|

Üç aşkım var: Eşim, işim ve oğlum

Eşref Kolçak, Türk Sineması'nın en eski aktörlerinden. Oyunculuk yapmadan önce marangozluk, ayakkabı tamirciliği gibi işler yapan Kolçak, nasıl oyuncu olduğunu anlattı. Babasıyla olan ilişkisini, aile yaşantısını paylaştı. Tiyatro ve Türk sinemasına adadığı hayatına 56 yıllık bir de evlilik sığdıran Kolçak için şimdilerde sadece oğlu Harun Kolçak var. Onlar, baba-oğul birbirlerine tutunarak yaşıyorlar.

Kübra&Büşra
00:00 - 17/06/2012 Pazar
Güncelleme: 21:48 - 15/06/2012 Cuma
Yeni Şafak
Üç aşkım var: Eşim, işim ve oğlum
Üç aşkım var: Eşim, işim ve oğlum
Babanız İspir Gaziler köyünden anneniz ise Rus kökenliymiş. Nasıl tanışmışlar?

Yıllar önce babam büyük amcamla Rusya'ya gitmiş. Orada uzun yıllar kalmışlar. Aslında babam buradan giderken köyde bir eşi varmış ancak resmi nikâhı yokmuş. Rusya'da annemle tanışınca birlikte Türkiye'ye dönmüşler. Sonra köye yerleşmişler.

Babanızın diğer eşinden kardeşiniz var mıydı?

Evet. Bir kız çocuğu olmuş. Ben ablamla İstanbul'da yıllar sonra tanıştım.

Kaç kardeşsiniz?

Üç kardeşiz. Ailenin son çocuğu ve tek hayatta kalanıyım…

Annenizin Rus kökenli olması yaşam kültürünüzü nasıl etkiledi?

Annem çok ileri görüşlü bir kadındı. Şu kadarını söyleyeyim; 60 haneli bir köyümüz vardı ve yalnız iki kişi okula gidiyorduk. Köyde kimse okuma yazma bilmediğinden gelen mektupları okur, gidecek mektupları yazardım. Okula gidebilmek için her gün 6 kilometre yol gitmem gerekiyordu. Çoruh Nehri köyümüzün yanından geçiyordu. Biz arkadaşlarla birlik olup yüzmeye giderdik. Bugün orada rafting yapılıyor.

Anne mi baba mı?

Annem çok iyi bir kadındı. Fakat babam gaddar bir insandı. Aile yapısına önem veren biri değildi. Annem bizi bir arada tutmak için çok çaba sarf etti. 1947'de annemi kaybedince evimiz dağıldı. Benim onu en iyi anlayacağım zamanlarda öldü.

Peki babayla ilişkiniz?

Hiç çekinmeden söylüyorum; babamı hiçbir zaman sevmedim. Daha doğrusu sevemedim. Çünkü hiçbir zaman bize baba sevgisi göstermedi. Kimse anne babasını seçerek dünyaya gelemiyor, sonuçta babamdı.

Babanız ne işle uğraşırdı?

Ne iş olursa yapardı ama esas mesleği fırıncılıktı. Çok iyi ekmek yapardı. İspir'in bu özelliği meşhurdur.

İstanbul'a ne zaman geldiniz?

3. sınıfa kadar İspir'de okudum. Sonra Erzurum'a göç ettik. Burada ilkokulu bitirdim. Ardından 1941'de İstanbul'a geldim. 1947'de annem vefat etti. İstanbul'da Süleymaniye'de oturuyorduk. Kendi elimle Edirnekapı'ya defnettim. Ancak şuanda mezarının nerede olduğunu bilmiyorum.

Sultanahmet erkek sanat okuluna gitmişsiniz. Bu kimin kararıydı?

İstanbul'a geldikten bir müddet sonra annem orada okumamı istedi. Babam hiçbir zaman böyle konularla ilgilenmedi.

