Bu üç dosya aynı gün sonuçlanmadığına göre üçü beraber çıksın diye muhakkak en az bir tanesi veya iki tanesi bekletilmiş demektir. Bu bekletmenin bir mantığının olması gerekir. Bu da ancak siyasi bir mantık olarak açıklanabilir. Yargı bir mesele olduğunda 'kimin işine yarar, zaman doğru mu' diye bakmaz; dosya olgunlaştığı gün kamuoyuna açıklar. Birden fazla dosyanın aynı gün kamuoyuna çıkması zaten bir garabettir.
UYAP'a kaydedilmeme ya da başka isimlerle kayıtlar, yargı hiyerarşisi içinde kimseye haber verilmemiş olması kuşku uyandıran noktalar. Dosyanın siyasi olması ve içeriğin engellenmesi gibi bir endişe vardı denilse de, benim aklıma en azından Cumhurbaşkanı geliyor. Böyle bir kuşkunuz varsa, gideceğiniz yer Cumhurbaşkanı'dır. Muhakkak bu konuyu paylaşacak bir merci ararsınız. Eğer bu savcı böyle bir merciyi hiç aramamışsa, o zaman kendi siyasetini yürütüyor demektir. Bence burada savcılar çok sorumsuzca davrandılar.
Bu operasyon hükümete 'darbe vurmak' için yapılmıştır. Hükümete bir darbe vurulmak istendiği çok nettir. Ama 'darbe yapıldı' demek için bu operasyon küçük kalır. Belki şu umuldu; hükümet bu durumla başa çıkamayacak, bir yanlış yapacak ve sonra bir soruşturma dosyası daha çıkacak ve bu olanların altında kalacak. İşler bir noktadan sonra şirazesinden çıkacak diye düşünülmüş olabilir.
Burada, doğası ve dokusu birbirine çok da benzemeyen iki yapı, iki siyaset anlayışı var. Fakat kırılma ânı, 7 Şubat MİT krizidir. Bu ihtilaf hep vardı, ama çözülebilir bir mesele olarak duruyordu. 7 Şubat'ta yargı, AK Parti hükümetinin bir tasarrufunun 'siyaseten' yanlış olduğundan hareketle bir soruşturmaya yöneldi. İşin hukukî değil, siyasî yanı öndeydi.
MİT krizinde bir 'yerindelik denetimi' vardı. 17 Aralık operasyonu ise dolaylı olarak İran ile yapılan finansal işlemin meşruluğunu sorgulayıp bir anlamda dünya kamuoyuna deşifre ve ihbar ediyor. Türkiye bu işlem ile dünyanın bilgisi dışında, diğer ülkeleri bypass eden bir yol bulmuş ve Türkiye adına para kazanmış. Bu yol, doğrudan değil, Halk Bankası Genel Müdürünün evinde para bulunmak suretiyle deşifre edilmiş oluyor. Bu haliyle Halk Bankası'na yönelik operasyon, 7 Şubat MİT operasyonuna benziyor.
Dershanelerin kapatılması meselesinde ben dershanelerin varlığına karşı olmakla birlikte vicdani açıdan kendimi Hizmet Hareketi'nden yana hissettim. Fakat bu son dosyalarla, 17 Aralık operasyonunda bu işi yapanların iyi niyetli olmadığını düşündüm. Bu yüzden, yarın seçim olsa oyumu AK Parti'ye veririm. Çünkü, bu tür taktiklerle iktidar değişikliğinin doğru olmadığına inanıyorum. Şu anda, AK Parti'nin içeriden çökertilebilmesinin imkânları aranıyor. 'Yolsuzluk yapıyor', 'El Kaide ile ilişkisi var' diyerek veya ekonomiyi darmadağın ve yönetilemez hale getirip halkı AK Parti'den uzaklaştırarak; bu çabalarla eşzamanlı bir biçimde AK Parti'yi içeriden parçalayarak bir alternatif oluşturma arayışı var.
İletişim kriterleri açısından çok doğru bir davranış olmadı. Gereksiz bir şeydi. Batı dünyası için de çok sakıncalı bir hareketti. Batılılar zaten İslâm'a karşı önyargılılar; bu örnek de kullanılabilir bir örnek oldu. Diyelim ki sohbette böyle bir olay yaşandı, ama yayınlanması hataydı.
