|

Tevazuyu hakikati ararken öğrendim

Osmanlı İktisat Tarihçisi, İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim görevlisi Mehmet Genç, Türkiye'nin sayılı isimlerinden. 50 yılını Osmanlı arşivlerinde araştırma yaparak geçiren Genç, 7 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu. Maddi sıkıntılarla mücadele içinde geçen yaşamı, tevafuklarla şekillenmiş ve onu alanının en önemli isimlerinden biri haline getirmiş. Mehmet Genç ilk defa kendini anlatıyor.

Kübra&Büşra
00:00 - 27/05/2012 Pazar
Güncelleme: 21:56 - 26/05/2012 Cumartesi
Yeni Şafak
Tevazuyu hakikati ararken öğrendim
Tevazuyu hakikati ararken öğrendim
Ailenin en küçüğü ve 7. çocuğusunuz. Evin tek oğlu musunuz?

Hayır. Üç erkek ve dört kız kardeşten oluşan bir aileyiz.

Anne ve babanızla jenarasyon farkınız ne kadar?

Ben doğduğumda rahmetli annem kırkbeş rahmetli babam da elli beş yaş civarında idiler. Ben doğmadan kısa bir süre önce rahmetli babam bir kan davası dolayısı ile tutuklanarak Rize hapishanesine gönderilmiş. Annem hamile hali ile 100-150 km. mesafeyi yaya olarak gidip hapishanedeki babamı ziyaret edermiş. Bu sebepten babamı dört yaşıma dek tanımadım.

Babanız kan davasına nasıl bulaşmış?

Babamın bir akrabasını öldürmüşler. Babam da katil olduğu tahmin edilen adamı mahkemeye vermiş. O sırada şüpheli olarak yargılanan adamı öldürmüşler. Onun üzerine bunu babamın yaptığını düşünerek, babamı hapse atmışlar.

Babasızlık boşluğunu doldurabildiniz mi?

Benden biri beş , diğeri on yaş büyük iki ağabeyim vardı. Onlar bana babalık yaptılar diyebilirim. Ablalarım beni çok severdi. Beni kız gibi giydirip el üstünde tutalardı. Annemle pek vakit geçiremedim çünkü o sıralarda babam hapiste olduğu için onun yanına gidip geliyordu.

Ne zaman beraat etti?

4-4,5 yıl sonra.

Babanız hapisten çıktığında karşınızda nasıl bir adam vardı?

Babam sadece yazı yazmayı bilirmiş. Hapse girdikten sonra hapiste mevkufen yargılanan bir din alimi ile aynı koğuşta kalmış. Orada deyim yerindeyse bir ilahiyat fakültesi bitirmiş. Arapça ve tefsir öğrenmiş. Babam hapisten çıktıktan sonra alim bir adama dönüşmüştü. Dini bilgiler ile tanışmam babamın sohbetlerine kulak misafiri olmam ile birlikte başladı.

Ailenin en küçüğü olarak büyümekte zorlandınız mı?

Köyde yaşadığımız ve maddi sıkıntımız olduğu için ben küçük yaşlardan itibaren ev ve tarla işlerinde diğer aile fertlerine yardımcı oluyordum. O yüzden oyun oynamaya fırsat bulamıyordum. Çok haylaz bir çocuktum. Fakat şartlardan dolayı çalışmak zorundaydım. İlkokulu bitirdim. Ortaokul da evimizden bir hayli uzaktı. Bende okula yakın kiralık bir ev buldum ve orada kalmaya başladım. Hafta sonları eve geliyordum, zor geçindiğimiz için haftalık yemeğimi evden götürüyordum. Ortaokul böyle bitti. Bölgede en yakın lise 200 km. ötedeki Trabzon'da idi. Hiç bir motorlu kara aracının bulunmadığı bir dönemdi. 1940'ların sonu...

Ailenin tek okumuş çocuğu siz misiniz?

O yıllarda kız çocukları okutulmuyordu. Büyük ağabeyim kendisi okumak istemedi. Benden beş yaş büyük ağabeyim okuyordu. İlkokul, ortaokulun ardından öğretmen okuluna gitti ve öğretmen oldu.

Peki siz okula ara verdiğiniz dönem de ne yaptınız?

Avlanmayı çok seviyordum. Atmaca avlayıp, köydeki ev işlerini yapıyordum.

Okumadığınız süre içinde kendinizi geri kalmış hissetmediniz mi?

Ben okumayı çok istemiyordum. Matematiği çok seviyordum ve sadece matematik okumak istiyordum. Diğer derslerden hiç hoşlanmıyordum.

Bu isteksizlikle liseyi nasıl okudunuz?

