Yazdığım siyasi yazılar aktüel siyaset üzerine değil, siyasetin alt yapısıyla, mahiyetiyle ilgili. İlk olarak 1977 Nisan ayı sonlarına doğru Yeni Devir'de yazmaya başlamıştım bu tür yazıları. O tarihte; milletvekili seçimi dolayısıyla “bu ülkenin insanı öyle bir seçim arifesinde ki, Batıyı mı yoksa İslam'ı mı seçecek” görüşünü dile getiren bir yazı yazmıştım. Milletvekili seçimi üzerinden temeldeki bir başka seçimi ele almaya çalışmıştım.
Evet. Kitaptaki yazılarda aktüel olaylardan hareket ediyorum. Herhangi bir siyasi parti tutmuyorum. Tutuyor ya da karşı oluyor gibi görünse de ben temelde olaya partizanca yaklaşmıyorum. “Türkiye'nin mevcut demokrasi mücadelesinde yapılması gereken şeyler nelerdir” sorusunun cevabını bulmaya çalışıyorum.
Bununla da ilgili, ama asıl şu: Kurulu düzen, görüşlerim açısından benim siyasi bir partinin içinde yer almamı önler. Ben herhangi bir partiyi, partizan olarak iltizam ettiğim takdirde kendimle çelişmeye düşerim.
Sorunlar önemli... Türkiye'deki kurulu düzen demokrasinin neresinde? Bu müstakil bir soru. Demokrasi İslam'ın neresinde? Bu da ayrı bir soru.
Kurulu düzenin demokrasinin hiç bir yerinde olmadığı görünüyor. Türkiye'de demokrasi yok. Faşizan bir yönetim var. Bu tespiti şimdiki hükümeti veya iktidarı aklımda tutarak söylemiyorum, kurulu düzenin mahiyetini işaret etmek istiyorum.
Evet.
Bu soruyu demokrasi ile İslam'ın arasındaki irtibat nedir, diye sormak lazım. Demokrasi ile İslam arasında herhangi bir temas noktası yok, diye cevaplandırıyorum ben. Dikkat edin, 'İslam demokrasiye muhaliftir, karşıdır' demiyorum; 'ikisi arasında temas noktası yoktur,' diyorum.
Kuşkusuz farkındasınız, cümlelerimi dikkatle seçmeye çalışıyorum. Çünkü 'demokrasi İslam'a karşı' demiyorum. 'Birbiriyle temas noktası yok' diyorum.
Çünkü demokrasi için şöyle diyorlar: 'Halkın halk için halk tarafından yönetilmesi…' Bu tanımdan hareket edersek, herhangi bir rejimin yönetim biçiminde egemenlik hakkının kullanılmasının en üst noktası yasa yapma iradesinin kullanılmasında ortaya çıkar. Bugünkü TBMM salonunda yazan 'Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir' sözü kanun yapma yetkisinin halkta veya onun temsilcilerinde olduğunu gösteriyor. Öyleyse can alıcı soru şudur: yasa yaparken referans noktamız neresidir? Halk iradesinin ne olduğunu düşündüğümüzde somut olarak seküler ve profan bir nitelikle karşılaşırız.
Halk kendisi için, kendi tarafından, kendi menfaati için bir yasa yapıyorsa ve o yasa faizi mübah görüyorsa faizle ilgili bir yasa çıkartabilir. Yasa koyucu o andaki çıkarına göre o yasayı koyabilir. Eğer menfaati dinin hükümlerine karşı gelmeyi öngörüyorsa dinin hükümlerini kale almaz. Halbuki İslam'ın yönetim tarzında referans; çıkar değil, vahiydir. Kur'an ve sünnettir. İki idare şekli arasında hâkimiyet hakkı kullanılırken referans noktasında 'vahiy mi, yoksa menfaat mi?' sorusuyla karşılaşırız.
Eğer hedefimiz İslami yönetim biçimine ulaşmaksa onun yöntemi İslami araçlarla olur.
