|

Tiyatroyu yalnızlığa borçluyum

Ayla Algan, yalnız geçen çocukluk yılları, Dame De Sion'un soğuk duvarları, sahnenin sıcak ve kalabalık havasını, anadolu tadındaki türküleri bizimle paylaştı. Başarı ve zorluk dolu sanat hayatının albümünü açtık...

Büşra Sönmezışık
00:00 - 16/11/2008 Pazar
Güncelleme: 14:12 - 15/11/2008 Cumartesi
Yeni Şafak
Tiyatroyu yalnızlığa borçluyum
Tiyatroyu yalnızlığa borçluyum

Ayla Algan, Girit göçmeni ressam bir anne ve ticaretle uğraşan bir babanın tek çocuğu olarak İstanbul'da Osmanbey Şişli'deki büyük bir konakta 29 Ekim 1937 yılında dünyaya gelir. Oturdukları Asmalı Mescid'de, Yahudi, Ermeni, Rumlar'la bir arada yaşar. O yıllarda Cumhuriyet sonrasının da etkisiyle mumuriyet mesleği oldukça kutsaldır ve zengin bir tüccardan daha çok itibar görüyordur. Hatta babası Vedat Bey, annesi Nevzat Hanım'la evlebilmek için bir dönem memuriyet hayatına girmek zorunda kalır. Algan'ın, büyükanne ve büyük babayla, kalabalık bir ailede dünyaya gelişi ve sanatçı bir annenin kızı olmasının sonucunda damarlarında taşıdığı sanatçı kanı, dans ederek ve şarkılar söyleyerek ortaya çıkar ilk zamanlar. Küçük bir kızken evin ahşap kokan eski merdivenlerine tutunarak samba bile yapar. Annesi içindeki bu enerjiyi farketmiş olacak ki beş yaşlarındayken onu piyano derslerine getirip götürmeye başlar bir süre. Evin neşeli piyano nağmeleri ve koca konağın dans eden gölgeleri arasından sıyrılarak eğitimi için Notre Dame de Sion gibi katı disiplini olan katolik bir okula gönderilir. Tek ve yalnız çocukluk geçiren Algan'ın okul sıralarında edindiği arkadaşlıklar hayatının yalnızlığını bir nebze siler. Ama okulun karanlık ve soğuk duvarları arasında dua eden sörleri izleyerek geçen o yıllar sandığı kadar eglenceli değildir ki, birkaç defa bu disiplinin canını acıttığını da itiraf eder. Algan, bunu şöyle anlatıyor: “Aynaya bakmanız bile yasaktı. Formamızın kebini düzeltmek için aynaya baktığımızı sörlerden biri görse dersinizden sıfır alıyordunuz”diyor. Bu denli katı ritülelleri olan bir okul okumasının olumlu tarafları da vardır. Yaşam standardını yükseltecek titizlikte disiplini ve yüksek düzeyde bir dil eğitiminin yanı sıra düşüncelerine, bilgisine, kendine ve fikirlerine sahip çıkmak gibi dürtülerle kişiliğini geliştirmekte önemli bir rol oynar. Loş okul koridorlarından Fransa - Versailles Lisesine geçerek mezun olmuş. Ama istediği ne büyükbabası gibi piyano çalmak, ne de annesi gibi resim yapmaktır. Tek çocuk olmanın dinmeyen yalnızlığıyla kendini daha kalabalık hissedebileceği kollektif bir sanat olan oyunculukta karar kılar. Yalnızlıktan sıyrılıp kalabalığın arasına karışmak için…

