Başbakan Erdoğan geçtiğimiz günlerde sürece destek isterken STK ve medyanın dışında akademi dünyasını da saydı. Peki akademi Kürt sorunu konusunda nasıl davrandı? Süreci yeterince destekliyor mu? Bu soruları 2000'li yıllarda Kürt sorunu araştırdığı için çalıştığı üniversiteden önce sürülen sonra atılan bir akademisyene Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Özer'e sorduk.
Uzun bir süredir büyük can ve mal kayıplarına mal olmuş; Türkiye'nin ilerlemesini önleyen bu sorunun siyaset üstü bir anlayışla çözüme kavuşturulması gereği her zamankinden daha yakıcı bir biçimde gündemdedir. Türkiye bu sorunu çözmeden ne içerde demokrasisini tam tesis edebilir ne de dışarda önemli ve sözü dinlenir bir ülke olabilir. Başlatılan son süreç hem içerde tam demokrasi hem de dışarıda saygın ve etkili bir ülke olmanın olmazsa olmazıdır. Türkiye için asıl tarih, sorun çözüldüğünde yazılacaktır.
Önce şunu ifade edeyim. Türkiye'de akademi ne yazık ki bu sorunun varlığını bile uzun zaman konuşmadı. Burada sorun akademisyenlerde değil, akademinin kendisinde. Türkiye'de akademi iktidardan bağımsız olmadığı için toplumun sorunları konusunda devlet nasıl tavır aldıysa onu meşrulaştırma görevini üstlendi. Özellikle Kemal Gürüz'ün YÖK Başkanlığı döneminde akademi dünyası korkutuldu ve sindirildi. Öğretim üyeleri ülkede bunca kan akarken sorumluluklarını yerine getirip araştırmalarla icra örganına yol göstereceklerine ve sorunu ortaya koyacaklarına, adeta üç maymunu oynayarak 'görmedim, duymadım, işitmedim' moduna yattılar.
Evet. Resmi ideolojiyi eleştirmeden bilimi geliştirmek, üniversiteye saygınlık kazandırmak mümkün değildir. 28 Şubat döneminde ve devamında Kürt olduğu için de pek çok öğrenci üniversiteden uzaklaştırıldı. Bir anımı anlatayım.
Ben 28 Şubat döneminin sonunda, 2000'in başında Mersin Üniversitesi'nde, Mersin'e göçle gelen Kürtlerin yaşadığı kentsel entegrasyon sorunları üzerine araştırma yapıyordum. 2001 yılında Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi'ne sorgusuz sualsiz bir sarı zarfla sürüldüm. Bir yıl sonra dönmeyi beklerken gene bir sarı zarfla sorgusuz sualsiz üniversiteden uzaklaştırdım.
Evet. Suçum Kürt'e Kürt demekti. Daha sonra yazılan jurnal mektuplarında benim Kürt diye ayrı bir varlıktan bahsettiğim ileri sürüldü. Savunma hakkım bile olmadan 2002'de üniversiteden atıldım. 2004'de de mahkeme kararı ile geri döndüm. Bugün sorun tartışılmasına rağmen gene eski alışkanlıkla olsa gerek korku ve sinmişlik bazı istisnalar dışında devam ediyor.
Hem de çok anlamlı. Akademi dünyasının bu sürece destek vermesi gerekir. Bu ülke hepimizin ve başka bir Türkiye yok. Bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içen bilim insanlarının objektif bir yaklaşım göstererek sorunun çözümüne katkı sunması gerekir. Bazen yurtdışından gelip bu konuda araştırma yapan ve söz söyleyenlere buğzediliyor. İyi de o zaman sen yap bu işi dendiğinde de bir şey yapmıyor.
Bir kere bilimi ve bilgiyi resmi ideolojinin tasallutundan kurtarmak gerekir. İkincisi resmi tarihin yalanlarını düzeltmek ve artık gerçeklerle yüzleşmek gerekir. Üçüncü olarak sosyal bilimler, sosyoloji gibi bölümler alan araştırmalarıyla sorunu anlamaya çalışmalı ve nedenlerini ortaya koymalı. Ayrıca üniversiteler Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümleri açabilir. Artık bu konuda utangaçça davranıp Kürtçe'yi kullanmamak için 'Yaşayan diller' ve benzeri kaçamak isimler kullanmaya da gerek yok.
