|

Ayrılık değil açılım

Son dönemde sıkça dile getirilen “ayrılık” söyleminin provokasyon amaçlı olduğunu ifade eden Bejan Matur; “Türkiye'nin ana gündemi 'ayrılık değil demokratik açılım'ın kararlılıkla devam ettirilmesi olmalıdır” diyor.

Murat Aksoy
00:00 - 18/01/2010 Pazartesi
Güncelleme: 23:07 - 17/01/2010 Pazar
Yeni Şafak
Ayrılık değil  açılım
Ayrılık değil açılım

Son haftalarda yaşadıklarımız demokratik açılımı geri plana itti. İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın hafta içinde yaptığı açıklamalar durumun hiç de öyle olmadığını ve sessiz sedası birçok şeyin yapıldığını gösterdi. Bakan Atalay'ın açıklamalarında gördüğümüz, hükümetin süreci sürdürmekte kararlı olduğu. Biz de son gelinen noktayı, AK Parti'yi, BDP'yi PKK'yı, askeri vesayet tartışmasını şair ve yazar Bejan Matur ile konuştuk. Bejan Matur, Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünde en büyük engelin Kürt sorunu olduğunu ve çözümden başka şansımızın olmadığını söyledi.



Demokratik açılımın geldiği yerden başlayalım. Nasıl görünüyor süreç?

Açılım, devletin toplumla ilişkisini yeniden düzenlemesi anlamına geliyor. Düzeltilmesi, iyileştirilmesi gereken sorun o kadar çok ki. Bu açıdan kapsamı bir hayli geniş! Demokratikleşmenin en önemli ayağını Kürt açılımı oluşturuyor. Fakat aynı zamanda demokratikleşmenin önündeki en büyük engel de Kürt sorunu. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşemez. Kamuoyundaki son tartışmalara bakınca Kürt sorununun yeterince anlaşılamadığını görüyoruz. Tabii Güneydoğu'da yaşananlar bütün boyutlarıyla aktarılmadı. Bu önemli bir etken. Gerçekte yaşananlar ve yıllarca süren sessizlik bugün kafa karışıklığı yaratıyor. Bu nedenle açılımın ilk aşamasında bir kamuoyu oluşturulması zorunluydu. Meselenin tartışılmasını sağlamak gerekiyordu. Hükümetin yaptığı da bu. Sorunun tartışılmasını sağlayarak Batı kamuoyunun hafızasını canlandırdı. Fakat geldiğimiz aşamada, bazı somut adımlar atılmadığı için hemen herkes “Ne oluyor ya da ne olacak” sorusunu soruyor. Bunda muhalefetin basiretsizliği etkili olduğu kadar, hükümetin ajandasızlığı da etkili. Bunca zaman yok sayılmış, üzeri kapatılmış bir sorunu çözme konusunda irade ortaya koyuyorsanız bu süreci yönetecek alt yapıyı, kadroları da hazırlamış olmanız gerekir.

MUHALEFETTEN ÇEKİNMEMELİ

Süreç başlayınca planının olmaması mı sorun?

Hayır somut bir plandan ya da stratejiden bahsetmiyorum. Bahsettiğim kararlılık. Siyasi iradenin kararlılığı her türlü çözüm planından, yol haritasından daha önemli. Hükümetin kararlı olmadığı nokta burası. Başbakan'ın söyledikleri ile heyecanlanan milyonlarca insan iki gün sonra umutsuzluğa savrulabiliyor. Bu kadar ciddi bir sorunu çözmek konusunda düğmeye basıyorsanız, hiç değilse başlangıçta oluşan beklentiyi tatmin edecek somut bazı adımları atmada geri durmamalısınız. Bütün adımları erteleyip altın bir gelecekte çözüleceğini hayal etmeyeceğimize göre yapılabilecek olanlarla ilerlemek gerekiyor. Mesela anayasa değişikliği gerektirmeyen bazı düzenlemeler var. Siyasi Partiler Yasası gibi. Bunun neden değişti-rilemediğinin bir cevabı yok. TRT Şeş'in sessiz sedasız yayına başlamasıyla, yılların biriktirdiği sorunların kolayca çözüleceği umudu belirdi. Beklentinin yüksek olmasına biraz da bu sebep oldu.

Herşeyi bir anda yapmak da mümkün değil...