Lise mezuniyeti sıralarında bir yılbaşı gecesi tiyatrocu Beklan Algan tanışır. Çok geçmeden evlenirler bu evliliğin ardından okumak için soluğu New York'ta alır. Beklan Bey Maden Muhendisliği'ni Ayla Hanım ise ikinci bir dil tahsili yapmak için İngiliz Fizyolojisi'ni okumak ister. Sonra tiyatronun büyüsüne gönlünü kaptıran Algan çifti sanatçı bir aileye sahip olmasına rağmen karşı çıkacağı düşüncesiyle gizli olarak “New York Actor Studio”da öğrenim görür. Ki bu okul Marlon Brando, Marilyn Monroe, Tony Curtis gibi bir çok ünlü film yıldızının bir arada bulunduğu bir yerdir. Başlangıçta Off Brodway'de sahne alır. Bir süre sonra okul ve tiyatronun bir arada yürümeyeceğini anlayınca okulu bırakmak zorunda kalır. New York'ta geçirdiği tiyatro yılları Algan için çok verimli yıllar olur. Burada eğitimini tamamlayıp LCC ve Bilsak Tiyatro Okulları kurucusu ve eğitimcisi olan sanatçı, 1961yılına gelindiğinde “Tarla Kuşu” adındaki ilk oyunuyla İstanbul Şehir Tiyatrosu'na başlar. Ardından Şeyh Galip'i ve bir bayan olarak Hamlet'i oynar. 1964'de 'Karanlıkta Uyananlar' adlı filmle sinemaya geçiş yapan Ayla Algan burada nitelikli sinemanın temellerini atar.

Müziğe ilk adımını ise Mukkader Sezgin'in Yunus Emre'nin 650. yıl dönümü sebebiyle plak yapmak istemesiyle atar. Yunus Emre'nin şiirlerini şarkılı şiir şeklinde, bağlama eşliğinde okunduğu bir program hazırlarlar. Böylelikle dünyaya Yunus Emre'nin felsefesini ve şiirle şarkılarını Fransızca, İngilizce ve Almanca olarak tanıtır. Hayatında tiyatroyu ve müziği iç içe yaşayan Algan takvimler 1977 yılını gösterdiğinde Polonya Pop Müzik Yarışması'dan aldığı birincilik ve UNICEF onur ödülü gibi bir çok başarıyı da heybesine sığdırmış olur. 1980 yıllarında Algan çifti Berlin'e geldiklerinde Tuncel Kurtiz, Şener Şen, Macit Koper ile Berlin Schaubühne'de Türkiye'den Almanya ya göç eden işçilerle ilgili bir işçi tiyatrosu yaparlar. Bu 'kalpleriyle değil akıllarıyla' izleyen Almanları ağlatacak kadar başarılı bir dramın ürünüdür. Algan; o sahneyi şöyle anlatıyor: “Edith Clever, Schaubühne sanatçıları Almanca şiirlerini okuyordu; Yunus Emre ve Pir Sultan Abdal'ın. Ben de türkülerini Türkçe okuyordum. Hatta bir işçi geldi ve dediki: Hah, şu dili (Almanca) şimdi sevdim yahu!. Tabii kendi kültürünü Almanca dinlediği için.”