Onun bir reçetesi olsa da söyleyebilsem. Ama Asrı Saadete gerçekleştirilmiş olan uygulama bugün bizim için de yol gösterici. Asrı Saadette gerçekleştirilmiş olan hicret bir defaya mahsustu; Mekke'den Medine'ye Müslümanların nakledilmesiyle gerçekleştirilmiş oldu. Onun bir daha tekrarlanması söz konusu değil. Ancak hicret, hukuki açıdan fevkalade önemliydi, çünkü hicretin gerçekleştirilmesiyle Müslümanlar Kureyş karşısında müstakil bir varlık ihraz etmiş (kazanmış) oldular.
Zihinsel olarak hicret edebilirler.
Zihninden küfrün bütün değerlerini bırakıp, İslam'ın bütün değerleriyle donanmayı gerçekleştirmek suretiyle... Bu hicreti gerçekleştirebilmiş, bireysel olarak gerçekleştirmiş insanları görüyoruz. Sosyalist veya faşist yönetimlerde bireyler o yönetimin hedeflerini benimsememiş bile olsa darbelerle ya da seçim yoluyla yönetimin öngördüğü hedefler dayatılır.
İslami yönetimde böyle bir şey söz konusu değil. İnsanların bireysel olarak Müslüman olmaları gerekir. İnsanlar birey olarak Müslüman olmadıkça, İslam idaresini kurmak söz konusu olmaz.
Elbette. Çünkü ben bu ülkede yaşayan bir insanım. Başka da gidecek bir yerim yok. Ama ben biliyorum ki, gidecek yeri olanlar var. Türkiye dışına çıktıkları zaman halihazırda yaşayacak yerleri olanlar var. Çağrılmasına rağmen dönmeyebiliyorlar. Burada doğmuş biriyim. Yaşadığım ülkedeki insanların rahat yaşamasını istiyorum. Vesayet altında yaşamaktansa vesayetten arındırılmış bir ülkede yaşamayı tercih ederim.
Bunu söylüyorum, evet. Demokrasi Batı Hıristiyan toplumlarının ortaya koyduğu bir yönetim şekli. Batı toplumu sınıflı, sadece sınıflı olmakla kalmamış, aynı zamanda sınıfçı bir toplum. Sınıflı olmayı muhafaza etmek istiyor. Sömürgeci, ırkçı, ayrımcı, ayrılıkçı… Sınıflı toplum olarak her sınıf kendi menfaatini savunmak üzere kendi örgütünü, siyasal partisini kuruyor. Aristokratlar, burjuvalar, işçi sınıfı, din adamları ayrı sınıf oluşturuyor.
Bütün bu sınıflar kendi sınıflarının çıkarlarını korumak üzere örgütlenmişler. Mecliste bu örgütleri ve siyasi partileriyle yer almışlar. Halbuki Türkiye gibi kökende sınıflı olmayan toplumlarda kim hangi menfaati savunmak için mecliste yer alıyor? Sınıf olarak savunduğu bir zümrenin menfaati söz konusu değil. Bu sınıflara karşılık gelen siyasi partiler Türkiye'de ideolojik mülahazalarla kuruluyor.
Mesela işçi sınıfı halen yok. İşçiler var. İşçilerin sendikaları var, ama bir sınıf olarak işçi sınıfı yok. Münferit işçiler var, işçi kalabalığı var… O sınıfın Avrupa'da savunduğu fikirler Türkiye'de ideolojik olarak yansıma buluyor. Batıdan alınmış diğer tüm kavramlar gibi. Demokrasi, laiklik bu ülkede ideolojik birer kavrama dönüşmüş durumda…
Çünkü laikliği biz Türkiye'de keyfi olarak yorumluyoruz. Tıpkı demokrasiyi keyfi olarak tanımladığımız gibi. Andığımız kavramlar Batı Avrupa toplumunda karşılığı olan kavramlar. Demokrasi'nin karşılığı var; sınıflı oluşu... Laikliğin karşılığı var; din otoritesi olan kiliseyle devlet otoritesinin ayrılması; din ile devletin ayrışması değil. Ama Türkiye'de Kilise olmadığı için onun yerine din ve devlet karşı karşıya getiriliyor. Böyle olunca o dine mensup olan insanlar kendi dinleriyle nizalı hale geliyor.
