|

Rablik iddiasında bulununca kaybettik

Din Sosyoloğu Dr. Selma Karışman “Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Adam Smith, Marifet ile Zenginlik Arasında iki Düşünce iki Dünya” isimli kitabıyla moderniteyi, ekonomi, ahlak ve dini doğu ve batı düşünürleriyle masaya yatırıyor. İki görüşü referans alarak oluşturduğu tezi günümüz sorunlarına ışık tutar nitelikte sosyolojik tespit ve fikirler içeriyor. Karışman'ın "Düşünce" katagorisinde ESKADER'ce ödüle layık görülen kitabı, Müslümanların moderniteyle ilgi yaşadığı sorunların kaynağına mercek tutuyor.

Kübra&Büşra
00:00 - 24/04/2011 Pazar
Güncelleme: 22:30 - 23/04/2011 Cumartesi
Yeni Şafak
Rablik iddiasında bulununca kaybettik
Rablik iddiasında bulununca kaybettik
Günümüz insanı aklına, vahiyden üstün ve bağımsız bir değer vererek bu iddianın peşinden sürüklenip gitmektedir. Bu şu demektir; artık insanoğlu, 'rab'lik iddiasında bulunacaktır

Kitabınızda neden iki farklı düşünürü Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Adam Smith'i bir araya getirmek istediniz?

Bu çalışmanın bu iki şahsiyeti bir araya getirmek, buluşturmak gibi özel bir gayesi yok. Kitabı yazmamın yoğun bir problematik alanı var. Bu problematiklerin hepsi de aslında günümüze ait. Günümüzün acıklı beşeri durumu, toplumların kamplaşmaları, uluslararası kutuplaşmalar, adaletten, özgürlükten yoksunluk, savaşlar, tahakkümler, rekor derecede incelen ozon tabakası, kalınlaşan basiretler…

Siz bu iki düşünürü 'İki Düşünce İki Dünya' çatısı altında toplamışsınız. Bu iki şahsın ortak noktaları nedir?

Aslında kitabın temel amacı bu değil. Ben Adam Smith ve İbrahim Hakkı'yı din, ahlak, ekonomi arasındaki ilişkinin kırılmasında, ekonominin, kendisini din ve ahlaktan kopararak hem müstakil bir bilim, hem de bir hayat alanı olarak nasıl öne çıktığının ispatında birer vasıta olarak kullanıyorum. Onları mukayese etmek onları yan yana getirmek gibi özel bir amacım yok. Dolayısıyla bu iki şahsiyet, konunun doğal seyrinde birbirleriyle karşılaşıyorlar. Fakat araştırdıktan sonra çok enteresan bir şekilde Adam Smith'in ahlak görüşünün neredeyse vahdet-i vücutçu'ların ahlak görüşüne yakın olduğunu ve daha pek çok benzerliği fark ettim.

Adam Smith ne diyor?

Bir insanın ahlaklı olması için muhakkak diğerini tam anlamıyla anlaması, kendisini onun yerine koyması, onun içine girmesi ve onun aynasında nasıl göründüğünü izlemesi gerektiğini söylüyor. Bugün toplumlar Adam Smith'in ekonomik değil de ahlak görüşü üzerinden gidecek olsaydı o zaman gerçekten İslam'ın çok önemli bir düsturu yerine gelmiş olurdu.

İbrahim Hakkı ile Adam Smith nerede benzeşiyor?

Adam Simith'in ahlak anlayışında çok az dini tını olmasına rağmen, insanın fıtratı özgür bırakıldığında demek ki mutlak hakikate ulaşma yolunda bir mesafe kaydedebiliyor. Özellikle Ahlaki Duygular Kuramında içerik ve hatta kitabın tasnifi açısından Marifetname ile çok önemli benzerlikler gördüm. İkisi de kendi medeniyet algıları çerçevesinde insana ahlaklı olmanın yollarını öğretiyor.

