Bu soruya cevap vermeden önce genel olarak Suriye'ye bir bakmakta fayda var. İki yılı aşkın süredir insani bir dram yaşanıyor. Suriye'deki iç savaşın siyasi ve insani maliyeti, uluslararası sistemin iflas etmesinin bir sonucudur. İnsaf ve adalet duygusu yerle bir edilmiştir. Suriyeli kardeşlerimizin onurlu, özgür ve müreffeh yaşam talebi, bölgesel ve küresel güçlerin iktidar oyunlarına kurban edilmiştir. Kendimizi de katarak söylüyorum: Bu insanlık dramından hepimiz sorumluyuz.
Suriye'de insanlar kitleler halinde katledilirken 'Türkiye'nin Suriye politikası iflas etti, Türkiye yalnız bırakıldı, oyuna geldi vs' tartışmalarını anlamlı bulmuyorum. Bu süreçte kimin hak ve adalet adına hareket ettiği, kimlerin kısa vadeli çıkarları için neler yaptığı ortadadır.
Suriye'de olaylar başladıktan sonra da biz bu tavrımızı değiştirmedik. Esed'e 2011 yılının Ocak ayından ilişkilerimizi dondurduğumuz Eylül ayına kadar dostça ve kardeşçe tavsiyelerde bulunduk. Başbakanımız kendisiyle müteaddit kereler görüştü. Dışişleri Bakanımız pek çok kez Şam'a gitti. Diğer yetkililer temaslar kurdular. 'Bizi yönetim ile halk arasında tercih yapmak zorunda bırakmayın' dedik. Eylül 2011 tarihi itibariyle Suriye'deki ölü sayısı beş bini açmıştı. Bu noktada artık Esed rejimiyle bir şey konuşmanın anlamının kalmadığı ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine ilişkiler donduruldu. Bu tarihten itibaren Suriyeli muhalif gruplar daha yoğun bir şekilde organize olmaya başladılar ve Türkiye'ye geldiler. O zaman biz Kürtler de dahil olmak üzere bütün Suriyeli muhalif gruplara aynı tavsiyelerde bulunduk. Birlik ve beraberlik içinde hareket etmelerini tavsiye ettik ve tek bir Suriye için mücadele etmeleri gerektiğini söyledik.
Türkiye Suriye halkına her zaman bir bütün olarak bakmış, hiç bir grup arasında ayrım yapmamıştır. Beşar Esed'le ilişkilerin iyi olduğu dönemde nasıl etnik ve mezhebi bir ayrım yapılmamışsa, aynı şekilde bugün de bir ayrım söz konusu değildir; Esed sonrasında da olmayacaktır. Türkiye'nin Suriye'de Sünnileri desteklediği iddiası kötü bir rejim propagandasıdır. Türkiye'de ve Batı'da bazı çevrelerin buna inanması hayret vericidir. Bu iddiaları dile getirenler ya sahadaki gerçeklerden haberdar değiller ya da sadece Hükümeti eleştirmek için bu sözleri sarfediyorlar. Bazıları Türkiye'nin Suriye'de El-Kaide bağlantılı grupları desteklediğini iddia edecek kadar ileri gidiyor.
Bu iddiaların birincil kaynağı Şam'daki Esed yönetimi ve onun propaganda makinesidir. Ezbere bu iddiaları dile getirenler bu gerçeğin farkında değiller sanırım. Esed rejimi Suriye devrimini bir mezhep çatışmasına dönüştürmeye çalışıyor. Böylece kendini güvence altına alacağını düşünüyor. Batı'ya 'ben Suriye'de İslamcılara karşı laikliğin teminatıyım' diyor; Araplara 'İsrail'e karşı direniş cephesinin merkezi benim' diyor; Suriyeli Alevilere 'Alevi olduğumuz için Sünniler bize saldırıyor' diyor... Bunların hepsinin aynı anda doğru olması herhalde mümkün değildir ve akıl ve mantık kurallarının dışına çıkmak anlamına gelir.
Türkiye Suriye'de hiç bir grup arasında ayrım yapmaz. 900 kilometrelik sınır boyunca yüzlerce köy ve aile aynı kökü ve geçmişi paylaşır. Bir kısmı sınırın Türkiye tarafındadır, bir kısmı Suriye tarafında. Suriye'de yaşayan Araplar, Türkmenler, Kürtler, Süryaniler ... hepsinin Türkiye ile kadim bağları vardır. Bu bağlar, Türkiye'nin Suriye politikasında merkezi bir yere sahip. Türkiye'nin Suriye'de büyük bedeller ödeme pahasına insani ve ahlaki bir duruş sergilemesinin temel sebebi de günlük siyaseti aşan bu kadim bağlardır.