Bugünden söyleyeceğimiz şeylerin bizden sonra gelecek insanlar için bağlayıcı bir tarafı yok. Ben bugün Müslüman'ı altı duvarı kapalı bir çelik odanın içine kapatılmış biri gibi görüyorum. Bu odaya hapsolmuş insan oradan çıkmak zorunda.
Kendimizi böyle bir imkânsızın içinde tahayyül etmez de istediğini yapabilen biri gibi görürsek boynumuzdaki ipin uzandığı yere kadar gider, orada otlamaya devam ederiz. Birileri diyor ki; 'arkadaşım namaz kılmak istiyorsun da engelleyen mi var? Namazını kılabiliyorsun' Ama dikkat edin bu müsaade belli bir merciin sana göz yummasıyla oluyor. O müsaadeyi veren merci onu geri alma hakkını da uhdesinde tutar…
Bugün namaz kılıyoruz ama o müsaadenin, hatta görmezden gelmenin sayesinde. Ancak memur olduğun takdirde, namaz kılmanın yasak olduğunu görürsün. Memur değilsen ve namaz kılıyorsan bu durumun, bu göz yumma halinin farkına varmayabilirsin. Böylece ya o düzeni reddetme zorunda kalırsın ya da o düzene uyarsın… İslam birilerinin lütuf ve ihsanıyla kaim olan bir din midir? Bu yanlış bir algı. Halbuki İslam özgürlüğü emrediyor. Baş kaldırmayı da tanınmış bir hak olarak İslam'dan başka hiç bir düzende göremezsiniz. Hiç bir demokratik düzen buna izin vermez. İslam'da isyan hakkının meşruiyeti var...
Eleştiriden, özeleştiriden uzakta duruyoruz şu anda. Herkes tek doğrunun kendisinde olduğunu düşünüyor.
Evet. İslam'daki tecdit kavramı yenilemeye ilişkin olduğu kadar özeleştiriye de açık olmayı sağlıyor.
Ancak belli bir noktaya kadar var…
Ben muhafazakâr falan değilim. Ama bizim kendimizi eleştiremediğimiz teşhisini isabetli buluyorum. Eleştirdiğimizde de anlaşılmıyoruz. Benim demokrasi ile ilgili söylediğim sözler hala anlaşılmadan ortada kalıyor. Bu da bir özeleştiri. Bir tek iştirak eden kimseye rastlamıyorum.
Çünkü ben demokrasi ile İslamiyet arasında bir temas noktası yoktur diyorum. Bu cümle Türkiye'nin de demokratikleşmesini istemiyorum gibi algılanıyor. Halbuki az önce Türkiye'nin demokratikleşmesi ile ilgili görüşlerimi söyledim. Fakat insanlarda Tanzimat'tan bu yana gelen bir yanlış algılama var. Batının değerleri ve kavramları asıl kabul ediliyor. Demokrasi, hürriyet, laiklik, pozitivizm, rasyonalizm, insan hakları gibi kavramların İslam'da yeri olup olmadığı sorgulanmıyor. Buna mukabil İslam'la demokrasiyi bağdaştırabildiği anda kendini mutlu hissediyor. Halbuki biz bu insanların sahte bir mutluluk yaşamasını engellemeye çalışıyoruz.
Müslüman kendinden memnun olduğu müddetçe yapacak bir şey yok. Kurulu düzenin kendisine öngördüğü şartlara boyun eğerek yaşamaya devam edecek demektir.
Belki görüyor ama görmezlikten gelmek işine geliyor. Bu Müslümanlar için de, kurulu düzene sahip çıkanlar için de söz konusu. Onların arasında da görenler var. Görüyor ama o gerçekliği ortaya koyduğu takdirde kendini inkâr etmiş olacak. Onun için de kör taklidi yapmayı tercih ediyor.
Bilinçli olarak olmadı.
Hissettim tabii. Hem de çok derinlerden hissettim. Görmezlikten geldiklerinde mesele yok. Ama birbirinizi gördüğünüz anda yolun ya sürgüne ya da hapishaneye düşer.