Peki, ölmeden önce babanızla bu konuları konuştunuz mu?

Annemin ölümünden sonra aileden bütünüyle koptum. Babamla çok nadir görüşür oldum. Ses Tiyatrosu'nda çalışmaya başlamıştım ve tiyatroda yatıp kalkıyordum. Abim kendi çocuklarıyla ve ailesiyle uğraşmaya başlamıştı. Şu kadarını söyleyeyim; eşimi görünce "Allah'ım, ben babamın anneme yaptığını bu kıza yapacaksam bana evlenmeyi nasip etme" dediğimi hatırlıyorum. Babamın üzerimde olumsuz tesiri olmuştur.

Marangozluk, tesviyecilik, dokumacılık ve ayakkabı tamirciliği yapmışsınız. Tüm bunlar size ne öğretti?

Tüm yaptıklarımdan gurur duyuyorum. Sonraki zamanlarda oyunculuk alanında çok yardımı oldu. Yaptığım bu işlerde milimetriğe her zaman dikkat ettim. Bu yüzden zorlanmadım. Bizim çalıştığımız zamanlarda kamera ile oyuncu arasını metre ile ölçerlerdi. Çünkü objektifin netliğini kaçırmamak gerekiyordu. Yapımda da yatkınlık vardır. En ince şeyleri hiç zorlanmadan yapabilirim. Evimdeki aletlerin tümünü ben tamir ederim.

Oyunculukla nasıl tanıştınız?

Eskiden halk evleri vardı ve biz oralara gidip gelirdik. Orada bir tiyatro oyunu seçip prova yapıp oynardık. Ve izlemeye bütün mahalleli gelirdi. Ali Mehmet diye bir arkadaşım vardı, bana gazetedeki ilanı gösterdi. O dönemlerde oyuncu olmak iyi karşılanan bir şey değildi. Buna rağmen biz bütün tehlikeleri göz önüne alarak kalktık gittik. Beni kabul ettiler ancak arkadaşımı kabul etmediler.

Kaç yaşındaydınız?

15 yaşlarımdaydım. 1944 yıllarıydı. Ortaokul ikinci sınıfındaydım. O işe başladıktan sonra okulu bıraktım. Tiyatroda dansçı olarak başladım. Operetler oynardım. Bu arada sinemaya figüran olarak giderdik.

İyi para kazandırıyor muydu?

O dönemlerde günlük iki lira büyük paraydı. Ama o kadar zor şartlarda çalışıyorduk ki biz o parayı aldığımızda ne yapacağımızı bilemezdik. O paraların nasıl gelip gittiğini anlamazdık. Her şeyi kendimiz temin ediyorduk.

Sinemaya ne zaman adım attınız?

1949'da askere gidene kadar ses tiyatrosunda çalıştım. Sonra büyük sanatçı Cahide Sonku hanımefendinin 1947'de çevirdiği "Fedakar Ana" filminde oğlunu oynadım. Sinemaya girişim böyle oldu. İlk başrol 1950'de "Affet beni Allah'ım" filmiyle oldu. Türkiye'de ilk defa dram avantür oynadım. Bu sadece benim değil Türk sinemasının da yükselişe geçtiği dönem oldu.

Bu durum hayatınıza nasıl yansıdı?

Tamamen tiyatrodan koptum. Zaten Ses Tiyatrosu sonradan dağıldı. Bu bize iyi geldi çünkü sinemada büyük bir atılım gerçekleştirmiş olduk. 1918 yılından beri Türkiye'de sinema var. O dönemde sinema şehir tiyatrolarındaki sanatçıların elindeydi.

Sosyal yaşamınız ne zaman değişti?

1954'te evlendikten sonra… Evlenmeden önce herhangi bir sorumluğum yoktu. Çok yoğun çalışıyordum. Sorumsuz bir hayatım vardı.

Babanız sizi hiç izledi mi?