Evet, Suriye Kürtleri için de geçerlidir. Bütün ortadoğu halkları gibi Suriyeli Kürtler de demokratik, katılımcı, özgür ve müreffeh bir düzende yaşamayı haketmektedir. Bütün Suriye milleti için geçerli olan hak ve özgürlükler onlar için de geçerlidir. Bu yüzden Sayın Başbakanımız Esed'le ilişkilerin iyi olduğu dönemde Kürtlerin vatandaşlık haklarının tanınması ve kimlik verilmesi için teşebbüslerde bulunmuştu. Son iki yılda Suriye'deki bütün muhalif gruplarla temas halinde olduk. Bir Suriyeli Kürt, Abdulbasit Seyda, Suriye Ulusal Muhalefetinin Başkanlığını yaptı. Onunla beraber pek çok Kürt, muhalefetin yönetim organlarında yer aldı.
PYD ile ilişkilere bu arkaplanı akılda tutarak bakmak gerekir. Suriye'nin bütünlüğü içinde Suriye Kürtlerinin kazanımları Türkiye'yi asla rahatsız etmez. Türkiye'de çözüm sürecini yürüten, Kürtler dahil bütün vatandaşlarımızı kucaklayan bir Hükümet, Suriye'deki Kürtlerin varlığından asla rahatsız olmaz. Fakat Suriye'nin birlik ve beraberliğine, bütünlüğüne zarar verecek tutum ve ilişkilere karşı çok dikkatli olunmalıdır. Suriye bir bütün olarak kaybederse, Suriye'de Arabı, Kürdü, Müslümanı Hıristiyanı herkes kaybeder. Kürtler dahil bütün grupların kazanması için Suriye'nin bir bütün olarak kazanması ve felaha çıkması gerekir.
Son günlerde PYD ile yapılan görüşmelerin ana çerçevesi de budur. Bundan önce de PYD ile çeşitli düzeylerde görüşmeler oldu. Bunda şaşılacak bir durum yok. PYD'nin fiili bir durum yaratarak Suriye'nin bütünlüğüne ve Esed rejimine karşı mücadelesine zarar verecek tutum ve davranışlardan kaçınması esastır. Görüşmeler bu manada olumlu seyretmektedir.
Son iki yılda Suriye'de, son bir aydır da Mısır'da yaşanan hadiseler, Ortadoğu'da yeni bir siyaset ve medeniyet tasavvurunu hayata geçirmenin kolay olmayacağını gösteriyor. Suriye'deki kanlı iç savaşta bölgesel ve küresel güç hesapları insan onurunun, özgürlüğün, medeniyet tasavvurunun önüne geçti. Batılı analistler uzun yıllar Arapların demokrasiye hazır olmadığını, otokratik yönetimlerin onlar için iyi olduğunu vs söylediler. Tunus ve Mısır'daki seçimlerden sonra ben şu soruyu sormuştum: Araplar bu devrimler ve seçimler marifetiyle demokrasiye hazır olduklarını ilan ettiler. Asıl soru şudur: Batı, Arap dünyasında demokrasiye hazır mı?
Buna hazır ve istekli olmadıklarını 2006 yılında Filistin'deki seçimlerde, son olarak da Mısır darbesinde gördük. 2006 seçimlerinde Hamas iktidar olunca demokrasiden vazgeçildi. Mısır'da darbeye darbe diyemeyen Batılı demokrasiler hem kendi ilkeleriyle çeliştiler hem de 25 Ocak 2011 Mısır devriminin kazanımlarının sıfırlanmasına neden olan bir sürece destek verdiler. Ne pahasına olursa olsun İslamcı partiler iktidar olmasın, demokratik meşruiyet kazanmasın ve başarılı olamasın diye Mısır'da Mursi'yi bir yılda devirdiler.
Bu darbe Mısır'da uzun vadede çok büyük yaralar açacaktır. Maalesef darbenin kanlı ve kirli yüzünü geçtiğimiz üç hafta içinde gördük. Mübarek Ramazan günlerinde yüzlerce insan hayatını kaybetti. Binlerce insan yaralandı. Siyasi görüşü ne olursa olsun, Mursi yanlısı ya da karşıtı, Mısır'da herkes bu darbe yüzünden kaybetmiştir. Çünkü Mısır'da darbe seçimle işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Mursi'ye ve Müslüman Kardeşlere karşı yapıldı ama asıl kaybeden Mısır'ın daha kuluçka dönemindeki demokratikleşme sürecidir.
