|

Bingöl'deki saldırıyı Öcalan bilmiyordu

20 Mart 1993'te başlayan ateşkes, 25 Mayıs 1993'te Bingöl'de 33 erin öldürülmesiyle sona erdi. Cengiz Çandar o günü şöyle anlatıyor: “Eylemin olduğu gün Kamran Karadagi'yi aradım. Karadagi bana, 33 erin öldürüldüğü haberi geldiğinde Öcalan'ın yanında olduğunu ve onun çok şaşırdığını söyledi.”

Murat Aksoy
00:00 - 21/12/2009 Pazartesi
Güncelleme: 23:35 - 20/12/2009 Pazar
Yeni Şafak
Bingöl'deki  saldırıyı Öcalan  bilmiyordu
Bingöl'deki saldırıyı Öcalan bilmiyordu



Tarih tekerrürden mi ibarettir? Son 10 gündür en çok cevabını aradığımız soru bu. Başbakan Erdoğan ABD Başkanı Obama ile görüşmesine bir saat kala Tokat'ın Reşadiye İlçesi'nde 7 askerin öldürülmesi sonrasında yaşananlar 1993'te kaçan barış şansını hatırlatıyor. Cengiz Çandar ile hem o günleri hem de demokratik açılımın geleceğini konuştuk.


Şuradan başlayalım. Tokat'ın Reşadiye İlçesi'nde 7 askerin öldürülmesi 1993'te Bingöl'de 33 erin şehit edilmesiyle benzerlikler taşıyor, ne dersiniz?

Evet, zamanlama, olayın üstlenilme biçimi ve sonuçları açısından benzerlikler görünüyor. Tokat'ta 7 asker öldürülünce bunun provokasyon olduğunu hükümetten de DTP'den de insanlar söyledi. Bence PKK'nın bu olayı üstlenmiş olması, bunu provokasyon olmaktan çıkarmıyor.

1993'e gidelim. Siz Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın danışmanıydınız. Arabulucu olduğunuz söylendi. Gerçekten öyle mi?

Arabulucu değildim. O dönem Kürt meslesinin çözümü üzerine Turgut Özal'la kafa yoruyor, konuşuyorduk. Danışmanlık yapıyordum kendisine. Cumhurbaşkanı Özal kafasındaki bazı konuları paylaşıyordu. 1993 Şubat sonu-Mart başı, o günlerde Abdullah Öcalan'ın ateşkes ilan edeceği bilgisi bana kendisiyle Şam'da görüşmekte olan Celal Talabani üzerinden geldi. Turgut Özal'ı haberdar etmemi istedi. İhtiyat payını elden bırakmamak için “Öcalan böyle diyor, ama ben ona kefil değilim. Sayın Cumhurbaşkanı'na iletiver” notunu da ekledi. Öcalan'ın ateşkes ilanını benim de aralarında bulunacağım 3 kişiye yapacağı bana bildirildi. Özal'a Talabani'den gelen notu aktardım. Turgut Bey herhangi bir heyecan emaresi göstermedi. “İlan etsin de görelim bakalım” diye geçiştirdi. Gittiğim vakit, Abdullah Öcalan ile özel görüşme tasarladığımı, dönünce kendisine bu görüşmeyi izlenim olarak nakledeceğimi söyledim. Özal, o konuda da “Git görüş” demedi. Hiçbir şey söylemedi. Daha sonra o konuda spekülasyon yapıldı, Özal'ın Öcalan'la görüşmek için beni görevlendirdiği öne sürüldü. Ama öyle bir şey yok. Öcalan ile özel görüşme benim girişimimin sonucuydu. Tabii, Öcalan o görüşmeyi Turgut Özal'a aktaracağımı bilerek konuştu.

ÖZAL'IN PLANI KADEMELİ AFTI

Nedir edindiğiniz izlenim?