Babam beni ne tiyatroda ne de sinemada izledi. Bırakın desteklemeyi bana çok karşı çıktı, araya adamlar koydu. "Seni evlatlıktan reddederim" dedi.

Oyunculuk hayatınızı kolaylaştırdı mı?

Aksine zorlaştırdı. Karımı bile kaçırmak zorunda kaldım, çünkü artist olduğum için bana kız vermediler. Bu arada Kolçak soyadı bulunan hiçbir akrabam kız istemeye gitmedi hepsi kaçırarak aldı.

Eşinizle mutlu oldunuz mu?

Evet.

Kaç yıl evli kaldınız?

56 yıl.

Eşinizi nasıl anarsınız?

Eşim benim hayat ağacımdı. Ben bugün ayakta durabiliyorsam, onun sayesindedir. Eşim oğluma ve bana baktığı için büyük rahatsızlıklar geçirdi. Hiper tansiyonu vardı ve 20 yıl bu rahatsızlıkla savaştı. İnançlı ve dini bütün bir insandı. Her zaman; "İki gün yatak, üçüncü gün toprak" derdi. Perşembe günü ölmek Cuma günü de toprağa girmek isterdi. Ölümü de istediği gibi oldu.


Harun doğduğunda bir oğlum oldu diye haykırdım

Oğlunuz Harun Kolçak doğduğunda ne hissettiniz?

Harun'un doğduğu zaman 'Kanlarıyla Ödediler' diye bir film çekiyorduk. O yıllarda Kasımpaşa'da küçük bir evde oturuyorduk. Ben de Kemal Film platosunda çalışıyordum. Eşim doğumun bir önceki akşamı bana "sancılandım ben doğum yapacağım" dedi. Birlikte hastaneye gittik ve ben onu bırakıp işe gittim. Ama meraktan da ölüyordum ve sürekli hastaneyi arıyordum. Eşim, titiz bir kadındı benden yemek için çatal, kaşık, tabak gibi şeyler istedi. Çalıştığım yerden iki saat izin aldım ve istediklerini alıp hastaneye gittim. Eşimin yüzü şişmiş ve bitkin görünüyordu. "Merak etme bebek doğunca geçecek" diye telkinde bulundum. O da bana "bir oğlumuz oldu" dedi.

İlk ne yaptınız?

Hemen bebek odasına gittim ve gözümü bebekler üzerinde gezdirdim. Ellerini görür görmez oğlumu tanıdım. Sonra eşimin yanına gidip ona "geçmiş olsun" dedim. İşe dönmem gerekiyordu. Kapıdan çıktım ve "bir oğlum oldu" diye bağırdım. Çalıştığım birçok müessesenin içinde sadece bana hediye veren Kemal Film oldu. İşe döndükten sonra "Bir oğlum oldu!" dedim. Kemal Bey bana bu müessesemizin hediyesi deyip bir zarf uzattı. İçinde 250 lira vardı. O zaman için büyük paraydı.

Hayatınızda ne değişti?

Evlendikten sonra hiç evlenmeden önceki yaşantımı devam ettirmedim. İşimi eve, evimi işime taşımadım. İşimden çıkar çıkmaz hiç bir yere uğramadan doğru evime giderdim. En büyük keyfim de ailemle birlikte olmaktı.

Oğlunuza istediğiniz gibi bir babalık yaptınız mı?

Benim için hayatta üç değerli şey var; Eşim, oğlum ve işim. Eşimi kaybettim sadece işim ve oğlum kaldı. Oğluma hep arkadaşlık yaptım. Hala da öyleyiz. Çocuğumun her şeyiyle kendim ilgilenirim. Annesini kaybettikten sonra Harun bana daha düşkün oldu. Benim zaten bu dünyada pek vaktim kalmadı, buradan ne zaman ayrılacağım belli değil.

Baba olunca kendi babanızı düşündünüz mü?