Daha da kötüsü şu: Şimdi Mısır'daki müesses nizam Müslüman Kardeşleri majinalize ve radikalize etmeye çalışıyor. Adeta şiddete başvurması için tahrik ediyor. General Sisi'nin yaptığı akılalmaz çağrının ardından 27 Temmuz sabahı yaşanan katliam bunun en somut ve acı göstergesidir. Müslüman Kardeşlerin şiddete başvurması halinde darbeciler yaptıkları işi meşrulaştırmış olacaklarını düşünüyorlar. Darbe karşıtlarının üç haftadır sergilediği direnişi muhtemelen beklemiyorlardı. Bu arada şu noktaya da dikkat çekmekte fayda var. Mısır'da darbe karşıtlarının tamamı Müslüman Kardeşlerin mensuplarından oluşmuyor. Müslüman Kardeşlerin politikalarını eleştiren ama darbenin Mısır'a demokrasi ve istikrar getirmeyeceğini bilen bir kitle de var.
Şunun altını da çizmek isterim. Türkiye Mısır'da herhangi bir grup ya da partinin yanında değildir. Mısır'ı bir bütün olarak görür ve kucaklarız. Son iki yılda Mısır'a verdiğimiz destek bütün Mısır halkının yararı için verilmiştir. Darbeye karşı çıktığı için Türkiye'yi Mısır'da İhvancı olmakla suçlayanlar var. Bu anlamsız ve insafsız bir eleştiri. Darbeye karşı çıkmamızın sebebi İhvanı yahut herhangi bir grubu savunmak değil, Mısır'da 25 Ocak devrimine ve demokratikleşme sürecine destek olmaktır.
İlk planda geçici yönetimin bütün vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlaması gerekiyor. 'Ölenler darbe karşıtı ve Müslüman Kardeşlerden ise önemli değil' gibi bir algı yaratılmak isteniyor. . İkinci olarak Muhammed Mursi'nin, tutuklanan diğer siyasilerle beraber derhal bırakılması gerekiyor. Zira Mursi ve arkadaşları serbest bırakılmadığı müddetçe Mısır sokaklarını dolduran kitleler evlerine dönmeyecektir.
Seçim sürecine giderken keyfi tutuklamaların ve kovuşturmaların olmayacağına dair güvence verilmesi gerekiyor. Bu konuda Arap Ligi ve diğer mekanizmaların devreye girmesi gerekir. Dördüncü olarak açıklanan seçim takviminin hiç bir müdahale olmaksızın uygulanacağına dair bütün siyasi taraflara güvence verilmesi gerekiyor.
Klasik modernleşme paradigması yerini küreselleşmeye bırakınca, yeni güç merkezleri, yeni ittifak sistemleri ve ilişki biçimleri doğdu. Modernleşme döneminde marjinalleştirilen gelenekler, ülkeler ve bölgeler yeni fırsat alanlarına kavuştular; kendilerini ifade etme imkanı buldular. Tarihe ve geleceğe bakış açımız değişti. İnsanlar bir yanda kendi köklerine ve geleneklerine sahip çıkarken, öte yandan kozmopolit bir dünyada yaşadığını görmeye başladı. Bugün bir geleneğe sahip olmakla dünya vatandaşı olmak arasında zorunlu bir çelişki yok.
Ben buna 'tarihin normalleşmesi' diyorum. Zira tarihte bütün büyük medeniyetler, bu iki unsur, yani bir köke sahip olmakla açık bir ufka sahip olmak arasındaki dengeyi kurabilmiştir. Kendi geleneğine ve köklerine dayanarak başka toplumlarla ve kültürlerle ilişkiye girmek, etkilemek ve etkilenmek, aslında insanlığın ortak mirasına katkı sunmaktır. Buradaki temel soru şudur: Farabi'nin 'erdemli toplum' modelini ulusal ve küresel düzeyde hayata geçirebilir miyiz? Ya da Kant'ın 'kozmopolit dünya düzeni' dediği, küresel adaleti esas alan bir değerler ve kurumlar sistemi inşa edebilir miyiz?
Tarihin akışı bu yönde ve biz de çabalarımızı buraya yoğunlaştırmak durumundayız. Küresel vicdanın sesi olmak büyük bir sorumluluktur. Yaşanan hadiselere sessiz kalmamak. Elinizdeki imkanlarla yapabileceğinizin en iyisini yapmak. Daha fazlası için bütün kaynakları harekete geçirmek. Somali, Filistin ve Suriye örneklerinde olduğu gibi.