Ateşkesin ilan edildiği o basın toplantısının bir 15-20 dakika sonrasında, Öcalan ile 40-45 dakika konuştuk. Hep o konuştu demek daha doğru olur. Öcalan Suriye istihbaratıyla sıkı fıkıydı ve onun kontrolü altındaydı. O gün onunla konuşmamdan benim aldığım izlenim, -ki, bugün de baktığımızda bunda bir değişiklik yok- Öcalan'ın Türkiye ile ilişkide, Türkiye siyaseti içinde önemli bir aktör olarak yer almak istemesiydi. O gün, ateşkesle başlayacak sürecin sonunda Öcalan'ın Suriye ile bağlarını gevşeterek Türkiye'ye gelmenin yollarını aradığı izlenimi edinmiştim. Öyle sezmiştim. Bu izlenimimi Özal'a aktardım.

Özal'ın Kürt sorununu çözmek için planı neydi?

Kafasında kademeli bir af planı vardı. Elinde silah olsa dahi, doğrudan silahlı çatışmaya bulaşmamış bütün PKK'lıların afla toplumsal ve siyasal hayata kazandırılması ilk adımdı. Biraz bugünlerde konuşulanlara benziyor. PKK'nın başta Abdullah Öcalan da dahil olmak üzere lider kadrosunun da ikinci kademede af kapsamına alınması düşüncesi vardı. Çünkü lider kadro affa dahil edilmez ise, affın uygulanmasının, yürümesinin mümkün olamayacağını düşünecek kadar gerçekçiydi. Öcalan dahil, PKK lider kadrosunun 5 yıllık bir süre sonunda “suç işlemedikleri” takdirde affedilmesi, affın ikinci kademesiydi onun kafasında.

Fakat bütün bunların konuşulabilmesi ve olabilmesi için de silahlı çatışma ortamının durması gerekiyordu herhalde...

İşte 1993'te ve öncesinde bir dizi temas, silahları susturma amacına yönelik yapıldı. Celal Talabani, ateşkes için büyük gayret gösterdi. Abdullah Öcalan'ı ateşkese iknaya çalıştı. Sonuç olarak, 16 Mart 1993 tarihinde Lübnan'ın Bar Elias kasabasında Abdullah Öcalan kalabalık bir basın topluluğu önünde tek taraflı olarak bir aylık ateşkes ilan etti. Silahlar da gerçekten sustu. Sürenin sonu yaklaşırken, ben Celal Talabani'ye Öcalan'ın ateşkesi mutlaka şartsız ve süresiz olarak uzatması gerektiğini, böylece Turgut Özal'ın elinin güçleneceğini söyledim. Talabani'den Öcalan'ın ateşkesi ön şartsız ve süresiz olarak uzatacağı bilgisini alınca, durumu Turgut Özal'a bildirdim. Öcalan'ın, ateşkesi ön şartsız ve süresiz uzattığını yine Lübnan'da açıkladığı gün, Turgut Özal öldü!

BİNGÖL ATEŞKESİ BİTİRDİ

Bu çatışmasızlık sürecini bitiren 33 erin şehit edilmesi mi oldu?

Evet, kanlı bir dönemden sonra, gayet kırılgan; ama iyi-kötü tutan bir ateşkes sözkonusuydu. 17 Mart'tan 25 Mayıs 1993'e 2 aylık bir süre, büyük çaplı ne askeri operasyon oldu ne PKK eylemi. Bir şekilde çözüm arayışının iklimi oluşuyordu. Özal'ın 17 Nisan'da ölümünden sonra, daha kırkı çıkmadan 25 Mayıs 1993'te Bingöl-Elazığ yolunda 33 asker şehit edilince çöktü ve 1999'a dek kan gövdeyi götürdü.

PKK bunu nasıl üstlendi?