Aslında bir isteksizlikten ziyade ailenin maddi imkansızlıkları dolayısıyla liseye devam etmeme imkan yoktu. Ortaokulu birlikte okuduğumuz bir arkadaşım bana "meccani (parasız)yatılı okul sınavına girelim" dedi. O sınava girdik ve ikimiz de kazanarak beraber Haydarpaşa Lisesi'ne gittik.

O yaşta taşradan İstanbul'a gelmek zor olmadı mı?

İstanbul'a geldiğimde 14 yaşındaydım. Elbette zorlandım, ama çok da yalnız değildim, çünkü bir gurup arkadaş ile birlikteydik.Aileden ayrılmaya gelince, buna daha ortaokulda iken alışmıştım. Kendimi idare etmeyi o yıllarda öğrendim.

Milliyetçi muhafazakar bir aileden geliyorsunuz. İstanbul'a geldiğinizde fikir dalgalanmaları yaşadınız mı?

Dini görüşümde farklılık olmadı. Sadece daha sert bir milliyetçi oldum.

Liseyi bitirdikten sonra ne yaptınız?

Matematik okumak istiyordum. Fakat ailem fakir olduğu için, onlara yardım etmem gerekiyordu. Aileme yardım edebilecek bir meslek edinmek üzere Mülkiyeyi seçtim. En azından kaymakam ya da vali olma ihtimalim vardı.

Peki ailenize maddi destek verebildiniz mi?

Destek vermeyi düşünüyordum ama olmadı. Ben liseyi okuduğum zamanlar 1950'li yılların başlarıydı, Demokrat Parti iktidara geldi. Demokrat Parti çok önemli değişiklikler getirdi. Doğu Karadeniz'e çay geldi. Ağabeyim de öğretmenliğini o bölgede yaptı. Hem çay geliri, hem de öğretmen geliriyle rahata kavuştular. Ben onlara yardım etmeyi düşünürken, onlar bana yardım ettiler.

Üniversite yıllarınızda tüberküloz hastalığına yakalanmışsınız...

Büyük ağabeyim tüberküloz olmuştu. Ben de lise yıllarında zafiyet geçirmiştim. Küçüklükten beri zayıf ve hassas bir çocuktum. Nasıl tüberküloz olduğumu da anlamadım. Çünkü vücudumda hiç bir belirtisi yoktu.

Korkmadınız mı?

Tabi çok korktum. Çünkü tüberküloz o yıllarda öldürücü bir hastalık olarak biliniyordu. Kendimi 20 yaşında idama mahkum bir insan gibi hissettim.

Hastalandığınızı nasıl öğrendiniz?

Üniversite 3. Sınıfı yüksek dereceyle geçtim. Bana burs vermek istediler. Burs için rapor almam gerekiyordu. Ben de hastaneye gidip röntgen çektirdim. Küçük bir akciğer filmi çektiler. Doktor tüberküloz teşhisi koydu. Ben küçük filmden bir şey anlaşılmaz, diye düşünerek inanmadım ve tekrar normal bir akciğer röntgen filmi çektirdim. Doktor benim röntgenime bakarken gözleri parladı. Çok mutlu oldu.

Neden?

Bütün asistanları yanına topladı; "Bakın kitaplarda okuduğunuz tüberkülozun tipik bir canlı örneği" diye yanındakilere gösterdi. Ben o an idam hükmümü dinlerken, doktorun gözleri parlıyordu. Bu beni hayrete düşürmüştü. Orada ilmin insan üzerindeki etkisini gördüm. Bilim adamı olmaya o zaman karar verdim.

Bu hastalığın sizde bıraktığı izler var mı?

Olmaz mı! Hayatımın önemli dönüm noktasıydı. Edebiyatla tanışmama vesile oldu. Ben tüberküloz olmadan önce sadece matematik ve felsefeye ilgim vardı. Milli meseleler ile ilgilendiğim için daha çok sosyal bilim kitapları okuyordum. Sosyoloji, tarih gibi alanlara yöneldim. Edebiyat ile pek ilgilenmiyordum. Bana ciddi bir iş gibi gelmiyordu. O zamanlar çok gençtim tabi. Hastalanınca felsefe kitapları okumak istedim ama sırt üstü yatmak zorunda olduğum için o ağır kitapları okuyamadım.

Kimleri okurdunuz?

Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ağabey Dostoyevski hayranıydı. Bana onun kitaplarını getirdi. Dostoyevski'nin romanlarının hepsini okudum ve çok beğendim. Fakat onun kitapları 19. Yüzyılda geçtiği için romanlarındaki kahramanların içinde mutlaka verem hastalığından ölen birileri vardı. Ben de senatoryumda yatıyordum ve yanıbaşımda veremden ölen hastalar da oluyordu. Ben de hasta yatağımda veremden ölen adamların hikayelerini okuyordum.