AK Parti iktidarıyla birlikte muhafazakar kesim siyasette, iş dünyasında, bürokraside etkinleşti. Muhafazakar kesimde özellikle bürokraside yekpare bir biçimde en etkili olan 'Hizmet Hareketi'ydi. Bürokratik güç sahibi olmak, iktidarın parçası olmak demektir. Emniyet ve özerk bir alan olan yargı kadrolarına sahip olması sebebiyle Hizmet Hareketi birdenbire kendisini iktidarın göbeğinde buldu. Ve belki de hayal edemediği bir gücü kullanabileceği bir noktaya geldi. Bu güç de muhtemelen Hizmet Hareketi içerisindeki bazı kişileri yeni hayaller kurmaya yöneltti.
Karşılıklı tehdit algısının her iki tarafta da hâkim. Hükümet normal şartlarda neden 5 bin kişinin yerini değiştirsin ki? Ama kendisine yönelen bir tehdit olduğunu düşünüyor. Keza cemaat de, kendisine yönelik bir tasfiye olduğunu, dershane hamlesinin de bu amaca yönelik olduğunu düşünüyor.
Buradaki temel saik, beğensek de beğenmesek de, ortada meşru bir iktidarın olması ve bu iktidarın ancak meşru yollardan gidebileceğini düşünmek. Yolsuzluk varsa, bu ortaya çıkarılmalıdır. Ama yolsuzluk bahanesiyle başka bir aşamaya yöneldiğinizde toplum bundan hoşlanmıyor. Bu yüzden, şu ana kadar AK Parti'nin dışında kalmış, hatta onu eleştirmiş İslami kesimden ve laik kesimden bazı gruplar, ille de taraf olunacaksa, AK Parti'ye destek vermeyi tercih ediyor.
CHP, Hizmet Hareketi'nin tabanında travma yaratacak bir parti. Eğer Hocaefendi kesin bir dille işaret ederse, işaret edilen partiye yüzde 60-70 oranında destek verirler. Ancak kendisini bu yapıda harmanlamış insanlar için bu bir kafa karışıklığı yaratacaktır.
Hizmet Hareketi eğer toplumun önüne çeşitli figürler koyabilseydi, STK'lar üretebilseydi, daha başarılı olabilirdi. GYV var, ama zayıf kalıyor. Bugün hâlâ pek çok şey doğrudan Fethullah Gülen'e soruluyor ve bazı konularda ancak o konuşursa, söz söylenmiş oluyor. Bunları gerçekleştirebilmek için epeyce uzun bir zaman vardı ama yapılmadı. Tayyip Erdoğan da bu zaafı görüp bunun üzerine gidiyor.
Tayyip Erdoğan, durumla ilgili öyle sorular soruyor, öyle sözler ediyor ki, Fethullah Gülen ister istemez siyasi mesajlar vermek zorunda kalıyor. Gülen'in her siyasi konuşması da onu dinî kişiliğinden bir miktar uzaklaştırıyor. Dolayısıyla, kafamızda siyasî mesajlar veren bir din adamı görüntüsü oluşuyor. Fakat şunu da eklemek lâzım: Sonucuna katlandığı sürece bir dinî önder de kanaat belirtebilir.
Gündelik siyasete dair tavır ortaya koyan dinî lider elbette yıpranır. Burada da böyle bir durum var. Hizmet Hareketi, şeffaflaşsaydı ve kendi içinden siyasi figürler üretebilseydi, Fethullah Gülen bu işlerle uğraşmak zorunda kalmayacaktı ve kenarda, saygın bir konumdan insanları kendi bakışı doğrultusunda etkilemeyi sürdürecekti. Ama Hizmet Hareketi, ya böyle bir noktaya geleceğini öngöremedi, ya da kendi içinde böyle bir yetenek geliştiremedi.
Hizmet Hareketi'nin genelde Kürt meselesine bakışı, Türk devletinin geleneksel yaklaşımının yumuşatılmış hâlidir. İnsanların fakirlikten ve cehaletten ötürü ayrılıkçı noktaya geldiğini; o insanlara iyi eğitim, iş ve aş verildiğinde bu tutumun değişeceğini düşünen romantik bir bakış bu. Kürt gerçekliğiyle de bağdaşmıyor.
Burada iki nokta var. Birincisi, Türkiye'nin tarihi itibariyle böyle bir gelenek var. İkincisi, Türkiye'de siyaset yalnızca siyasi partiler veya oluşumlar aracılığıyla yapılmıyor. Bürokrasi ile de siyaset yapılabiliyor. Tabii şunu da belirtmekte fayda var: Eğer Fethullah Gülen dinî bir lider olarak kalabilseydi, bugün daha prestijli bir konumda olabilirdi.