Adam Smith: "kendini sevmenin başkalarının iyiliğini istemekle yenilmesi gerekir"diyor…

Evet bütün kitapta insanın bencilliğinin yani kendisini sevmesinin diğerlerini sevmek yoluyla nasıl yenileceğini anlatıyor. Bunun yollarını gösteriyor. Aslında Ulusların Zenginliği'nde de amacının çok masum olduğunu görüyoruz ama iş şuraya gelip dayandı. Zengin olma isteğinin, zenginliğin üzerindeki manevi bariyerleri kaldırırsanız o zaman insanlık zenginliğe doğru büyük bir iştahla ve kendisine dinin ve ahlakın çizdiği engelleri unutarak hücum eder. Etti de. Ahlaklı insan, ekonomik insana indi.

Neden "din, ahlak ve ekonomi" başlıklarını seçtiniz? Din içinde aynı zamanda ahlakı barındırmaz mı?

Eğer din inançsa, Allah ile bağlılıksa, ahlak onun sosyal hayatının bütün alanlarındaki tezahürüdür. Din Allah ile dikey bir ilişki, ahlak ise bu ilişkinin yatay olarak tezahürüdür. İslam'ın teklifi ve iddiası ise ahlakın temel ilke ve prensiplerinin bütün hayat alanlarında geçerli kılınmasıdır.

Ahlak ve din arasındaki ilişki pratikte nerede duruyor?

Burada dinin yansıması olan ahlaki hayatla modernite arasında pratikte bir çatışma var. Dinlerin vaaz ettiği ahlakın, insan hayatında hâkim olmaması, ahlakın devreden çıkarak böylelikle dinin de sadece vicdanlara hapsedilmesi isteniyor. Bu bir yerde, olup bitenin ahlaki bir sorgulamaya, müdahaleye tabii tutulamaması demektir. Tutulduğu anda, dinin hayata davet edilmesi demektir. Oysa din zaten hayat içindir.

Bu, insan için somut olarak neyi ifade eder?

Bu şu demektir; artık insanoğlu, 'rablik' iddiasında bulunacaktır.

Bunun anlamı kendi kendinin tanrısı olmak mı?

Evet, bir bakıma öyle... Cenabı Allah bize bezmi elestte şöyle sormuştu: "Sizi mürebbi olarak gözetecek, terbiye edecek, hayatınıza kurallar getirecek tek merci ben değil miyim?" Bütün insanlık buna 'evet' demişti. Bu mukavele tek yönlü olarak bozulmuştur artık. İnsan artık şöyle demek istiyor: "Bundan böyle var oluşumun gayesi, hedefleri, kuralları, anlamı bana aittir. Sadece benim tarafımdan belirlenir. İstediğim gibi, istediğim şekilde yaşarım, istediğim zaman da istediğim şeyi yaparım, canım nasıl isterse öyle davranırım."

Hüsrana uğramamızın kaynağında bu mu yatıyor?

Evet. Günümüz insanı aklına, vahiyden üstün ve bağımsız bir değer vererek bu iddianın peşinden sürüklenip gitmektedir.

Nasıl bir hüsran bu?

Gündelik hayatta 'ilahi' referansın yerini 'ihtiyaç' kelimesinin aldığı bir toplum var. Bu topluma 'daha' toplumu diyebiliriz. Daha uzun, daha özgür yaşıyor, daha çok geziyor, daha hızlı hareket ediyor ve en önemlisi daha çok kazanıyor ve daha çok tüketiyoruz. Bütün çaba ve hedef bunlar. Fakat daha erdemli, daha huzurlu, daha mutlu muyuz?

Değiliz...

Bütün batının aydınları, toplumbilimciler, modernizm ve kapitalizmin izini süren araştırmacılar, bugünkü batıda toplumun öldüğünü, referanslarının çürüdüğünü yerine yeni sistemlerin kurulması gerektiğine inanıyorlar.

Gelenekten ve dinden kopuşumuz yani modernite bize huzur vermedi. Huzur nerede, gelenekte mi yoksa üçüncü yeni bir formülde mi?