Tüberkülozdan nasıl kurtuldunuz?

Erken teşhis olduğu için tehlikeli gurupta yer almıyordum. Doktorlar bana çok iyi baktı. Hastanede altı ay kaldım. Vücudum tedaviye çok iyi cevap verdi. Rahatsızlığımı çabuk atlattım.


Kibir olan insanda ilim olmaz
Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi kitabınız alanında özel bir çalışma. Size Aydın Doğan ödülü verilmişti. Neden kabul etmediniz?

Ben ödüllerden hoşlanmıyorum.

Onları küçümsüyor musunuz?

Hayatımda kimseyi küçümsemedim, ama düşüncelerine değer verdiğim insanlar nadirdir. İlk yazımı çok zor şartlar altında yazdım. Önemli bir kurumu ortaya çıkaran bir yazıydı ve beğenildi. Düşüncesine değer vermediğim bir üniversite hocası o makalemi çok beğendiğini söyledi. Ben, o gece uyayamadım.

Beğendi diye mi?

Evet. Demek ki çok kötü bir şey yazdım ki bu adam beğendi diye düşündüm. Kendimi çok başarısız hissetim. Aydın Doğan ödülü organizasyonundan haberim vardı. Ödül almak isteyenler kitaplarını seçici kurula gönderiyordu. Fakat ben göndermedim. Jüride yer alanlardan biri benim kitabımı da önermiş. Bu durum benim hoşuma gitmedi. Bugün farklı bir ödül alsam da pek sevinmem.

Bu cümlenin içinde büyüklenme yok mu?

Çok büyük yazarları okudum. Benim en çok beğendiğim yazarların çoğu çağdaşlarının küçümsediği beğenmediği insanlar idi. Bunun üzerine kafa yordum. Onların anlaşılmaya değer insanlar olduğunu anlayınca, çağdaşların iyi demelerinden çok, kötü demelerinin daha iyi olacağı kanaatine vardım. Onun için ödüllerden pek hoşlanmıyorum diyebilirim. Derinliği olmayan birşey ortaya koyduğum hissini verdiği için ödüllerden hoşlanmıyorum.

Tarihçilerin tabiatında kibir var. Bu bilimin tabiatından mı yoksa, insanın zaafiyetlerinden mi kaynaklanıyor?

Müslüman olarak kibirin ne kadar kötü bir şey olduğunu biliyorum. Fakat ben içimde öyle bir büyüklenme asla hissetmiyorum. Otuz yaşına kadar çok muzip biriydim. İnsanlarla çok tartışıyordum. Kendini beğenmiş şöhretli insanlara sinir oluyordum. Onları zor duruma düşürmek için, mesela "Beyefendi bana bir cümle söyleyin size onun yanlış olduğunu kanıtlayayım" gibi insanları sıkıştırırdım. Otuz yaşımdan sonra bu tür haşarılıkları tamamen terk ettim. O yaştan itibaren inanmadığım ve düşünmediğim hiçbir şeyi söylemedim. Hakikati aramak, en önemli motifim oldu. İnsan hakikati ararken tevazuyu da öğreniyor. Sürekli çalışıyor ve tecrübe ediyorsunuz, öğreniyorsunuz ve bilmediğinizi anlıyorsunuz. O bilgisizlikleriniz omuzlarınıza bir yük gibi biniyor. Kibir diye bir şey kalmıyor. Kibir olan insanda, ilim olmaz.

İlme doydunuz mu yoksa hala aç mısınız?

Tabii ki açım. Hatta hiç doyamayacağım diye de dehşete düşüyorum. O da tevazunun zorunlu bir kuralı.

İrfan sahibi misiniz?

Kendimi biraz okumuş bir adam sayıyorum. İnsanlığın ulaşabildiği bütün bilgileri öğrenmek isterim. Aristo 'İnsan bilme içgüdüsü olan tek hayvandır' diyor. Uzmanlığın çok önemli olduğunu düşünüyorum, fakat matematik, felsefe, müzikle de ilgimi koparamıyorum.

40 yıldır pozitif bilimle ilginiyorsunuz. İlahi ilim hayatınızın neresinde?

Dindar bir insanım. Hz. Peygamber'e çok bağlıyım. O'nun Hadislerini öğrenmek, onları düşünmek ve mümkün olduğunca onlara göre hareket edebilmek büyük bir mazhariyettir, diye düşünüyorum. O bana yetiyor. Daha ilerisini araştırmaktan teeddüp ederim. Kendimi o konularda yetkin bulmuyorum.


Hac yolunda bir karıncayım
Öğrencilik yıllarınızda tarihle aranız nasıldı?