Anayasa kritik eşik bence. Özellikle ırkçı vurguların ayıklanması ve 66. Madde'nin değişmesi önem arz ediyor. Bu madde 'Türkiye devletine vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk'tür' diyor. Oysa Kürt, böyle hissetmiyorsa onu yasa maddesiyle zorla Türk yapamazsın. Bu durumda sosyoloji yasayı tekzip eder. Oysa anayasa bütün kesimlerin belli bir oydaşma içinde kendisini altında göreceği bir şemsiyedir. O nedenle etnik kör olmalı. İnanç ve ideolojilere eşit mesafede olmalıdır. Türkiye'nin ayırım gözetmeyen, üstünlük taslamayan, yeni, özgürlükçü ve demokratik bir anayasaya her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğu apaçık ortada. Yasa koyucu bunu yapmalı. Bu tüm Türkiye'nin beklentisidir. Bu beklentiyi boşa çıkaranlar geleceğe hesap veremezler.
Meseleyi sadece ak ve kara parentezine almamak gerekir. Sürecin iyi götürülen tarafı da var, eksik ve yanlış işleyen yönleri de. Önce iyi gidene bakalım. Başbakan'ın cesaretini takdir etmek lazım. Önemli bir risk aldı, eğer doğru sonuçlandırmazsa siyaseten büyük kayıp yaşayacağı açık. İkinci olarak bu kez sürecin şeffaf yürütülmesi de önemli. Üçüncüsü BDP'nin de işin içine katılmasıdır. Bu süreçte önce çatışmasızlık ortamı oluşmalı, karşılıklı güven artırıcı adımlar atılmalı silah bırakmak en son olacak şeydir. Çözümsüzlük sürecin psikolojik altyapısını sabote eder.
Bu noktada dört kavram önemli. 1) Niyet: 'Niyet yapmanın yarsıdır' der Kant. Bu işi başlatanların niyeti gerçekten 'yapmak' mı yoksa 'yapıyormuş gibi yapmak' mı? Bunu topluma göstermeliler. 2) Empati: Batı'da yaşayanlar Doğu'da yaşayanların acılarını içselleştirirken; Doğu'da yaşayanlar da Batı'nın bazı hassasiyetlerini gözardı etmemelidir. 3) Barış dili: Barış sürecinde savaş dili barışı zehirleyen en tehlikeli araçtır. Bundan derhal vazgeçilmeli. 4) Bölünme paranoyasından sıyrılma: Bu iş birinin diğerini yendiği, ya da seçim hesaplarıyla veya mevzi kazanma amacıyla yapılmamalıdır. Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu barışı sağlamak için yapılmalıdır.
Yaptığımız bir araştırmada Kürtlere sorduk 'Siz ayrılmak istiyor musunuz' diye, % 87'si 'hayır' dedi; 'Biz Türkiye Cumhuriyetinin eşit ve özgür yurttaşları olmak istiyoruz' dediler. Dönüp bu kez Batı'daki Türklere 'Bu Kürtler ne yapmak istiyor?' diye sorduğumuzda onların da kahir ekseriyeti 'Kürtler bizi bölmek istiyor' diye cevapladı. Görüldüğü üzere burada olgu ile algı arasında derin bir uçurum var.
Öncelikle siyasi partiler kendi tabanlarına doğruları söylemeli. Çarpıtılmış tarih düzeltilmeli, eğitim sistemindeki yalan yanlış bilgiler giderilmeli. En önemlisi Kürtlerin de Türklerle eşit olması durumunda Türklerin haklarında bir azalma olmayacağı, aksine savaşa giden para ekonomiye aktarıldığında herkesin gönencinin daha yükseleceği bilgisi ve bilinci oluşturulmalıdır. Kürtlerle Türklerin çıkarlarının bir arada yaşamak olduğu, bir bölünme durumunda kimsenin kazançlı çıkmayacağı bilinmeli.
Var elbette. Ancak bunu engelleyen sosyolojik dinamikler de var. Bir kere 5 milyon Kürt- Türk evliliği var. Göçlerle meydana gelmiş bir karışım var. Bu gün en büyük Kürt kenti Diyarbakır değil İstanbul'dur; çünkü İstanbul'da dört milyon Kürt yaşıyor. Sonra din birliği, kültür benzerliği gibi faktörler var. Ancak tüm bunlara rağmen eğer demokrasi içinde bir çözüm gerçekleşmezse Ortadoğu'daki gelişmeler de göz önüne aldığımızda böyle bir risk var
Çözmek zorundayız. Çünkü, Ortadoğu'da önemli gelişmeler oluyor. Bu gelişmeler çözümü zorluyor. Şimdi çözemezsek talep çıtası yükselecek ve sorun daha da çözümsüz noktaya gelebilir. İkincisi olarak Öcalan Türkiye için büyük şanstır. Çözümün kolaylaştırıcısıdır.