Dinin normlarını yeniden gözden geçirerek sistemin arızalarını bu yöntemle revize etmek gerekiyor. Üretim ve tüketim biçimlerinden bahsediyoruz, fakat günümüzde her şey o kadar değişmiş durumda ki. Ekonomi aile içi bir faaliyet olarak başlamışken diğer hayat alanları arasında hiç bir üstünlüğü yokken daha sonra bütün direktifleri koyacak bir şekilde sistemleşti. O zaman biz dünyaya, tam da ihtiyacı olduğu şu anda, eşitlik, adalet barış ve mutlak hakikatin egemen olmasını şart koşan bir dinin normlarına ve prensiplerine kulak vererek yeni tefekkür hamleleri yeni düşünce ve hayat biçimleri üretmek zorundayız.


Müslümanların kendini moderniteden ayırması çok zor

Bugüne bakacak olursak, iktidarla birlikte dindar kesimin servetinin çoğaldığını görüyoruz. Eğer sorun dinle gelenekten kopuş ise peki dindar kesim paranın bu 'ahlak'sız kısmına neden direnemedi?

Bunu sadece dindar kesim için değil bütün kesimler için söyleyebiliriz. Eğer siz ilahi referansların yerine 'ihtiyaç' diye bir kelime koyarsanız ve bu ihtiyacı hayatın biricik ideali yaparsanız bundan kim kaçınabilir? Bunu sorgulamamız lazım. Dindar kesim belki servetle yeni tanıştığı için mercekler oraya çevrildi. Bu sistem kendini devamlı tüketim arzusu, objesi üreterek, ihtiyaçlara yeni bir çerçeve kazandırarak ve bunun üzerindeki hem içsel denetimi kaldırarak hem de dıştan moda, güzellik ve cinsellik gibi pek çok kışkırtıcı ve ayartıcıyla ayakta tutuyor. Bütün topluma bir hayat biçimi olarak dayatılan ve kurumlarını buna göre konuçlandıran bir olgudan Müslümanların kendini ayrıştırması idealdir ama pratiği gerçekten çok zor bir şeydir.

Direnilemez miydi?

Bu dediğiniz sadece Türkiye için söz konusu değil, fakat modernite ile İslam ahlakının çarpıştığı çok daha genel bir noktadır. Modernite, dindar insanların ahlaka, hayatı düzenleyen bir rol ya da işlev yüklemelerini dinin siyasete, sosyal ve ekonomik hayata müdahalesi olarak görüyor. Oysa onun da temel iddiası toplumu yeniden düzenlemek. Bu görevi serbest piyasaya vermiş. Serbest piyasanın daha serbest hale gelebilmesi için, hazların, duyguların, inançların, serbest hale gelmesi ve toplumun ahlaktan ve yaptırımlarından arınmasını isteyen bir sistemin içindeyiz. Bu dediklerinize karşı koymak sistemin bütününe karşı koymak demektir.

Sisteme karşı koymak mümkün değil mi?

Çok zor ama bir yandan da mümkün olmak zorunda… Bugün biz, her şeyin ekonomi ve siyaset olduğu bir toplum içindeyiz. Bunun için de sanat, edebiyat, dil, nerede? Benim tefekküri hamle dediğim işte bunlar. Bugün biz büyük bir tefekkür medeniyetinin dilini bile dışladıysak, onun yerine evrensel olarak gördüğümüz için başta İngilizce olmak üzere batıya ait dilleri baş tacı ediyorsak neticede böyle zorluklar olur. Direnç kırılır…

Aslında toplum olarak moderniteye geleneklerimizle direnmedik mi?

Evet direniyoruz. Bunu bütün İslam toplumlarında görüyoruz. İslamofobinin nedeni de bu direnç işte. Bireysel bazda bitmeyen bir dindarlık hali var. Kapitalizmin dayatmalarıyla kuşatılmışken bile Allah'a ahlaki açıdan yakın olmanın onun rızasını kazanmanın, ezanın, caminin, yardımlaşmanın, Peygamber sevgisinin ısrarlı hamlelerini görüyoruz toplumlarda. Ama bunları hayat biçimleri olarak insanlığa sunmak yine de bir tefekkür meselesidir.