Beklentiyi karşılayacak köklü düzenlemelerin bir günde yapılmasını elbette beklemiyoruz ama insanların yıllarca mahrum bırakıldıkları haklarını somut olarak algılayacakları çalışmaları da esirgememek gerekiyor. Bazı somut adımlar kendi başına, hayatı kolaylaştırdığı için de değerlidir. Bazı şeyleri yaşayarak öğreniyoruz. O nedenle pratik, cesur bir tutum takınmak gerekiyor. Hükümet şunu aklında tutmalı; Kürt sorunu gibi çokça acılar yaşatmış bir konuda 'muhalefet ne der' korkusuyla atılmayan her adım, haksızlığın devam ettirilmesi anlamı da taşıyor. Hükümetin cesaretle somut gelişmelere imza atması gerek. Bir de şu var; çok konuşulan her şeyde sözün ağrılığı yiter. Sözün içini daha fazla boşlatmadan icraata ağırlık verilmeli.

Bakan Atalay bu hafta açıklama yaptı. Birçok düzenlemenin yapıldığını gördük. Bunlar yeterince anlatılamadı mı?

Bakan Atalay'ın açıklamasında ifade ettiği başlıklar önemli. Ayrımcılıkla mücadele konusu bile tek başına büyük bir adım olur. Ayrımcılığı bir sorun olarak tarif edip buna yönelik yasal düzenleme yapacak bir hükümet desteği fazlasıyla hak eder. Aslında Türkiye'deki mevcut dinamikler çok daha fazlasının yapılmasına imkan sağlıyor. Hükümetin sorunu bu dinamikleri kullanmak konusunda cesaretsiz davranması. Kendisine destek olacak bu dinamiklerdense muhalefetin gürültüsünü daha fazla önemsiyor.

SORUN ÇITANIN YÜKSEĞE KONMASI

Peki sorun nerede, neden yapamıyor?

Bence AK Parti'nin sorunu bu konularda çözüm için çıtayı başlangıçta çok yükseğe koyması. Ve yükselttiği çıtanın altında kalması.

Siz hükümeti samimi buluyor musunuz?

AK Parti muhafazakâr kimlikli olduğu halde, en önemli dinamiği değişim. Pragmatik bir yapısı var. Açılımı yaparsa kendi açısından kazançlı sonuçları olacağını görüyor. Aslında pragmatizm siyasete ters bir tutum da değil. Ben Başbakan'ın kararlı olduğunu ve sonuna kadar gidilmesi konusunda samimi olduğunu düşünüyorum. 11 Ağustos'ta grupta yaptığı konuşma, yine 13 Kasım'da Meclis'te yaptığı konuşma, cumhuriyet tarihinin en iyi konuşmalarıydı. Devletin milletinden milletin devleti olmaya giden yolun köşe taşlarıydı bu konuşmalar. Ama Başbakan'ın bu tavrı tek başına yeterli değil. Çünkü sonuna kadar gitmeye destek olacak mekanizmalar yok bu ülkede. Kadro yok, o düşünceyi taşıyacak bürokrat yok.

Çözümden başka şans yok dediniz. Ama birileri buna inanmıyor hâlâ…

Aslında bir yol ayrımındayız. Ya 21. yüzyıla yaraşır çağdaş bir demokrasi olacağız. Ya da halkına eziyet eden bu devletle devam edeceğiz. Daha fazla eziyetin sonuçlarını da kimse öngöremez! Hepimiz kendimize şunu samimiyetle sormalıyız; Türkiye'nin demokratikleşmesini gerçekten istiyor muyuz? Türkler ve Kürtler birlikte yaşamak istiyor muyuz? Barışa inanıyor muyuz? Cevabını vermemiz gereken sorular bunlar.

EŞİTLİK HİSSİNİN ÖNEMİ

Bu ayrım neden çok dillendirilmeye başlandı?

Evet pek çok kişiden duyuyoruz. Aslında kastedilen şu; mevcut haliyle devlet vatandaşlarını eşit bireyler olarak yaşatamıyor. Belki de kimliklerin dışında bir yurttaşlık meselesi olarak bakmamız gerekiyor. Böyle bakılırsa muhalefetin her an atağa hazır duygusal tepkisi de bertaraf edilmiş olur. Türkiye'de yaşayanlar devletin makbul vatandaşı ile kıyaslandığında ne kadar eşit hissedebiliyor? Bugün Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, dindarlar ne kadar kendilerini yaşayabiliyorlar bu ülkede? Eşitliği duygusal düzeyde algılatacak olan budur çünkü. Bir bireyin kendini yaşayabilmesidir. Türkiye'de bir Ermeni Genelkurmay Başkanı olabilir mi mesela? Olursa o zaman Türkiye'de gerçek demokrasi olur. Yaşadığımız sorunun en basit tanımı bu. Evet bir Ermeni'nin Genelkurmay Başkanı olmasında hukuken bir engel yok ama çavuşluktan öteye gidemiyor!