Babamın bize karşı olan tutumunu hiç kendi aileme yansıtmadım.

Oğlunuzu müziğe siz mi yönlendirdiniz?

Hayır. O zamanlar evimizde plaklar vardı. Harun'a "Şu plağı getir" derdik. Giderdi istediğimiz plağı bulup bize getirirdi. Daha konuşmasını bile bilmiyordu. Küçüklükten beri sanata karşı bir ilgisi vardı. Saint Benoit Fransız Lisesi'nde okuyordu. Bir gün bana "Baba seninle bir şey konuşmak istiyorum" dedi. Tamam dedim ve beraber yemek yedik. Bana "Ben okulu bırakmak istiyorum" dedi. "Niye" diye sordum. "Ben müzisyen olmak istiyorum" cevabını verdi.

Siz ne söylediniz?

"Okulu bitir ondan sonra istediğini yap yoksa annen ikimizi de öldürür" dedim. "Ne olursa olsun ben okuyamayacağımı biliyorum" dedi. O an gençliğim aklıma geldi. Ben de okulu bırakmıştım. Harun Saint Benoit Lisesi'nin ikinci sınıfında okulu bıraktı. Eve geldik kıyamet koptu. Eşimi ben ikna ettim ve oğlumun ilk gitarını ben aldım. Fakat ona şöyle dedim; "Tercihini yaptın artık kendi ayaklarının üzerinde duracaksın"

Oyuncu olmasını ister miydiniz?

Harun iyi bir müzisyen... Oğlum olduğu için söylemiyorum bunu. Hem enstrüman çalma kabiliyeti hem de beste yapma bakımından ayrıcalıklı. Ben onu hiç bir şey için zorlamadım. Ne kadar iyi müzisyen de olsa yapamadığı şeyler var. Hiç iyi dans edemez mesela. Birkaç dizide de rol aldı. Ona şöyle bir öğüt verdim; "Oğlum sakın rol yapma. Rol yapmak için kendini zorlarsan başarılı olamazsın." Ben bugün 68 senedir sizin karşınızdaysam rol yaptığım için değil, oynadığım içindir. Ben hiç bir zaman rol yapmadım, hep oynadım. Bana yılda on ayrı teklifin sadece bir ya da ikisini kabul ediyorum.

Tek çocuğunuz var o da Harun. Daha fazla çocuğunuzun olmasını istemediniz mi?

Allah böyle istedi. Eğer bize kalsaydı sekiz çocuğumuz olurdu. Haruncuğumdan sonra bir kızımın olmasını çok istedim. Çünkü benim büyüdüğüm ailede hiç kız çocuğu yoktu. İstediğim oldu Allah bana bir kız çocuğu nasip etti. Fakat eşimin doğumu sorunlu oldu ve bebeği kaybettik. Ben kızımı gördüm sarışın kıvırcık saçlı çok güzel bir çocuktu. O olaydan sonra biyolojik olarak eşim doğum yapamaz hale geldi ve bir daha çocuk sahibi olamadık.

İhtilalden sonra bir dönem balıkçılık yapmışsınız...

Sinema sektörünün hammaddesi yurt dışından geliyordu. Hiç film çekemez olduk. 'Ne yapacağım' diye düşünüyordum. Kasımpaşa'da otururken mahallemizde Ekrem diye bir arkadaşımın marangozhanesi vardı. Ben de ona "Benim bu işlere elim yatkın gel beraber çalışalım ve ortak olalım" dedim. O da kabul etti. Marangozhanede çalışmaya başladım. O dönemde Allah'ın bereketi çok balık vardı. Arkadaşımla konuştuk balık tutup satalım diye düşündük. Hemen on kuruşa kayık kiraladık. Geceden sabaha kadar balık tuttuk. İki yıl balıkçılık yaparak evimi geçindirdim.

Sizi balık tutarken görenler şaşırmıyor muydu?

Aksine. Herkesin Eşref abisiydim.