Olayı öğrendiğim gün Londra'da yayımlanan El Hayat Gazetesi'nin Kürt dünyası uzmanı olarak bilinen ve kendisi de bir Iraklı Kürt olan, dostum, Kamran Karadaghi ile konuştuk. Şam'daydı. Bu olayın ateşkesi bitireceğini, ayakta tutmanın imkânsızlığını bir gözlem olarak söyledim. Karadaghi bana, 33 askerin şehit olduğu eylem haberi kendisinin Öcalan'ın Şam'daki evinde görüşme halinde iken aldığını ve Abdullah Öcalan'ın haber geldiğinde çok şaşırdığını, belli ki haberi olmadığını ve evde bulunan PKK yetkililerinden Cemil Bayık'a dönerek “Nedir bu?” diye sorduğunu anlattı. Ben de bunu duyunca, “O zaman bu eylemi şiddetle kınasın, kendisinin bir ilgisi olmadığını açıkça söylesin. Belki pamuk ipliğinde duran ateşkes sürecinin devamı için küçük de olsa bir şans doğabilir” dedim. Ama ertesi gün Öcalan olayı üstlenen sert bir açıklama yaptı ve Türkiye'yi suçladı. Bunun üzerine ben Celal Talabani'yi aradım, “Bu nedir; hani haberi yoktu. Bu ne biçim açıklama” kaabilinden bir şeyler söyledim. Talabani o zaman bana, Öcalan'ın kendisine “Bu eylemi üstlenmeseydim, örgüt tabanı üzerindeki kontrolümü kaybederdim” diye cevap verdiğini bildirdi. Geçenlerde Kemal Burkay'ın Cihan Haber Ajansı'na verdiği ve Yeni Şafak ile Zaman'da yayımlanan mülakatta, bu konuda anlattıkları -o da o sırada Öcalan'la konuşmuş ve onun 33 asker olayından haberi olmadığını söylüyor- bana aktarılan o güne ait bilgilerle örtüşüyor.


Demokratik açılım sürecinde neredeyiz şu anda?

Öncelikle hükümet büyük ve samimi bir adım atmıştır. Ama hükümetin bu süreci iyi ve doğru bir şekilde yönetecek ideolojik donanımı ne kadar var, bu şüpheli. Bir de muhalefet partilerinin buna karşı çıkacağını herkes tahmin ediyordu ama işi bu kadar tehlikeli raddelere vardıracak kaskatı bir direnç göstereceklerini beklemiyorduk. En azından ben beklemiyordum. Bu tavırların, Türkiye'de Fırat'ın Batısındakilere olumsuz izdüşümü oldu. Sonuçlarını, İzmir'de, Bayramiç'de, Mersin'de gördük. İş tehlikeli boyutlara taşınmaya başladı. Toplumsal çatışma filizleri belirdi. Bu tehlikeli.

Neyi yapamadı hükümet?

Hükümet, bence, Açılım'a toplumsal kesimleri dinlemekle başlayarak iyi ve doğru bir adımla başladı. Ama yapılmayan hükümetin bazı konularda hızla adım atılmamasıdır. Bakıyoruz birçok konuda retorik var pratik yok. Retorik, siyasetin yerini alamaz.

Bundan sonra ne yapmalı?

Demokratik açılım konusunda kararlı ve ısrarlı olduğunu sık sık ifade etmeli. Ve iktidar partisinin il teşkilatından ilçe, mahalle teşkilatına kadar bunun zorunluluğu anlatılmalı. Yani partinin tüm organları bu süreç için seferber edilmeli. AK Parti demokratik açılım müfrezeleri kurmalı. Söylemle değil tabanda, sahada 24 saat bu açılıma ivme vermesi lazım. Bu süreç, demokrat ve liberal güçleri de açılım konusunda yeniden harekete geçirir. Tabii ki, içeriği “Kürt Açılımı” olan Demokratik Açılım, Kürtlersiz olmaz. Başbakan, “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” de diyor. Kimlerle kardeşlik? Kürtlerle. Türklerin Kürtlerle. Sürece Kürtleri de aktif biçimde dahil etmek gerekiyor.

KÜRTSÜZ ÇÖZÜM OLMAZ

Nasıl olacak bu?

Hükümetin yasaklanmış DTP'nin milletvekilleri ve yeni kurulacak parti ile DTP'den yıllarca esirgediği diyalogu TBMM zemininde kurması önemli. Meclis dışındaki Kürt kanaat önderlerini, STK'ları bir şekilde sürece yeniden dahil etmeli. Belki bir sürekliliği olan bir Kürt Çalıştayı başlatmalı. Tabii bir de PKK meslelesi karşımıza çıkıyor. İmralı, Kandil ve Avrupa'daki merkezlerlerle, doğrudan muhatap alarak görüşmek şu aşamada söz konusu olamaz ise de, bunun da bir yolu bulunarak temaslara girilmesi gerekiyor. Onları sorunun tarafı olmaktan, çözümün parçası olmaya doğru çekmek gerekiyor.

