Geçen hafta Şanlıurfa'daydık. Hayrunnisa Gül'ün himayelerinde ikincisi düzenlenen “Konuşan Kitap Şenliği” etkinliği münasebeti ile… Doğu, Güneydoğu bir müddettir iyi ve güzel gelişmelerle gündemimizdeyken, Mardin'de 44 insanın akıl almaz bir şekilde katledilmesi algılarımızı bir kâbus gibi kararttı, ışığını söndürdü. Aklımız bazı şeyleri almasa da, aklımızda kalan sorunları himaye etmekten kaçmak istiyoruz.
Bu yaşamak ve yaşatmak için istekli olmayı şart koşuyor.
O da beraberinde konuşmayı gerektiriyor. Konuşmak, derinden konuşmak, sevgiyle konuşmak, hayat için konuşmak, gelecek için konuşmak, mezarlıkta nöbet tutan çocuklar için konuşmak…
Konuğum yazar Ayşe Kulin.
Kulin'le şenliği geride bırakıp onun gözünden Kürtleri ve memleketi konuştuk. “Bir Gün”ün hikayesini bugüne taşıdık…
Leyla Zana milletvekili olduğu halde hapisteydi ve bu benim çok ağrıma gidiyordu. Zana ile röportaj yapmak, hatta biyografisini yazmak istedim, bir çok yere müracaat ettim, ona yakın insanlarla da görüştüm. Bana haber vereceğini söylediler. Uzun süre bekledim, ama ses çıkmadı. Anladım ki görüşmek istemiyor… Fakat Türk-Kürt sorununa takılmıştım. Kendi hatalarımızı biliyordum, düzeltmek için o günlerde önemli adımlar atılıyordu. Katkım olsun diye bir roman yazmaya karar verdim…
Kendi Leyla Zana'mı oluşturdum. Etkilenmemek için onun hayatına dair hiçbir şeyi öğrenmek istemedim. Bir Gün'ü Leyla Zana'yı hiç bilmeden yazdım. Sevecen, çok güzel bir Kürt kadını portresi çıktı ortaya.
Evet, bir Kürt kız ile bir Türk kızını çok yakın arkadaş yaptım. Kardeş gibi büyümüşlerdi aralarına derin bir sevgi koydum.
Ben değilim ama bizim muhitten. Kürt kızı Zelha'nın da muhiti belli zaten…
Hayata karşı biraz şımarıktı. Çünkü bizler okumuş, donanımlı kadınlar olarak kocalarımızı çabuk bırakırız, sevgililerimiz olur, hayatın üstüne üstüne yürürüz, çocuklarımızı bir türlü yıkılmamış ailelerde büyütmeyi başaramayız, bir arayışın içindeyizdir…
Kendimizle, hatalarımızla yüzleşerek büyüyen bir umut çığlığı…
Büyük tepkiyi Türklerden bekliyordum, fakat en şiddetli tepkiyi Kürtlerden aldım. Onları aşağıladığımı söylediler. Gösterin sizi nerede aşağılamışım dediğimde, okumuş, aklı başında bir Kürt, “Türk kızını kaymakam, bizimkisini de aşiret kızı yapmışsın” dedi… Kendine ayna tut, gerçekler böyle değil mi, aşiretin dışına çıkanlar her şey olabilir ama o duvar hâlâ çok güçlü…
Kim oluyor da benim hayatımı yazmış, o ben değilim gibi laflar ettiği kulağıma geldi, ama kendisinden duymadım. Ben zaten onu yazmadım…
Türkler Kürt meselesinde gerçeklerle büyük ölçüde yüzleştiler. İsimlerini koyma haklarını ellerinden aldık, şehirlerin, kasabaların isimlerini değiştirdik, kendi dillerini konuşmalarına izin vermedik… Biz Türkler şimdi hatalarımızı teker teker ortadan kaldırırken onlardan da bir küçük adım bekliyoruz, ama bu adımı hiçbir yerde göremiyorum.
Değişmez şartlarımızı biz değiştirebilirken, onların bizlerle beraber Türkiye'nin insanları olarak yaşamak istediklerine artık emin değilim. Bir Gün'ü yazarken umudum vardı, artık emin değilim. Deprem bile olsa Türklerden biliyorlar, kendi eksikliklerini görmüyorlar.
Türk olmak çok daha zor, çünkü bütün Avrupa, bütün bilinçsizliği ile onların arkasında duruyor. Kürtler çok güveniyorlar ama Avrupa onları kandırır. Avrupa Ermenileri de kandırdı. Avrupa beklediği menfaati elde ettikten sonra Kürtleri pat diye ortada bırakır. Kürtlere kucak açacak olanlar yine bizleriz, Türkler…
Tavuk ve yumurta ilişkisi gibi… Türkler ne yapsın… Onları memnun edecek şey; buyurun, şu illeri size hediye ediyoruz, alın ayrı bir devlet kurun demek mi… Bunu Türkiye şu anda yapamaz. Bugün Kürtler bunu istiyorlarsa kan dökülür. Kan dökülüyor zaten…
Bunlara pek güvenim kalmadı. Her durumda kendilerini haklı görüyorlar. Uzlaşma kültürleri hiç yok. Bizim de var sayılmaz. Uzlaşma iki tarafın da bazı fedakarlıklar yapmasıyla olur.