Avdan gelir, Haliç Balıkhanesi'ne gelirdik, balıkları satardık. Hikâye gibi gelebilir ama her bir palamutun boyu bir metreydi. Bir gün hiç unutmuyorum tek başıma 170 çift palamut balığı avlamıştım.

Balıkçılığı kimden öğrendiniz?

Babamdan. Rahmetli babam ile Çoruh Nehri'ne gidip orada balık tutardık. O zamanlar sazan balığı avlardık. Annem onu tereyağında kızartırdı ve biz onu oturup afiyetle yerdik.

Sonra ne oldu?

Sinemaya geri döndüm. Filmler çekilmeye başladı.

Umduğunuzu buldunuz mu?

Sinemamız ne yazık ki kendi menfaatleri dışında değerlendirmek isteyen kişilerin eline geçemedi. Adamların tek bir düşüncesi vardı o da para. Ne sanatçıya ne de sinemaya gereken değeri verdiler. Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar ihmal edilmiş bir sinema sanatı yok. En geri kalmış ülkelerde bile stüdyolar var. 1938 yılından sonra sinemaya değer verilmedi. Belgesellerin çoğu Atatürk'ün emriyle çekilmiştir. Atatürk her gittiği yere muhakkak kameraman götürürmüş. Ona kameramanlık yapan arkadaş daha sonraki yıllarda bizimle birlikte çalıştı. Fransız Pate firmasının Atatürk'e özel olarak maun ağacından yaptırdığı kamerayı o kameramana hediye etmiş. Ben o kamera ile çalışma şansını elde ettim.

Kameranın özelliği neydi?

Eskiden kameralar kıyma makinası gibi elle çekilirdi. Ama o kameranın özelliği elektrikli olmasıydı. Benim bahsettiğim kamera şuan kayıp. Çünkü kimse muhafaza etme gereği hissetmemiş.

Ekrem Bora geçtiğimiz aylarda vefat etti. Siz de o kuşağın oyuncularındansınız...

Ben, Ayhan Işık, Ekrem Bora, Fikret Hakan ve Ahmet Mekin. Bu isimler Türk sinemasını alevlendirdi. Bu oyunculardan sadece üç kişi kaldık. Ben, Fikret ve Ahmet… Tarık Akan, Cüneyt Arkın bizden on beş yıl sonra geldi. Ama ne yazık ki bizi değil, hep onları ön plana çıkardılar. Ben bugün Anadolu'nun neresine gitsem, yaşıtım olan kişiler bana "bize çok şey öğrettiniz" diyorlar. Türk Sinemasını seyirciye sevdiren bizlerdik.

Sık görüşür müydünüz?

İş dışında görüşmezdik. Hiç bir oyuncu arkadaşımın evine gitmedim. Kimse de benim evime gelmedi. Ama işteyken çok samimiydik. Hiç birbirimizi kıracak bir şey yapmadık. Aramızda kıskançlık yoktu. 11 kişilik minibüse 25 kişi dolardık, hiç bir zaman da bu durumdan şikâyetçi olmadık. Sadece hepimiz aynı şeyi düşünürdük; acaba paramızı alabilecek miyiz?

Aldınız mı?

Alamadık. Ben Fatih'teki evimden buraya taşınırken iki çuval dolusu ödenmemiş senet attım. Kasıtlı ödemediler. Yıllarını sinemaya vermiş birçok kişinin mezarı bile yok. Sadece Ayhan Işık ve Sadri Alışık'ın mezarı belli… O yüzden eşimin yanına kendi mezarımı yaptırdım. Düşünün ben sinema sanatçısı değil tarım işçisi olarak emekli oldum. Çünkü anayasamızda sinema sanatçısının adı geçmiyor. Bale, müzisyen, hamal var ama sinema oyuncusunun ismi yok. Bu çok büyük bir devlet ayıbı.



12 yıl önce