert edinmiş, onlara yardım malzemesi götürebilmek ve onları mutlu edebilmek için dünya işlerini bir yana bırakan, uykusuz kalan, yüreğini ortaya koyan, büyük tehlikeleri göze alıp yola çıkan, canını feda eden insanlar ne güzel insanlar. Cenazesi Türkiye'ye getirildikten ve 19 yaşında bir delikanlı olduğunu öğrendikten sonra resimlerine bakmaya doyamadığım, “Biz bu yola dönmeye değil, şehid olmaya geldik” diyebilecek kadar yürekli, mü'min bir delikanlı Furkan Doğan, İbrahim Bilgen, Ali Haydar Bengi, Cevdet Kılıçlar, Çetin Topçuoğlu, Necdet Yıldırım, Fahri Yıldız, Cengiz Songür ve Cengiz Akyüz… Şehâdetlerine imrendiğim dokuz tertemiz insan. Allah hepinize rahmet eylesin, yaralı kardeşlerimize acil şifalar versin. Ey Gazze'ye yardım götüren gemilerin güzel, fedâkar, kararlı, merhametli, mümin ve cesur yürekleri… Ey bu kadar yüreği bir araya getiren İHH ve bütün çalışanları… Bülent Yıldırım, Hakan Albayrak ve daha nice cesur yürek, o kadar güzel ve önemli bir iş yaptınız ki, Allah hepinizden razı olsun, hepinizi sorgusuz sualsiz cennetine dahil eylesin. Otoriteye, hele zulme ve zalime baş kaldırarak aslında modern zamanlarda unutulmaya yüz tutmuş bir nübüvvet geleneğini de ihyâ ettiniz. Peygamberlerin yaptığı da otoriteye başkaldırmak değil miydi, yoksa ben mi yanlış biliyorum… Nuh, Lût, İbrahim, Davut, Musa, Zekeriya, Yahya, İsa ve Hz. Muhammed (Kur'an'da anılan resûl ve nebîler) kendi hayatlarını rahata erdirebilmek ve böylece yaptıkları işlere zarar gelmesini önleyebilmek için yoksa otoriteyle uyum içinde ve kolkola mı yaşadılar? Kendisine siyasi otorite teklif eden otoriteye karşı “Bir elime ayı, bir elime de güneşi verseniz Allah yolundan dönmem” diyen ve otoriteye direnen, Hz. Muhammed değil miydi yoksa? Otoritenin gücünü, zulmünü kabul edip kendimize zarar vermemelerini sağlayacak bir düzlemde ve ilişkiler ağı içinde var olmak, bir “Müslüman varoluşu”na yakışır mı acaba? Namert köprüsünden geçerek ve tilki gölgesinde yatarak yaşamak nasıl bir “yaşamak”tır… ne kadar ve nereye kadar yaşamaktır ? Böyle yaşamaya alışanlar için İsrail gibi insanlık tarihinin en zalim, en korkunç tehlikesini, (üstelik ondan izin almadan)göze alıp Gazze'ye yardım götürmeye kalkmak ne büyük bir gaflettir, ne büyük bir yanlışlıktır ! Fakat Gazze'ye yardım götürerek otoriteye başkaldırmak, Kur'an'da anlatılan peygamberlerin kıssalarının adeta modern çağda yaşanmış bir versiyonu olmaya ne kadar da yakın, ne kadar da haysiyetli bir davranıştır…

14 yıl önce