Buna engel ne?

Türkiye'de hangi etnik ya da dinsel grup hak talebiyle konuşacak olsa, karşısında öncelikle bir başka etnik grubu buluyor. Talebi bastıran refleks devletten önce diğer topluluklardan geliyor. Yani Türkiye'de bir grup hak ve özgürlük kazanırsa, bu kendi hak ve özgürlüğünün azalmasına yol açar kaygısıyla yaşayan topluluklar var. Bu en temel sorun. Bu aslında devletin bakışının toplumsal gruplara nüfuz etmesi. Böylece her etnik ya da dinsel grup küçük bir devlet olduğunu vehmediyor. Muhalefet partileri de kendilerini devlet olarak görüyorlar, milliyetçiler de, PKK da. Aynı tavır medyada da var. Medyanın bazı temel sorunlara yaklaşımı devletin refleksiyle bire bir örtüşüyordu düne kadar.

AYRIM PROVEKE ETMEK AMAÇLI

Ayrılma söylemi gerçekçi değil yani...

Ayrılma gibi bir gündem olduğunu sanmıyorum. Yöntem olarak şiddeti seçen PKK bile ayrılmayı seçenek olmaktan çıkarmış. Ama ayrışan bir ruh hali var. Yine de Kürt ulus-devleti fikrine götürecek bir ayrışma gibi görmüyorum. Ulus devlet fikrine öncelikle Kürtlerden itiraz gelir. Irak Kürtlerinde dahi bu böyle. Talabani İstanbul'da yaşamak istiyor. Orada kiminle konuşsanız hayallerinde Türkiye, İstanbul var. Buraya bir ilgi var. Bugün ulus-devlet kurmaya en yakın olan Irak'taki Kürtler bile bunu istemiyorken Türkiye'deki Kürtlerde bu yönde bir eğilim olduğunu söyleyenler farklı bir ajanda ile hareket ediyor. Toplumu tahrik ederek süreci provake edeceklerini düşünüyorlar. Bölgesel gelişmeler, dengeler beraberlikten yana. Hani derler ya boru hattı geçen bir ülkede darbe yapmazsınız. Bırakın içerdeki dinamikleri, uluslarası anlamda bu kadar angajmanları olan bir ülkeyi nasıl bölmeyi düşünüyorsunuz? Bugün özlenen evrensel bir demokrasinin olduğu bir Türkiye'dir. Böyle bir fotoğrafa bakınca Türkiye'nin geleceği parlak görünüyor. Ayrılma talebini dile getirmek modası geçmiş, sığ bir milliyetçilik.


Gelelim DTP'ye yani BDP'ye. Demokratik açılım sürecinde üzerlerine düşen görevi yaptılar mı?

Demokratik açılımın icracısı hükümet olmasına rağmen sağduyulu kamuoyu dinamonun DTP olacağını hayal ediyordu. Maalesef öyle olmadı. DTP bir süre sonra açılım karşıtı bir mevziye savruldu. DTP'nin Eşbaşkanı Emine Ayna gülerek “Açılım bitti” diyebildi. Bir siyasetçi kendi hayatını ilgilendiren bir konuda da bu kadar alaycı olabiliyorsa orada patalojik bir durum var demektir.

Esas soru da bu değil mi, neden bu sürece DTP yardımcı olmadı?

DTP özetle 'Benim istediğim çerçevede olmazsa, itiraz etmekle kalmam, yok etmek için elimden geleni yaparım' dedi.

Bu sadece DTP'nin tavrı mı?

