|

Batı krizde, Doğu uyanışta Müslümanlar arada

Prof. Süleyman Uludağ, Batı'nın krizde olduğunu, yeni merkezin ise Doğu'ya yani Japonya, Çin, Kore, Hindistan'a doğru kaydığını söylüyor ve “Müslüman halkların bunu dikkate alarak kendilerini hazırlamaları gerektiğini düşünüyorum. Yapamadıkları takdirde bugüne kadar Batı'dan zarar gördükleri kadar, Doğu'dan da zarar görebilirler” diyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 13/11/2011 Pazar
Güncelleme: 00:25 - 13/11/2011 Pazar
Yeni Şafak
Batı krizde, Doğu uyanışta Müslümanlar arada
Batı krizde, Doğu uyanışta Müslümanlar arada
Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olan Prof. Süleyman Uludağ'la yazarı olduğu İslam Ansiklopedisi'nde görüştük. Uludağ, uzmanlık alanı olan tasavvuf tarihi dalının yanı sıra iktisat, siyaset ve toplum bilimine dek birçok alanda telif ve tercüme eserler ve makalelere sahip. Uludağ'la değişen dünya dengeleri içinde Müslüman toplumların durumunu, ahlak sorunumuzu ve geçmişte ülkemizdeki din eğitimini konuştuk.

İslam Enstitüsü'nde dal olarak neden tasavvuf tarihini seçtiniz?

Bunun iki sebebi vardı. Birincisi ben bir tarikat mensubu gibi düşünmüyordum. Bir şeyh vardır, tarikata mensuptur, müritleri vardır. Sohbetlerine katılıp tasavvufi bilgiler alırsınız. O size evrat denilen bir dua sistemi verir, her gün okursunuz. Bu güzel, saygı duyulması gereken bir şey ama beni çeken tasavvuf felsefesiydi. Tasavvufun kendine göre bir epistomolojisi var, bilgi nazariyesi var. Ben kelam, felsefe kadar önemli buluyordum. Üzerinde fazla çalışılmadığını da düşünüyordum. Bu alanın hocası da Türkiye'de yoktu.

Diğer sebep?

Tasavvufun ahlak tarafı benim dikkatimi çekiyordu. Sufilerin ahlaka büyük önem verdiklerini biliyordum. Ben toplumumuzun en büyük probleminin ahlak problemi olduğunu düşünüyorum. Tarihte de böyledir, şimdi de. Ahlaki konuları biliyoruz ama ahlak kurallarına samimi olarak bağlı değiliz. Dürüstlüğümüzde problem var. İş ahlakı, siyasi ahlak, ticari ahlakta Avrupa bizden daha iyi durumda. Avrupa'da alışveriş yapacaksanız Mısır'dakinden, Türkiye'dekinden daha güvenli alışveriş yapabilirsiniz. Kandırırlar, yanlış mal verirler endişesi taşımazsınız.

AHLAKİ GEVŞEME TARİHTEN SİLER

Peki neden inancımız bu değerleri bize kazandırmıyor?

Bilgi olarak bu ahlakı bize veriyor. Biliyoruz ama yaşam tarzına dönüşmüyor. Bunun çok çeşitli sebepleri var. Tarih içinde toplumlarda ahlaki gevşemeler oluyor. Bu gevşemeler çürüme noktasına gidince toplum devletini, kültürünü kaybediyor. Bu şekilde tarih sahnesinden silinen kavimler var. Ahlaki çöküntü böyle bir şeydir. Müslüman toplumların gerilemesi de ahlaki zafiyete bağlıdır. Bu 600 - 700 yıllık bir dönemdir. Osmanlı'nın son üç asır gerilemesini de geniş ölçüde ahlaka bağlıyorum.

Her şey ahlaka mı bağlı?

Değil ama ahlaki zafiyetin büyük tesiri olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet sisteminin istenileni vermemesinin sebebi de yeteri kadar, dürüst bir ahlaka sahip olmayışımız. Günümüzde de büyük ölçüde sorunumuz bu. Son aylarda Arap Baharı'nda bahsediliyor. Suriye'de, Libya'da, Yemen'de, Mısır'da o kadar kişi öldü. Kendi milletiyle savaşan, kendi halkına kurşun sıkan bir ülkede siyasi ahlak olabilir mi? Siyasi ahlak olsa bunlar olmazdı. Hak hukuk insan hakları konularında sorun olmazdı. Bu gelişmeler de ahlak eksikliğini gösteriyor.

EKSEN DOĞU'YA DOĞRU KAYIYOR

Siz bugünün şartlarında insanlığa sunulabilecek bir model peşindesiniz. Müslümanların günümüzdeki tavrı ne olmalı?