Tarihi sevmiyordum. Hafızam kötü değildi ama, çok okumayı gerektiren dersleri sevmiyordum. Oyun oynamayı çok severdim. Matematiği sevmemin en önemli sebebi de sistematik olmasıydı. Hiç çalışmaya gerek olmayan bir dersti. Belli kuralları öğrendikten sonra kolayca çözebiliyordum.

Matematiği sevmenizin sebebi tembellik olabilir mi?

Evet çok haklısınız. Fakat problem çözmekten de çok haz duyuyordum. Çözdükçe daha zor problemler araştırıyordum. Onları çözmek için gece-gündüz, belki haftalarca uğraşırdım ve hiç sıkılmazdım. Çözdükten sonra da çok haz duyardım. Sonra tekrar yeni bir probleme başlardım. Mülkiye ikinci sınıf öğrencisiyken bütün problemleri çözer hale geldiğimi düşünüyordum. Biraz kaygı ile, çözemediğim hiç bir problem yoksa bu korkunç bir dünya olur, diye düşünmeye başlamıştım ki tam o sıralarda ünlü bir Fransız matematikçisi Fermat'nın 17. Yüzyıldan beri çözülememiş meşhur problemiyle karşılaştım. Onu çözene milyon dolarlar verilecekti. O problemi çözmeye çalıştım.

Çözdünüz mü?

Hayır.

Üzülmediniz mi?

Aksine çok şükür çözemediğim bir şey var diye sevindim.

Tarihi ne zaman sevdiniz?

Hala tarihe alışamadım, diyebilirim. Benim durumum biraz karışıktı. Tarih sevmiyordum, ama milli tarihimiz beni çok ilgilendiriyordu. Bilgi dalı olarak küçümsüyordum. Bana birbiri ile irtibatlandırılması zor bilgi yığını gibi geliyordu. Benim asıl küçümsediklerim bazı tarihçilerin yazdıkları idi.

Tarihçileri yalancı mı buluyordunuz?

Öyle değil, matematikte sırf düşünce vardır; belli kurallardan hareket ederek istediğiniz şeyi düşünme imkanınız var. Tarih ise bunun tam tersi. Tarihte herşeyi tek tek öğrenmek gerekiyordu. Olup biten olaylar üzerinde yorum yapma imkanı pek yoktur. Belgelerden aldığım bilgilerden ibaret kalacaksam, ben ne işe yararım, diye düşünüyordum. Tarih aslında çok zor bir disiplindir. 19. Yüzyılda bilim tasnifi yapan filozoflar, ilimlerin başına fiziği, sonuna da tarihi koyarlar, bunları matematiği kullanma derecesine göre sıralarlardı. Matematik kullanamamak demek, çok zor zaptedilen bir bilim dalı anlamına geliyor.

Bilime 50 yılınızı verdiniz. O arada sosyal yaşamınıza ne oldu?

Sosyal hayatım hiç olmadı. Sadece bilimle uğraştım.

Evlenmediniz mi?

İki defa evlendim ve ikisinden de ayrıldım. İki de kızım var.

Bilim özel hayata fırsat vermedi mi?

Birinci eşimden iki kızım var, onlar ile çok iyi anlaşıyorum. Eşlerimle anlaşamadım. Ben de iyi bir eş olamadım. Günde 20 saat çalışan bir adam iyi bir eş olamaz. Fakat ilk eşimle bu sebepten dolayı ayrılmadık. Onunla karakterlerimiz uyuşmadı. İkinci evliliğim çalışma yoğunluğu sebebiyle sona erdi.

'Hac yolunda bir karınca' bu sizin kendinizi ifade için sizin kullandığınız bir ibare mi?

Evet.

Sizin için bu cümle ne anlam ifade ediyor?

Osmanlı tarihini araştırmaya 1960'lı yıllarda başladım. O yıllarda Osmanlı tarihi az biliniyor ve çok küçümseniyordu. Osmanlı dünyası eski, demode ve her bakımdan tarihimizin başarısız bir dönemi olarak algılanıyordu. Araştırmaya başlarken ben de çok farklı düşündüğümü, söyleyemem. Ama çalışmalarım ilerledikçe Osmanlı sisteminin ne kadar kompleks bir yapı olduğunu ve tam olarak analiz edilebilmesinin çok uzun ve derin araştırmaları gerektirdiğini farkettim. Onun için sistem hakkında öğrendiklerimin henüz bir başlangıçtan öteye geçmediğini anlamakta fazla gecikmedim. Ve o sebepten kendimi Hac yolundaki bir karıncaya benzetmenin, doğru bir benzetme olacağına hükmettim.



12 yıl önce