İÇTEN DIŞA AYLA ALGAN

Ayla Algan'ın belki de taşıdığı en önemli özellik kültürüyle boğuşmak zorunda kalmadan örf ve adetlerini sindirerek yaşaması. Aslında bu özelliğini Dame de Sion okulundan aldığı söylenebilir. Çünkü o yıllar dinleri, farklı kültürleri ve ritüelleri sentezlemek, taşıdığı Türk kültürüne daha sıkı sarılmasını sağlamış. Diğer önemli bir özelliği ise meraklı ve öğrenmeye açık oluşu. Disiplinli, yorucu tiyatro hayatından süzülerek türkülere geçen bir yaşam biçiminin onda yorgun izler bırakabileceğini düşünmüştüm. Ama gördüm ki hayatının tüm gerginliği oluşturan sebepleri üzerinden atmış, sevimli, sevgi dolu ve ruhu saydam biri. Belki de bu hali 71 yılın hediyesi olabilir… Yurt dışında Brodway gibi önemli bir tiyatro sahnesinde oynayıp Yunus Emre'leri, Şeyh Galip'leri dünyaya tanıtmaya çalışarak ve çıkardığı halk müziği 45 likleriyle de Türk kimliğinin vazgeçilmez bir siması olmuş. Bu başarı grafiğiyle neden yurt dışında kalmadığını edindiğim meraka karşı şöyle cevap verdi; “Fransa'da en şık yerde ev kiralamıştım tahta şömineli bir evdi. Gerçekten oldukça güzel yerlerde yaşadım ama o yerler bana hep yalnızlık getirdi. “Ne işim var burda niye İstanbul'da değilim diyordum.” Aslında hiç de şaşırmadım diyebilirim. Çünkü yaşadığın yeri seviyorsan o yer senin için dünyanın en güzel yeri olur. Ayla Algan Türkiye'yi seviyordu ve Büyük Ada'daki Rumlar, Ermeniler, Musevilerin bir arada olduğu o mutlu yaşamı özlüyordu. Küçük dünyası bile global olan Algan tuttuğu oruçlarla katoliğin paskalyasının arasında saygı sorunu olmadığı ve ailesinin de kendisini ırk ayrımı yapmadan büyüttüğünü dile getiriyor. Ama tek çocuk olmanın yalnızlığını üstünden kolay atamamış. Tek başına oyunlar oynamış ve yalnızlık üzerine şiirler yazmış. Ama bu durum onda içe kapanıklık yerine hep mücadele yolunu göstermiş ve beraberinde üretimi getirmiş. Bugün kendini tanıyan, seven hayatındaki olup bitenleri yerli yerine koyacak yaşa gelmiş Algan. Zihin katmanında artık onun için belli kaygıları geride bırakmış. 95 yaşında ölen annesi ile hayatındaki duygu rotası biraz daha değişmiş…Bu acı onda kendiyle yakınlaşmasını ve iç sesiyle daha meşgul olmasını sağlarken yıllar sonra sigaraya başlamasına da neden olmuş. Bu ölüm ona kendi ölmünü düşündürmüşmüydü? Bunu sorduğumda ironik ve itiraf gibi cevap alıyorum; “Biz yaşlılar ölümü düşünür ama söylemeyiz. Gençlerse ölümü düşünmezler ama söylerler. Ben ölümsüzlüge inanıyorum. Bunu kitap yazarak da yapabilirsiniz yetimhane açarakda...”diyor. Hayat direncini de buradan aldığı söylenebilir. Ümitsiz olmadığını ve ümitsizliğe düştüğü zamanlarda ise hemen aldığı bir karar ile bu korkuyu içinde yaşayarak bitiriyor. Ve; “ Eğer bir daha hayata gelseydim. Yine aynı hayatı yaşamak isterdim”. cümlesi ile kapanışı yapıyor.



Funny Gril filmi için ilk teklif Ayla Algan'a

Algan, 6 ödül (1 Oscar), 16 adaylık sahibi olan komedyen Fannie Brice'ın tüm hayatını konu alan filmdeki rolünü nasıl Barbara Streisand'a kaptırdığını şöyle anlatıyor; “Almerika'da oynadığımız tiyatroda, Colombia Pictures bizden çok fazla oyuncu tahsis ediyordu. Yine birgün Funny Gril filmi için tiyatroya geldiler. Bana birkaç soru sordular. Şarkı söyleyebiliyordum ve kadın karaktere oldukça benziyordum. Çünkü onun gibi çok güzel değildim, kıvırcık saçlarım ve çarpık bacaklarım vardı. Sonra sekiz yıllık bir kontrat çıkardılar karşıma. Onu imzalayamadım. Çünkü eşim Hollywood'u istemezdi. Zaten ben de sevmiyordum ve sinemadan da çok haz almıyordum. Ondan sonra Barbara Streisand'ı oynatıllar.(1968).

15 yıl önce