Müslümanları 'Avam' ve 'Havas' olarak ikiye ayırmak lazım. Avam sıradan Müslüman, Havas Müslüman aydınları, seçkinleri, elitleri, entelektüelleridir. Eğer toplumda bir gerileme varsa, arzu edildiği gibi iyi değilse Havas sorumludur. Bu kesim eskiden beri devam eden bir kültürün mirasçıları ancak o kültür Batı kültürüne göre geri kalmış. Biz gerilerken Avrupa ilerledi. Müslümanlar nasıl oldu da geriledi konusuna çok mesai harcanmıştır. Bazıları da İslam toplumlarının gerilediğini hala kabul etmez ilim, fikir adına. Bu gerilemenin sebebi birden fazladır; iktisadidir, dinidir, siyasidir, teknolojiktir. Bazıları az bazıları çok etki eder. Geri kalmada her kesimin etkisi olmuşsa, tersinden bakarak kalkınmada da bütün kesimlerin etkisi olmalı. Sadece bir yeri ıslah etmekle olmaz. Herkesin üstüne düşeni yapması lazım. Sağlıklı bir yönetimin iş başında olması, diğer toplumsal kurumların da siyasi mekanizma ile işbirliği içinde olması lazım. Ben kalkınmanın manevi temellerinin de din ve ahlak olduğu kanaatindeyim. Bir insan dürüstse, ahlaklı ise, üzerine düşeni yapıyorsa, bir ideali varsa toplumla ilgili, hangi kesimden olursa olsun ihtiyaç var. Toplumun ilerlemesi buna bağlı.

Şimdi dünyada dengeler nasıl kuruluyor?

3-4 asırdır Batı'nın üstünlüğünden şikayet ediyoruz ama şimdi biraz Doğu'ya doğru da kayıyor eksen. Sadece Batı değil bir Japon meselesi var, Çin ilerlemesi var, bir milyar nüfusu geçen Hint meselesi var. Bunların hangi noktaya geleceklerini tahmin etmek kolay değil ama orada bu gelişmeler olurken Batı'da bir takım krizler, Amerika'da bazı çözülmeler oluyor. Onlara da dikkat etmek lazım. Çözülme ve ilerleme kısa bir dönemde olmaz. 100 - 300 sene alabilir. Müslüman toplumlar ikisinin arasında kalıyor.

ARADA SIKIŞMAYALIM

Yani Müslüman toplumlar hem Doğu hem Batı'ya dikkat etmeli diyorsunuz.

Batı krizden çıkacak mı çıkmayacak mı bilmiyoruz. Kriz emareleri göstermeyen Çin, Güney Kore, Hindistan, Japonya var. Ama Batı bunların gelişmesini yine engelleyebilir. Kehanette bulunmak istemem ama tarih felsefesi açısından bir yerde doğup, büyüyen, gelişen medeniyetin belli bir ömrü olur. Mısır'da 3000 sene varlığını devam ettiren bir medeniyet kurulmuş ama daha sonra ortadan kalkmış. Bugünkü medeniyetlerin de kalıcı olduğunu düşünmüyorum. Amerika da Avrupa da sonsuza dek var olacak değil. Bir medeniyet gerilerken, başka bir medeniyetin ortaya çıktığını görüyoruz tarihte. Bunun tekrarlanması mümkün. Endonezya'dan Fas'a kadar Müslüman halkların bunu dikkate alarak kendilerini hazırlamaları gerekiyor.

Nasıl hazırlayacaklar?

İstikrarlı bir yönetim, insan haklarına saygılı bir toplum yapısı, fertlerinde ahlak şuuru hakim olan bir eğitim sistemi ve bir dindarlığa ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Bunu yaptıkları oranda Batı ve Doğu arasında sıkışmış bir toplum olmaktan kurtulurlar ve itibarlı şerefli bir toplum haline gelirler. Bunu yapamadıkları takdirde bugüne kadar Batı'dan zarar gördükleri kadar, Doğu'dan da zarar görebilirler. Onların baskısı altında kalabilirler.


İbn-i Haldun'la ilk karşılaşmanız nasıl oldu?

Çorum'dayken Ankara İlahiyat Fakültesi'nin çıkardığı bir dergide hakkında yazılan birkaç yazı okumuştum. Kitabını aradım, bulamadım. Samsun'dan Çorum'a okula gelenlerden Mukaddime'yi istedim. Alıp getirdiler. İlk öyle tanıştım. Hocalarımdan Muhammed Tanci de İbn-i Haldun'un bir kitabını yayınlamıştı. Mukaddime üzerinde de çalışıyordu. Ömrü yetmedi, çalışmaları yarım kaldı.