Hayır, PKK'nın da tavrı benzerdi. DTP'nin bütün muhalefetinden bunu anlıyorum ben. Beni görmek zorundasın, beni görmezsen yapacaklarına müsaade etmem diyor. BDP ya da PKK Öcalan'ın kabul etmediği bir durumun kendi başlarına iş açacağını biliyor. Bu nedenle her defasında onu öne sürüyorlar. Aslında benzer sorunları başka ülkeler de yaşamış. Orada neler yaşandığına baktığımız zaman Türkiye'nin yapması gerekenler üç aşağı beş yukarı belli. Modeller belki birbirine aynen tercüme edilemez ama ipuçları bellidir. Bu süreçte asıl önemli olan içerde söylediğimiz somut ve basit düzenlemelerin yapılarak bir çatışmasızlık sürecinin başlatılması ve karşılıklı güvenin inşa edilmesidir. Bu siyaseten savaş dilinin tasfiye edilmesi olacaktır. Bu başarılırsa daha kolay yol alınabilir.

DTP kapatıldı artık BDP var. Ne yapmalı BDP?

BDP'nin ne yapması gerektiğini söylemek doğru olmaz. Ama yapmaması gereken çok şey var. Bir siyasi partiden bahsettiğimiz için yapması gerekenler kendi kapasitesi ve dünya görüşü ile uyumlu olmalı. Öncelikle uzaktan kumandayla hareket etmemesini temenni edelim. Geçtiğimiz günlerde büyük bir KCK operasyonu oldu. Seçilmiş belediye başkanları tutuklandı. Ve o feci kelepçeli görüntüler yayınlandı. Buna verilen tepkiye iyi bakmak gerek. Öcalan'ın hapishane koşulları için sokakları ateşe verenler, bu operasyonlar karşısında sakin olabildiler. Bunun anlattığı bir gerçek var.

PKK çözüm istiyor mu peki?

Herkes çözüm istiyor ama çözümler birbirini tutmuyor. PKK için çözüm incitmeyen bir af, siyaset kanallarının açık tutulması ve yıllardır oluşturduğu yapının siyasal sisteme dahil edilmesi. Muhatap alınmak istiyor. PKK şunu görüyor; şiddetle yapabileceğinin sınırına gelmiş. Bundan daha ileri gitme şansı yok. Ve onların da temel sorusu şu; silahı bırakmaya hazırız ama sonra? İşte Türkiye'nin cevap bulması gereken sorulardan birisi de bu. Mesela 20 yıl dağda kalan biri Türkiye'ye döndüğünde askere gidecek mi? Bu bile potansiyel bir sorundur. Binlerce insandan bahsediyoruz neticede.

SOL PKK'YI ZAMANINDA ELEŞTİRMEDİ

DTP'nin kapatılmasından sonra Kürt siyasetinde 28 Şubat benzeri bir dönüşüm olup olamayacağı tartışıldı. Neden Kürtlerin içinde PKK'ya mesafe alan bir siyaset çıkmıyor?

Çıkmıyor denemez ama seslerinin çıkmadığı doğru. Daha doğrusu sesi çıkanları da kamuoyu duymak istemiyor. Çünkü bugüne kadar siyasetin zemini demokratik değildi. Devletin yaptığı hatalar PKK için işlevsel oldu. Ve bu zemini çok iyi kullandı. PKK bütün alternatif arayışları hainlikten, işbirlikçi olmaya kolayca yaftaladı Birinci neden bu. Bir diğer neden ise; solun PKK'ya gıpta ile bakışıdır. Çünkü sol her darbede devletten dayak yemiş ve yenilmiş. Oysa PKK devlete savaş açmış ve direnmiş. Bu solun PKK'ya sevgi ile bakmasına yol açıyor. Sol entelektüeller devletle olan sorunları PKK üzerinde görmek gibi bir hayale kapıldılar. Bu yüzden PKK'nın şiddet eylemlerini son dönem hariç neredeyse hiç eleştirmediler.

Hangi sol bu?

Bu sadece günümüz solu ya da 1970'lerin solu değil. 1930'lu yılların CHP'sinden de bahsediyorum. Onun zihniyetinden, kurgusundan. Bakın PKK'nın yapılanması, lider kültü, o mutlak değer ve ülküler, yüceltme-ler, kimliğin kuruluşu, ulusal bilinç, Kürtlük ruhu vs. bütün bunlar Kemalizm'in kopyasıdır. Yani PKK yapı ve zihniyet olarak 1930'ların CHP'sinden büyük ölçüde etkilenmiş ve onu taklit etmiştir. Bugün Öcalan'ın gölgesinde herhangi bir otun yeşerme imkânı yok. Yapı olarak buna müsait değil. Potansiyel olarak Öcalan'dan daha açık ve ileri bir viz-yonu dillendirecek biri PKK içinde barınamaz. Bir vesileyle devre dışı bırakılır veya kendisi durmak istemez. PKK başından itibaren içeride muhalefet olabilecek bütün unsurlarını yok etmiş bir yapı. Kürt siyasetinde itaat dışında, bağımsız bir irade, yaratıcı bir dimağ yok. Nasıl olabilir ki?