Bunu yaparken neleri referans alacağız?

Bunu yapmak için gerekli donelerimiz mevcut. Yani düşünce evimizin içinde, varlık, bilgi değer sisteminin içinde kalarak bir yandan asr-ı saadetten uygulamalara bakarak, bir yandan İslam'ın normlarının büyük ölçüde yeşerdiği bir medeniyetin kurumlarına gidip inceleyerek, günümüze sunmanın çarelerini arayarak. Evin anahtarı elimizde fakat elimizde olduğunu bilmiyoruz.

Buradan nasıl bir insan modeli çıkıyor?

Bütüncül insan modeline inanıyorum.

Nasıl yani?

İnancı ahlaktan, tefekkürden, sanattan, bilimden ve düşünceden ayırmadan yaşamak… Bugün insanımızın en büyük handikapı budur. Daima biz bunları ayırarak yaşıyoruz. Ve birine verdiğimiz önem diğerinden muhakkak az oluyor. Mesela geçmişte edebiyat daima siyasetin, ekonominin hatta sosyolojinin önünde giderdi ve onlara veri sunardı toplum hakkında. Biz bugün eğer yaşanılanları dile dökemiyorsak ya da makaleler, eserler ve metodik düşünce ile ortaya koyamıyorsak o zaman neyin peşinde gideceğiz? Günü birlik siyaset, serbest pazarın çarpık kuralları bize ne sağlayabilir? İşte mesele, kendi medeniyetimizin, kendi dilimizin, kendimize ait olanın uslubu ile ve vahiyle irtibat halinde kalarak yapabilmek bunları, ev dediğim bu benim. Bu, insanlık evimizdir.

Bu konuda İbrahim Hakkı nerede duruyor?

İbrahim Hakkı'nın ahlak görüşünde marifet anlayışı var. Nedir marifet? Bir sezgi, anlama bir bilme biçimi. Marifetullah dediğimizde Allah'ı bilme, marifetünnefs dediğimizde insanın kendini bilmesi. Işte İbrahim Hakkı Hz. Marifetnamesi'nde her şeyden önce bizi kendimizi tanımaya davet eder. O gün de, bugün de bütüncül bir insan modeli geliştirebilmemiz için bu tanıma fiiline ihtiyacımız var. Fakat bugün bizden kendimizi tanımamız yerine, ne yazık ki kendimizi daha çok sevmemiz, şımartmamız, beğenmemiz isteniyor.

Aslında toplum olarak yanlış yönlendiriliyoruz…

Evet, işte ama batıda hasbelkader teknolojik, ekonomik üstünlüğe ulaşmış bir sistemin, hayatın diğer alanları için de yaşanılmaya çok değerli olduğuna dair modernist algıyla ilgili bir durum. Bu algıdan kurtulmamız lazım. Batının İslam toplumları üzerine yaftaladığı az gelişmişlik, geri kalmışlık, ilkellik indirgemelerinden bir an önce kurtulmamız gerekiyor. Batıya ilerlediği için mi hayran oluyoruz? Bakın Hodgson ne der bu konuda: İlerleme ahlaki bir yargı ifade eder yani gerilemenin, sapmanın karşıtı olarak bir amaca doğru, en azından iyi bir yön doğrultusunda hareket belirtir der. Oysa modern yaşantının sadece iyiye değil, kötüye giden çok yönleri olduğunu hepimiz biliyoruz. O zaman eğer bu büyük dönüşümü Batı değil de biz varlık, bilgi, değer sistemimiz üzerine inşa edebilseydik belki de bugün dünyanın durumu çok daha farklı olacaktı.

Nasıl olacaktı mesela?