Siz neden Mukaddime'yi yayınladınız?

Çünkü Mukaddime'nin iyi bir edisyon kritiği, ilmi bir neşri yoktu. Osmanlı zamanında Pirizade tercüme etmişti. Sonra Zakir Kadiri Ugan tarafından çevrilmişti. İçinde bablar eksikti, başka bazı eksiklikler vardı. Her tercüme gibi benim tercümemin de tenkit edilecek tarafları vardır ama ben geniş bir giriş ve şerhler yazdım. Daha sonra ikisinin de faydalı olduğunu gördüm. Çünkü İbn-i Haldun'un anlaşılması için ön bilgilere ihtiyaç var. Sosyoloji kültürü, tarih kültürü, felsefe kültürünün olması lazım. Ben de ilk okuduğumda zorluk çekmiştim. O eksikliği gördüğüm için giderdim. Sati al-Husari isimli bir Osmanlı aliminin “Dirasat'an Mukaddimeti İbn Haldun” kitabını da tercüme ettim. Önce onu okuyanlar İbn-i Haldun'u daha iyi anlarlar.

Bu kadar üzerinde çalıştıktan sonra İbn-i Haldun'u kendinize yakın buluyor musunuz?

Kendime en yakın bulduğum müelliflerden biri Gazali. Geniş ölçüde düşüncelerini paylaştığım, takdir ettiğim, hayran olduğum bir alim. Diğeri İbn-i Haldun, dini ilimlerden ziyade sosyal ilimler, tarih felsefesi, kültür, medeniyet ve sosyoloji bakımından önemlidir. Mukaddime'yi tekrar tekrar okumam toplum hakkında daha derli toplu bir fikir sahibi olmama, tarih hakkında daha düzenli bir fikir sahibi olmama yol açtı. İşin sosyal tarafını öğrenmek dinimize bakış açımızı da etkiliyor.


Arap Baharı'nı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son zamanlarda “İslam'ın uyanışı” diye bir şeyden bahsediliyor. Demek ki eskiden uyuyorlardı. Araplar ise buna “İslam'ın kendine gelişi” diyorlar . Bir yenileşme teşebbüsü var. Benzeri hareketler İran'da, Mısır'da, Hindistan'da da var. Bunlar devletlerin başındaki otoriter despot diktatör sistem nedeniyle tam manasıyla faydalı olmadı. Şimdi Arap Baharı adı altında bahis konusu edilen şeyler bu sistemlerin yıkılmakta olduğunu gösteriyor. Kuzey Afrika'da, Yemen'de, Suriye'de de ne olacak göreceğiz.

Fakat yeni yönetimlerin eskisinden çok da farklı olmadığı söyleniyor?

Yeni bir idare geldiğinde dünden bugüne çok şey değişmez ama bu bir hamledir. Yeni hamle-lerle bunların tamamlanması, daha özgürlükçü, daha insan haklarına saygılı, halkıyla daha ir-tibatı olan yönetimler olması lazım. Demokrasi o değil mi? Türkiye'de halkın seçtiği iktidar, çok engellendiği halde adım adım bu noktaya geldi. Bu engellemeler nedeniyle programını tam olarak gerçekleştirememesine rağmen Türkiye dünyada itibarı olan, ekonomisiyle hatırı sayılır bir ülke haline geldi. Çok değil 10 sene evvel Yunanistan gibi kriz içindeydik. Biz 10 senede bu hale geldik. Mısır'da daha bir sene oldu, Libya'da daha 1 ay olmadı. Eğer istikamet hürriyet, insan hakları, demokrasi ise diktaya, despotizme karşıysa, bu yolda inşallah mesafe alınır ve Müslümanlar kendine gelir diye düşünüyorum. O yüzden Arap Baharı'nı iyiye alamet olarak alıyorum.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra o bölgedeki Müslüman toplumlara da ziyaretler yaptınız değil mi?