Sivil vesayete mi gidi-yoruz?

Türkiye'nin demokratikleşmesini engellemek isteyenlerin son sloganı sivil vesayet kavramı. Askeri vesayet bitmiş mi ki, sivil vesayet olsun. Vesayetin bittiğini kim söylüyor? Bu sadece bir varsayım. Evet bir sürü şey sorgulanıyor, yol alındı ama hâlâ generallerin sesinin bu kadar yüksek çıktığı bir ülkede, darbe anayasasının durduğu ve ülkeyi yönettiği bir ülkede askeri vesayetin bittiğini söylemek mümkün mü? Bu nedir biliyor musunuz?

Nedir?

Durumdan vazife ve pozisyon çıkarmak amacıyla kişisel hırs göstermektir. Nasıl kontra bir şey söylersem gündeme otururum düşüncesiyle söylenen temelsiz bir argüman. Gerçekliğe dayanmıyor.

Peki demokratikleşiyor muyuz?

Demokratikleşiyoruz ama bunun bir günde olmasını da beklemiyoruz. Hükümetin yaptığı sistemi hareketsiz bırakan tıkaçları kaldırmak. Demokratikleşme ise sadece reform ya da açılımlarla olmaz. Seçen-seçilen ilişkisinin yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bunun için zamana ihtiyaç var. Devlet-toplum, asker-sivil ilişkilerinin dengelenmesiyle demokratikleşme uygun zemine kavuşur.


19 Ocak Hrant Dink'in ölüm yıldönümü. Ne diyeceksin?

Hayatım boyunca herhangi bir yürüyüşe katılmadım, Hrant'ın cenazesi dışında; herhangi bir imza kampanyasına katılmadım, “Özür Diliyoruz” kampanyası dışında. Hrant, hepimizin vicdanlarını ilgilendiren ve sorumluluk hissetmemiz gereken bir kayıp. Aradan geçen 3 yıla rağmen onun için hissettiğimiz acının hafiflememiş olması o yasın gerçekliği, sahiciliği ile ilgili. Onun vasiyetini yerini getirmeliyiz.

Nasıl?

Ermenistan ile imzalanan protokoller ile sınırların açılması gündemde. Hrant sınırın açılmasına çok anlam yüklüyordu. Hep şunu söylermiş “Bırakın bu tarih komisyonunu, tartışmaları falan. Olan olmuş. Zaten iki taraf da ne olduğunu biliyor. Kapıyı açın siz. Yapmanız gereken kapalı duran kapıları açmak. Bırakın insanlar gelip gitsin”. Hrant kalplerin ancak gelip gitmeyle yumuşayacağını biliyordu çünkü. Gerçekten de sınırların açılması ülkeleri birbirine dost kılabilir. Arşivler ya da komisyonlar değil.


Şiddet normal bir refleksle mi gelişiyor yoksa organize mi ediliyor?

KCK Operasyonları sonrası ortaya çıkan tablo bize birşey gösterdi. O da istenirse şiddet olmayabileceğini. Ya da istendiğinde olduğunu. Yani bu olaylar, hep söylendiği gibi kendiliğinden meydana gelen olaylar değil. Mobilize edilebilen, sayıları sınırlı olan bir gruptan bahsediyoruz. BDP'nin içinde siyaseti farklı okuyan kesimler var. Ahmet Türk'ün başını çektiği grup siyaseten çok önemli. Ahmet Türk artık milletvekili olmasa da hâlâ etkisinin olduğu bir grup var. Türk'ün varlığı, üslubu son derece değerli. Ve sebebi ne olursa olsun BDP'nin Meclis'e dönmüş olması büyük şans. Siyaset yapmak isti-yoruz, bu mevziden çekilmeyeceğiz anlamına geliyor çünkü. Sivil siyasetin alanının genişlemesi ve derinleştirilmesi için BDP'ye koşulsuz destek vermemiz gereki-yor. Biz desteğin güçlü olması gerekiyor ki, karşılığını alabilelim.









14 yıl önce