Muhalefet hâlâ sürecin durdurulmasını istiyor…

Bu iki parti çok tehlikeli bir oyunun parçası haline geldiler. Oyun teorisinde “Sıfır-Toplamlı Oyun” denilen oyunu oynuyorlar ama bu oyun Türkiye'yi bölmeye götürür. O yüzden siyasi yelpazeye bakıldığında şu anda CHP, MHP siyasi söylemlerinin tam aksine “bölücülük” ateşine odun taşıyorlar. CHP ve MHP sürecin AK Parti'ye yarayacağı için karşı çıkıyor. AK Parti'nin kazançlı çıkacağı bir durumu, kendi ağır kayıpları olarak algılıyorlar. O yüzden, AK Parti'ye mutlaka kaybettirecek bir siyaset kurguluyorlar. Diyelim süreç bitti ve AK Parti kaybetti ama kaybeden tüm Türkiye olacaktır. Budan sonra CHP ve MHP'ye de ihtiyaç kalmaz.


Bingöl'de 33 erin şehit edilmesi ile Tokat'ta 7 askerin öldürülmesi birçok açıdan benzeşiyor…

Evet, iki olay arasında benzer yönler var. 33 askerin pusuya düşürülmesi o zamanki, 1993'teki çözüm arayışları yönünde atılan adımların durmasına, bıçak sırtında olan ateşkesin sona ermesine yol açtı.

Zamanlamasından başlayalım…

Tokat-Reşadiye saldırısı ne zaman oldu? Başbakan Erdoğan'ın, ABD Başkanı Obama ile görüşmesinin bir saat öncesinde. Nedir o ziyaretin gündemi; Türkiye sadece bölgesinde değil, dünyada önemli bir güç merkezi haline geliyor. Görüşmede birçok gündem maddesi ve bunlar eskiden olduğu gibi ikili ilişkilerin dar sınırları içinde değil. Afganistan, İran, Irak, Pakistan, Rusya, enerji transit yolları ve güvenliği; dünya gündeminin ön sıralarındaki konuları görüşecekler. Tokat'ta 7 askerin öldürülmesi Başbakan'ın Beyaz Saray ziyaretinin üzerine gölgesini düşürdü. Eylemin ardından üç gün ses çıkmadı. Nedense üstlenen çıkmadı. Üç gün sonra PKK üstlendi. Üstlenme tarzı 1993'deki Bingöl-Elazığ arasında şehit edilen 33 asker olayına benziyor. Öcalan'ın Bingöl'den haberi yok. Olayı ertesi gün üstleniyor. Tokat'taki eylemin de merkezi kararla olduğu kuşkulu. PKK ana karargâhı adına yapılan ve olayın üstlenildiği açıklamada, merkezi karar olmadığı, otonom bir birimin yaptığı ileri sürülerek, saldırı üstleniliyor. Ve ne tesadüf, tam bir ertesi günde, DTP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyor. Bütün bunları birleştirdiğinizde bu olayı PKK yapmış da olsa, ki yapmış, olayın provokasyon niteliği ortadan kalkmış olmuyor. Ama benim gözlemlerim bunun bir dış boyutu olma ihtimalinin yüksekliği.

Nasıl yani?

Türkiye Tokat'taki saldırı öncesinde dünya gündeminde önemli bir aktörken, o olaydan ve DTP'nin kapatılmasuıından sonra iç sorunlarına döndü. Uluslararası bir aktörden, kendi içindeki toplumlar arasındaki sorunlara boğuşan, istrikrarsızlaşma eğilimi olan bir ülke görüntüsü vermeye başladı. Özal'ında kastetiği buydu. Türkiye 21.yy'da dünyanın en önemli, 10-15 ülkesinde biri olabilir, bu potansiyel var ama bunun gerçekleşmesi için Kürt sorununun çözmemiz lazım. Bugün AK Parti hükümeti tarafında da yapılmak istenen bu. Üstelik bu kez Türkiye'nin eli daha da güçlü. İşte tam bu sırada Tokat olayı oluyor. Ardından manzaraya bakalım. Dolapdere, Muş…


Şartsız ve süresiz ateşkes ilan etmiş PKK, neden Bingöl'ü üstlensin?