O perişanlığı Kardelenler'i yazarken gördüm. Her evde on-on beş tane çocuk var. O ortamda sen sürekli ürersen, orada benim anladığım anlamda etik kalmaz. İnsan çok kolay ölüyor, öldürülüyor buralarda. Benim yüreğimi titretenler onların yüreğini titretmiyor. Ahlak anlayışı değişik, değerler değişik, algılar değişik, alışkanlıklar değişik… Sanki orası başka bir dünya gibi…
Urfa sınır, öteki tarafa benzemiyor. Terör yok, yoksulluk büyük ölçülerde değil. Ne batılı olmam, ne başımın açıklığından dolayı rahatsızlık duymadım... Doğu'da ise yüzlerce çocuk etrafına toplanıp senden bir şey istiyorlar. Derin bir cahillik var, fakat aynı oranda çok da büyük bir kabiliyet ve zeka var. Burayı böyle bırakmak çok acı veriyor. Bunda Kürtlerin de çok büyük suçu var, çünkü aşiret sistemini yıkamıyorlar, törelerinden vazgeçemiyorlar. Bu toprakların insanı kadınına, kızına çok kötü davranıyor.
Gözükmüyor. İlk geldiğimde büyük bir kültür şoku yaşadım. Bu kapıyı bana Köprü açtı. Fakat Erzincan buralara pek benzemiyor. Doğu'da başka bir dünya var. Yardım eli uzattığında da kolay kolay ellerini sıkamıyorsun. Her şeyden şüphe duyuyorlar, değişime karşı müthiş bir direnç içindeler.
Kürtler, Ermeniler, Kıbrıslılar ve biz… hep böyle… Sorun çözmek isteyen uzlaşı ister. Türkler uzlaşma kültürüne biraz daha yatkınlar.
Çok üzüldüm. Çocuklar için üzüldüm. Cumhuriyetin bu yılında bu tür insanların hâlâ aramızda barınabildiğine üzüldüm… Ceza hukukumuzun yetersizliğine de üzüldüm. Yakında bir af çıkar, bütün katiller ve hırsızlar aramızda dolaşırlar.
Her atılan iyi adıma karşı bir kötü cevapları var. 1 Mayıs'a bakın, ben artık onlara Kürt demiyorum, anarşist çocuklar diyorum, her tarafı kızgınlıkla tahrip ettiler. Ne geçti ellerine, niçin yaptılar…
Kim besliyor nefreti? Kimse nefreti sulayarak hiçbir şey elde edemez, devlet de kuramazlar. Kürtler Türklerden daha iyi bahçıvanlar. Türklerin yazdığı kitaplarda nefret ve sevgisizlik bu kadar yer almıyor.
Bu onların cevabı… Bazı Kürt yazarların kitaplarını okuduğumda dehşete kapıldım…
Bende çok büyük hayal kırıklığı var. Yaşadığım yıllara bakınca, bugün Türkiye daha iyi bir yerde olur sanıyordum...
Politikacı değilim, yazdıklarım da politik dünyaya yön vermedi. Rahatım, çünkü hiçbir zaman nefreti çomaklayan bir yazar olmadım. Öfkeyle, kızgınlıkla hiçbir yere ulaşılamayacağını bilecek yaşa geldim.
Çok var. Türkiye, başından bu güne sağcısından solcusuna çok kötü idare edildiği için buralara geldik…
Hayır, demokrasilerde böyle şey olmaz. Halkın yine de bir sağduyusu var. Fakat Türkler uzun menfaatlerini görebilen insanlar değil. Bizde sağcısı-solcusu bütün politikacılar, muhafazakardır…
O hamasetin cumhuriyetin ilk yıllarında geçerli bir nedeni vardır. Çok büyük bir devrim yapılmıştı. Devrimi yerleştirmek için böyle bir beyin yıkama belki on sene geçerli olabilirdi. Fakat cumhuriyet oturduktan sonra böyle olmaz.
1950'de bile işe yaramazdı. Gerçekle yüzleşmenin zamanı o tarihlerde gelmişti. İnsan geldiği yere tükürmemeli. Cumhuriyet gökten zembille inmedi, Osmanlı'nın devamıyız… Biz Türkler hâlâ işgal altındaki İstanbul'un acılarını bilmiyoruz, okulda okutmuyorlar, ben de yıllar sonra öğrendim.
İçim dolu, yazarlar konusunda suskun kalmayı tercih ediyorum… Yazarların tarih bilmesi şart değil ama bilene de saygı göstermeliler.