İki nedenle; Birincisi Öcalan tek kişi, devletin elinde ve çözümden yana bir tavır sergiliyor. Eğer Öcalan'ın liderliği zayıflarsa devlet birden çok kişi ve yerle konuşmak durumunda kalacak ki; bir kişiyle konuşup anlaşmak her zaman birden fazla kişiyle anlaşmaktan daha kolaydır. İkincisi bu kuşak diyalog ve müzakereye daha yatkın arkadan gelen 'fırtına çocukları' dediğimiz gençlerle anlaşmak daha zor olacak.
Türkiye yıllardır katı merkeziyetçi, bürokratik bir anlayışla yönetiliyor. Bütün sorunlar Ankara'da tespit ediliyor, bütün çözümler Ankara'da üretiliyor, bütün kaynaklar Ankara'da toplanıp dağıtılıyor. Ankara artık bu yükü kaldıramıyor. Bunun çözümü ademi merkeziyetçi bir anlayışla güçlü, katılımcı, özerk yerel yönetimlerin önünün açılmasıdır. Böyle bir yapılanma üniter devlet yapısını zedelemez. Bu anlayış sadece yerel sorunları çözmekle kalmaz, Kürt sorununun çözümüne de önemli katkılar sağlar diye düşünüyorum.
Bu çekince derhal kaldırılmalıdır. Bu çekincelerin Kürt siyasetinin kazandığı yerel yönetimleri denetlemek için konduğu malum. İktidar bunu güven verici bir adım olarak hemen gerçekleştirmeli.
Tam olarak yeterli olmayabilir. Ancak bu bir iyi niyet gösterisi olarak işlev görebilir. Daha sonra Türkiye'nin genel yönetim sistemi demokratik bir biçimde yeniden düzenlemeli. Ayrıca yerel yönetimler yasası rutuşlarla değil radikal bir biçimde değiştirilmeli. Bu bağlamda genel güvenlik, adalet, diploması ve mega projeler dışındaki bütün yetkiler kaynak, sorumluluk ve yetkilerle yerel yönetimlere devredilmelidir. Bu aynı zamanda çağdaş bir ülke için gereklidir. Böylece sorunlarını çözen bir Türkiye önümüzdeki beş on yıl içinde bölgesinin en demokratik ülkesi haline gelebilir
Öcalan BDP'ye 'özerklikte ısrar etmeyin, bu süreci sabote edebilir, Avrupa Konseyi özerklik şartındaki çekincelerin kaldırılması şimdilik yeterli' diye telkinde bulunması çok önemli bir paradigma değişikliğine işaret ediyor. O halde neden özerklik şartına konulan çekince kaldırılmıyor, anlamak mümkün değil. Üstelik bugün atıldığında anlamlı olabilecek bir adım yarın atıldığında hiçbir anlam ifade etmeyebilir.
Mersin kültürler ve inançlar mozaiği bir kent. Kürtler, Araplar, Türkler, Müslümanlar, Hristiyanlar var. Geniş bir Alevi kitlesini de eklemek lazım. Bunların hepsi bir arada yaşıyor. Ancak devlet Mersin'e yaşanan yoğun Kürt göçünden dolayı bu kentle özel olarak ilgileniyor.
1990'lı yılların başında Güneydoğu'yu insansızlaştırmak için başlatılan mecburi göçün geldiği yerlerin başında Mersin geliyor. Gelenler köylü olmaktan çıktılar ama yeterli olanak sağlanmadığı için kentli de olamadılar. Siyasal bir tavır olarak en büyük ilçesi olan Akdeniz belediyesini BDP kazandı. Silah ters teptiği için bu kez başka bir strateji denendi.
28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu'nun buradaki özel çalışmaları sonucu başta üniversite olmak üzere bir çok kurumdan sürgünler yaşandı. Kenar mahallelerdeki yoksul Kürtler geri göçe zorlandı. Bir kaç defa kışkırtıcı ve provokasyonel eylemler düzenlenmek istendi halk oyuna gelmedi. Askerler tarafından Kürtler için 'sözde vatandaş' kavramı o zaman Mersin hedeflenerek kullanıldı. Şimdi daha stabil bir durum var denebilir. CHP; MHP; BDP merkez belediyeleri almış, AK Parti genel seçimde birinci parti olmuştur. Bu yüzden 'Biz Mersin'iz, Mersin Türkiye'dir' şeklinde bir sloganımız var. Eğer burada birarada yaşamanın güzel bir örneğini sergiliyebilirsek bu modeli Türkiyeye de hediye edebiliriz.