SSCB döneminde gitme imkanı olmayan bölgelere gittim. Daha önce gitseniz bile istediğiniz yere gidemez, istediğiniz şeyi göremezdiniz. Sovyetler dağıldıktan sonra bu imkan doğdu. Her entelektüel Müslümanın orayı görmeyi istediğini düşünüyorum. Bir Müslüman olsun da Buhari'nin yazıldığı Buhara'yı görmek istemesin. Bir Semerkant'ı, Taşkent'i görmek istemesin. Bunlar eski kültür merkezleriydi. Osmanlı kültürü de buralardan getirildi. Kafkasya'da, Balkanlar'da komünistlerin 100-150 sene içinde ne yaptığını görmek istiyordum. 1992'de bir ay Gürcistan'dan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Sovyet Federasyonu'nu gezdim. Ben değişmemiş halini gördüm yazdım. Sonra değişmiş halini de gördüm. Onları da başka bir kitapta yayınlamayı düşünüyorum. Bu kitapta Müslümanların başka ülkelerin hakimiyeti altına girmesi, Rusların Orta Asya'da, Kafkasya'da Müslümanların idarecileri olma sebepleri nelerdir, neticeleri nelerdir görülebilecek. Hâlâ olumsuz etkileri sürüyor. Onların bıraktığı bir cahillik, bir ezilme tortusu var. Siyaset tecrübesi yok. Problemler devam ediyor.


Çocukluğunuz Amasya'da geçmiş...

Amasya'nın Akyazı köyünde. 1937 doğumluyum. İlkokula 10 yaşında başladım ve son iki senesini okudum.

Neden? Öğretmen mi yoktu?

Bizim köyde okul da öğretmen de vardı ama 7 yaşına gelen çocukları köy hocasına gönderirlerdi. Hoca caminin bitişiğindeki bir odada Kur'an okumayı öğretirdi. Ben de oraya gidip Kur'an okumayı, tecvidi, Siretünnebi, Ahmediye gibi harekeli yazıları öğrendim. Birkaç kere hatim indirdim. Yani eski yazıyla yeni yazıdan önce tanıştım. Rakamları, alfabeyi biliyordum. İlk zaman biraz zor oldu ama arayı kapattım.

Din eğitiminin yasak olduğu bir dönemde doğmuşsunuz. Nasıl böyle bir eğitim alabildiniz?

Türkiye'nin her yerinde değil ama bazı yerlerde yasağa rağmen din eğitimi verilebiliyordu. Devlet yasağı köylerde denetleyemiyordu. Köye bir devlet yetkilisi gelirse o gün tatil edilirdi. Fiilen, yer yer, eski eğitim devam etti. Karadeniz Bölgesi'nde Çaykara civarında ve Güneydoğu'da medrese sistemi gizli gizli sürdü. Devlet bunlara bazen göz yumdu, bazen onlar kendilerini gizledi. Bu iki bölge bu bakımdan enteresandır.

Asıl adınız Osman'mış. Doğru mu?

Okulu bitirdikten sonra, babam ideolojik eğitimi nedeniyle Köy Enstitüsü'ne gitmemi istemeyince köyün işlerinde çalışmaya başladım. Elime geçirdiğim birkaç kuruşla Ahmet Hamdi Akseki'nin İslam Dini, Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali, Bostan Gülistan, Kelile ve Dimne, Said Nursi'nin risaleleri gibi kitapları alıyordum. O zaman İmam Hatip Konya'da vardı. Okumak istiyordum ama maddi durumumuz müsait değildi. Çorum'da 1953'te İmam Hatip açılmış ama haberimiz olmadı. Duyunca 3 arkadaş Çorum'a gidip kaydolmaya karar verdik. 16 yaşımı geçtiğim için kayıt yapmadılar. Kardeşim Süleyman askere gitmek istiyordu. Nüfus cüzdanlarımızı değiştirdik. Ben 16 yaşıma inmiş oldum, okula kaydoldum o da askere gitti. Böylece adım Osman Uludağ iken Süleyman Uludağ oldu. Halen o nüfus kağıdımı kullandığım için 40 doğumlu gözüküyorum.

O yaşa kadar Osman ismini kullanıp sonra Süleyman olmak zor olmadı mı?

O zamandan beri 2 isim kullanıyorum. Köyde hâlâ bana Osman derler. Çorum'da Süleyman oldum. Birçok insanın 2 ismi var. Bu da benim için 2. isim oldu. Başta tam sahip çıkamadım. Süleyman deyince acaba kime hitap ediliyor diyordum. Sonra alıştım. 2 sene İmam Hatip'te okudum. Sonra vakıf yurduna geçtim. 5 sene parasız okudum.

Aradığınız eğitimi buldunuz mu?

Bulduğumu söylemem çok zor. Ben epey din bilgisine sahiptim. Kültür derslerine giren hocalarımız Eğitim Enstitü'lerinden gelmişti. Meslek dersi öğretmenleri de yoktu, eski hocalar derse girerdi. 1953'te Ankara İlahiyat'tan mezun olup gelen hocalar da Kur'an-ı Kerim'i okumayı bile bilmezdi.




12 yıl önce