1960'dan beri var olduğunun bilincine vardım. Kendimizi Müslüman olarak kabul ettiğimiz andan itibaren hissetmeye başladım. Ama bunun benim kişisel hayatımı doğrudan etkilemesi 28 Şubat döneminde oldu.
Masum bir yazımdan dolayı, aylarca mahkemelerde süründürüldüm.
Yazının başlığı 'Kabus'tu. Aslında benim her zaman ki yazılarımdan biriydi. Soyut bir yazıydı. Göndermeler vardı ama tamamen soyut düzeydeydi. Hiç bir özel isim yoktu. Hiç bir mercinin adı yok. Buna rağmen TBMM'ye tahkir ve teziften yargılandım. Oysa böyle bir davanın açılabilmesi için özel isimlerin zikredilmesi gerekirdi. Mahkeme sonuçta beraatle neticelenmesine rağmen beni sıkıntıya soktu.
Harikalar diyarı olmayacak şeylerin olduğu, olması beklenen şeylerinse olmadığı bir diyardır. Bu kadar baskı altında olup da baskının farkına varamayışımız... Etiket gibi duvara yapıştırılmış olmamıza rağmen, bunun bile farkına varmayışımız harika bir şey. Bütün bunlara rağmen hâlâ nefes alabiliyor olmamız harika… Yetmez mi, yetmiyor mu?
Bu ülkeyi vesayet düzeninden arındırmaya çalışan insanlara yardımcı olmak isterim. Bugün Ak Parti hükümeti var. Öncesinde de Turgut Özal vardı.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ı Türkiye'yi vesayetten kurtarmaya çalışan biri olarak algılıyorum. Bu yüzden ona destek çıkmak istiyorum. Onun da benim yanımda yer alacağını farz ediyorum. Tayyip beyin 2002'den bu yana yaşadığı siyasal hayat süreci içinde bu vesayet düzeninin bertaraf edilmesi konusunda, bazı kritik anlarda yalnız bırakıldığı kanısını taşıyorum. Bazen en yakın arkadaşları tarafından bile yalnız bırakıldı.
Somut bir yere oturtmak istemiyorum, ama bununla ilgili olarak söyleyebileceğim şey şu; Tayyip Beyin yalnız bırakılmasının turnosal kâğıdı 1 Mart 2003 tarihindeki tezkere oylamasıdır… O oylamada kimin hangi yanda yer aldığına bakarak teşhisi rahatlıkla yapabilirsiniz.
1967'de Planlama Teşkilatı'na uzman yardımcısı olarak girdiğimde orada Turgut Özal müsteşardı. 1978 yılında Dördüncü Beş Yıllık Planın tanıtılmasıyla ilgili bir sempozyum yapıldı. Orada 'Planların Türkiye'nin hür ve müstakil iradesiyle yapılmadığına' ilişkin bir görüş beyan ettim. Benim söylediğimi bir tek kişi anladı. O da Turgut Özal'dı. Toplantıdan sonra Turgut Özal koluma girdi ve 'bunu bana tekrar anlatır mısın?' dedi. Anlattım ve konuşmamı can kulağı ile dinleyip bana şöyle dedi; “Evet senin bu bakış açınla Türkiye'nin siyaseten hür ve müstakil olmadığını kabul etmemiz gerekir. Ama bu, sadece düzenin yapısal niteliğinden ileri gelen bir şey midir? Yoksa bu ülkeyi yönetenlerde de vebal var mı? İnanıyorum ki, bu yapısal özelliğe rağmen Türkiye'yi yönetenlerin de hür ve müstakil olmayışta veballeri var.” dedi. Süleyman Demirel ile ilgili şeyler de söyledi.
Mesela; 'Bir başbakan olarak İran'a seyahat etmesini önerdim. Bir defa olsun oraya gitmedi. Şayet Şah'ı ziyaret etmiş olsaydı biz İran'dan daha ucuza petrol alacaktık. Türkiye'nin birçok açığını da giderecektik' dedi.