Mesela bütün ilişkilerde sosyal, siyasal, ekonomik, dediğimiz hayatın yaşanılan bütün alanlarında tek kavram geçerli olacaktı. "Adalet." O zaman her sahada bireysel, toplumsal, uluslar arası, bunu deneyecektik. Adil olma tecrübesini. Biz de kendi rönesansımızı yapabilirdik mesela. İktisadi hayatın neden atıl kaldığını, neden zenginliğe karşı psikolojik ve toplumsal bariyerler geliştirildiğini sorgulayabilirdik. Ya da otoritenin veya geleneksel dindarlığın veya ataerkil bakışın özgür düşünce ve cinsiyetler üzerindeki baskılarını tartışabilirdik. Eğer dönüşüm bizim medeniyetimizde o zaman meydana gelmediyse daha sonra oluşmayacağı ile ilgili elimizde hiçbir kriter olmadığını söyleyebiliriz.


Kadın insan olarak değil cinsiyet olarak var oluyor

İslam mükemmel bir din ama prensiplerin hayata dönüşmesi konusunda neden bu kadar zorluklar oluşuyor?

Bunun önünde, hem alışılmış bir sistemin nefse, dünyevi, beşeri arzulara cazip gelmesi ve insanoğlunun bireysel bazda kendini bundan kurtaramaması hem de batının teknolojik üstünlüğünü bir tahakküm ve hegomanya aracı olarak dayatması var. Eğer biz içte şahsi engeli kırarsak yeniden edebiyatı, sanatı, sahih düşünceyi ve mutlak hakikat idealini; putlaştırılmış ekonomi ve siyasetin karşısına putkırıcı birer hedef olarak, yeni nesillerin önüne gerçekleşmesi halinde mutlu olacakları ilkeler olarak koyarsak ilk adımı atmış oluruz.

Modernite özel olarak kadına da zarar vermedi mi?

Belki, böyle "gelenekselleşmiş" bir zararı telafi etmek için postmodernite devreye din etnisite ile birlikte cinsiyeti de soktu. Fakat kadının insan olarak asli varoluşu bastırıldığında o zaman kadın varoluşsal potansiyelleriyle yer alamıyorsa hayatta salt cinsiyeti ile yer alıyor. Eğer kadını hem kendisi hem erkek için, daha güzel olma, daha yaşsız olma, daha çekici olma gibi hedeflere kilitler ve bu özelliklerle nitelerseniz, o zaman tabii başka hazlar ve ihtiyaçlar pompalamış olursunuz. Bir de ataerkil bakış tarafından toplumsal hayattan, düşünceden, beşerî potansiyellerinden alıkonulmak istendiğini, bir başka şekilde yakasından çekiştirildiğini düşünürsek kadın burada tabii çok zarar gördü. İki yönlü bir zarar söz konusu.

Bu sonuç 'modernite'nin dinle arasındaki mesafesinden mi kaynaklanıyor?

Elbette dinin özünden uzaklaşma ile ilgili olabilir. Bunu modernitenin taşıyıcıları da gelenekselliğin taşıyıcıları da birlikte yapmıştır. Her ikisinde de dinin özünden uzaklaşma vardır. Kadın olarak yaratılması takdir edilen ve Kur'an'da daima erkeklerle aynı söylemlere ve sorgulamalara, eşit mükafatlara ve ihtarlara muhatap tutulan bir varoluş birimini bir insan cinsini, onu insan olarak yaratanın verdiği haklardan mahrum ederseniz bunun hiçbir mazereti olamaz.

Bir son ve de zor soru, kapitalizm İslamla uyuşur mu?

Aslında bu soru çok sorulan fakat temelden yanlış bir sorudur. Siz bir inanç sistemini, üstelik kendisini "ed-din" son inanç, son din son olarak takdim eden bir inanç biçimini alıp, dünyevi bir sistemle uyuşup uyuşmadığını mantıksal olarak tartışırsanız burada bir arıza var demektir. Burada özneyle nesne yer değiştirmelidir ve soru kapitalizm İslam'la uyuşur mu şeklinde sorulmalıdır. Bunun cevabı da sadece 'hayır'dır. Hiçbir abdestin kapitalizmi arıtamayacağı görüşündeyim.



13 yıl önce