Avrupa-merkezci modernleşme modelleri, insanlığın varlık ve tarih tasavvurunu tek bir modele indirgemeye ve homojen, tek-düze bir dünya yaratmaya çalıştı. Çoğulcululuğun, kozmopolitliğin, farklılıkların bugün bu kadar benimsenmesinin ve yayılmasının arkasında, modernitenin tek-tipleştirici programına verilen tepki var diyebiliriz. Modernitenin yükselişi Avrupa merkezci bir yükselişti ve dünyanın tek bir merkezden yeniden inşa edilmesi çabasına dayanıyordu. Fakat bu proje derin adaletsizlikleri ve küresel eşitsizlikleri beraberinde getirdi. Öyle ki Avrupa bile (Almanya ve onun karşısında yer alan diğer Avrupa ülkeleri) kendi içindeki yeni güç dengesine razı olmadı ve iki dünya savaşı yaşandı.
Avrupa-merkezciliği aşma yönünde önemli mesafeler alındı. Bugün tarih, kültür, medeniyet, mimari, müzik, estetik, edebiyat, ekonomi, yumuşak güç dediğimizde akla sadece Batı medeniyeti gelmiyor. Heidegger, Foucault, Derrida, Taylor gibi Batılı düşünürler Avrupa-merkezciliğe köklü eleştiriler yönelttiler. Bu sağlıklı bir süreç. Fakat Avrupa-merkezci bakış açısının bütünüyle aşıldığını söylemek henüz mümkün değil. Bu dışlayıcı ve indirgemeci bakış açısına dayanan dünya tasavvuru ve küresel siyaset anlayışı, mevcut dünya düzenini belirlemeye devam ediyor. Biz bile Türkiye'de hala Avrupa-merkezci tarih, sanat, kültür, bilim ve uluslararası ilişkiler anlayışından kurtulabilmiş değiliz. Kendi kavramlarımızı üretemiyoruz, kendi kelimelerimizle düşünmüyoruz.
Fakat artık tarihe yön veren yeni dinamikler var. Bu yeni dinamikler, merkezden değil, çevre unsurlardan geliyor. Nasıl Türkiye'de çevre, merkezi, müesses nizamı, eski Türkiye'yi dönüştürüyorsa, bölgesel ve küresel düzeyde de çevre diye marjinalize edilmiş ya da kontrol altında tutulmuş dinamikler, unsurlar ve aktörler, merkezin ana istikametini belirlemeye başladı. Yeni fikirler buralardan geliyor. Merkezi sorgulayan, yeniden tanımlamaya ve daha adil ve katılımcı kılmaya çalışan aktörlerde yeni bir enerji, farklı bir özgüven var. Bu, küresel düzeyde merkez-çevre ilişkilerinin yeniden kurulması anlamına geliyor.
Evet. Arap halkları uzun bir atalet döneminden sonra kendi tarihlerine ve geleceklerine sahip çıkmaya başladılar. Batı dünyasından ve dünya sisteminden adalet ve saygı talep ediyorlar. Yıllarca neden bir avuç diktatör tarafından yönetildiklerini sorguluyorlar. Kendi geleneklerine bağlı kalarak insan haklarına saygılı, demokratik, özgür ve müreffeh bir siyaset düzeni kurmak istiyorlar. İçe kapanmacı yerelcilikle köksüz batıcılığın dışında bir üçüncü yolun arayışı içindeler.
Suriye'nin felaha ve istikrara kavuşması, eli kanlı Esed rejiminin yerini meşru, çoğulcu ve kucaklayıcı bir yönetime bırakmasıyla mümkün olacaktır. Cenevre II toplantısı bunu hedefliyor ve Türkiye bu konferansa bu yüzden destek veriyor. Ama bu toplantı da diğerleri gibi Esed rejimine zaman kazandırmak için bir bahane olacaksa, hiç bir anlamı olmaz.
Müslüman, Hıristiyan, Sünni, Alevi, Arap, Kürt, Türkmen, Dürzi ve diğer kimlikleriyle Suriye kadim ve çoğulcu Mezopotamya geleneğinin bir devamıdır. Suriye'nin gücü bu zenginliğe sahip olmasından geliyor. Suriye'nin bu tarihi derinliğini dikkate almaya bir siyasi çözümün kalıcı olması mümkün değildir.