Yazarlar, ressamlar, terziler, doktorlar gibi, birbirlerini kıskanan insanlarmış, içlerine girince gördüm. Bir de eleştirmenler var, kendi gruplarına ait, kendi fikirlerini besleyen yazarlara önem veriyorlar. İdeolojik davranıyorlar. Herkesin kendi kutusu var, kutunun içindeki yazara övgüler, dışındaki yazarlara sövgüler var.
Okur ne yapacağını biliyor. İdeolojinin adamı olan okur duymak istediği kitapları okuyor. Büyük kitle bunları eleyerek yoluna devam ediyor. Kendimden bakıyorum, çok dini öğelerle yazılmış bir kitap bana hitap etmiyor, çünkü benim referanslarım dini değil. Onları okumamayı tercih ediyorum.
İnanç olarak mı?
Hayır. Çünkü hem anne hem de baba tarafından Müslüman ailelerde büyüdüm, dinini yaşayan büyüklerimi tanıdım. İslam'ın esasını iyi biliyorum. Kendimi de çok iyi bir Müslüman olarak hissediyorum. Bilgi eksikliği yok ama dine angaje bir insan değilim. Geçenlerde seyahatte tanıştığım tesettürlü bir yazar, “ben sizi okuyorum, sizde beni okudunuz mu” dedi. Okumamıştım, kitaplarını aldım ve çok beğenerek okudum.
Hayır, o kitapta beklediğimi bulmadım. Çok güzel bir edebiyat buldum ve çok memnun oldum. İçine tesettürünü yansıtmamıştı, çok güzel öyküler vardı… Başörtüsüne karşı olan keskin laiklerden değilim, kızların başı açık ya da kapalı istedikleri gibi üniversiteye girmesinden yanayım.
Ulaşıyoruz. Benim yaşımdaki insanların çoğu tepkisel. Alışık değiller, görmemişler, okulumuzda, muhitimizde yoktu diyorlar… Yeni kuşak bizim kuşak gibi tepkisel değil, çünkü ortak yaşam alanları var, paylaşım ve etkileşim oluyor. Benim arkadaşım yok, belli yaştan sonra da arkadaş edinmek zor.
Töreyi delerek karların içinde yürüyüp okula giden kız çocuğudur. Onlar acılarla büyürler. Onlar için çok çalıştım. 36 bin tane kızımızı üniversiteye soktuk.ÇEV alkışlanmalıydı, çünkü çağdaş eğitim veriyordu.
Dinin gölgesinden kurtulmuş eğitim…
Sevilmiyor, kıymetleri bilinmiyor. İçimi acıyla dolduran şey çocuk… Beni üzen bir kelime… Eğitim, Türkiye'nin en büyük sorunu ve tek kurtuluş noktasıdır. Devlet, millete hizmet etmesi gerekirken hizmet bekleyen kurum. Türk, zorluk, zor yaşamlar. Kürt, daha zor yaşamlar… Hayat, yaşamak zorunda kaldığın şey, su gibi, iyidir. Ölüm, günü geldiğinde bineceğimiz sessiz bir gemi…
Köprü romanı Vali Recep Yazıcıoğlu'nun birebir hayatı değil ama o da içine giriyor. Üç kitabım ekrana çıktı hiçbirinden memnun değilim. Ekranın şartları farklı. Dizi olsun diye verdiğinde yapabileceğin bir şey yok. Fakat yine de faydalı, kitap okumama tabusunu bir ölçüde kırıyor.
Çok. Zaten üç tanede kaldım. Kırılgan bir insan değilim ama hiç kimseyi memnun edemiyorsunuz. Yayıncım 'Aylin'de başımız çok ağrıdı, davalar açıldı, Köprü'de böyle olmasın valiye gönderelim' dedi. Valiye, kırmızı kalemle çizin dedim. Nasıl olsa kıpkırmızı gelir ve basmam diyordum, bir hafta sonra geldi, tek bir yerine işaret koymuş. Heykele mermer demişim, o çizip tunç yazmış…
Değilim. Aylin'e 25 sene yayıncı bulamadım, nereye götürdüysem reddedildi. Pek de ümidim yoktu, Remzi Kitapevi'ne sundum yaz, getir dediler. Yazarlığımı bir anlamda Remzi'ye borçluyum. Bana çok iyi davrandılar, el üstünde tuttular. İkinci yayın evim de Everest.
Aramadım, Faruk Bayrak Bey belalı bir âşık gibi peşimden sene-lerce koştu. Çok zayıf bir anımda kabul ettim… Ağır bir hastalık geçiriyordum, annem de çok yaşlıydı, bana bir şey olursa hiç değilse geride anneme bakacak kadar para bırakayım diye avans aldım… Oğlumun yaşında ama bana çocuğuymuşum gibi sahip çıktı.