Ben olayın arka planında ne olduğunu o dönemde kurcalamıştım. Eylemi PKK üstlenmişti; ama PKK'nın kendi ilan ettiği ateşkesi sona erdirecek böyle bir eyleme niye kalkıştığının mantıklı bir cevabı olmalıydı. Benim aklımdaki soru, bunun arkasında bir dış güç olup olmadığıydı.

Sonuç?

Olayı araştırdığımda, isim açıklamayayım; ama çok üst düzey ve iyi haber kaynaklarına sahip oldukları varsayılan Kürt şahsiyetlerin -Türkiyeli değiller- bana söyledikleri şu idi: “Ya Suriye istihbaratının ya İran istihbaratının ya da ikisinin müşterek işi”. Malum, Suriye ile İran arasında gayet yakın, bir eksen olarak nitelenen özel bir ilişki o dönemde özellikle söz konusu. Gerekçe olarak, “Çünkü” dendi; “16 Mart 1993'te Öcalan'ın ateşkes ilanından Suriye istihbaratı pek hoşlanmadı. Öcalan'ın kendi kontrollerinden yavaş yavaş çıkarak Türkiye'ye yönlenebilmesi ihtimali hoşlarına gidecek bir şey değildi. Oysa, Öcalan ve PKK'yı Türkiye'ye karşı bir koz olarak cepte tutmak istiyorlardı. Hafız Esad Suriye'sinden söz ediyoruz. Dolayısıyla, ateşkesle başlayabilecek bir sürecin önünü kesmek istediler.” Keza İran. Türkiye ile arasındaki, bütün normal; hatta yakın ilişkilere rağmen, İran, bölgede kendisine rakip bir potansiyel güç merkezi olarak Türkiye'yi istemeyeceği gibi gerekçeler, akıl yürütme ve analizlerle, bana söylenen ya biri ya diğeri ya da her ikisi birden bu olaya dâhil olmuş olabileceğiydi. Eylemi PKK'lılar yapmış olabilir; ama siyasi sonuçları hesaplanarak ve arzulanarak, kararın alındığı asıl yer neresi? İşin o kısmı önemli.

ZAMANANLAMASI DÜŞÜNDÜRÜCÜ

Tokat saldırısında benzer şeyi mi düşündünüz?

Şayet bu varsayım doğru ise Tokat-Reşadiye olayında da, olayın gerçekleştiği tarihten üstlenilmesine kadar aradan geçen 3 günlük süre, üstlenen ile merkez arasında uyumsuzluk ve hafta boyu eylem sonrası dönemde meydana gelen gelişmeler, ister istemez bir dış etki olup olmadığını düşündürtüyor. Saldırının uygulanma alanı Türkiye'nin içi; ama eylem kararının alındığı yer anlamında, dış boyutu olması gereken bir senaryo gibi gözüküyor. En azından bunun da düşünülmesinde fayda var.

Nerden böyle bir izlenime kapıldınız?

Ekim ayında Irak'la Türkiye arasında 48 anlaşma imzalandı. Ve bunların ezici çoğunluğu ticari ve ekonomik anlaşmalar. Orada iki hükümet ortak toplantı yaptı. Görülmemiş bir şey. Tayyip Erdoğan Bağdat'ta basın toplantısında, Türkiye ve Irak'a ilişkin olarak “İki devlet-tek hükümet” tanımlamasını yaptı. Başbakan'ın Bağdat ziyaretinden 2 hafta sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Zafer Çağlayan'la birlikte Erbil'e gitti. Bütün bunların önemli sembolik değerleri var. Bağdat'ta imzalanan anlaşmalardan birkaç gün önce Suriye ve Türkiye hükümetlerinin çok sayıdaki bakanları, Halep ve Gaziantep'te müştereken toplandılar, 40 anlaşma imzalandı, vize kaldırıldı. Şimdi nereden baksanız Irak, savaş sonrasında İran'ın nufüz alanına açık bir ülke, keza Suriye'nin yine İran'la özel ilişkisi var. Türkiye'nin gerek Irak ile gerek Suriye ile ilişkilerini böylesine geliştirmesi, bu ülkelerle arasında ekonomik entegrasyonun hedef alınması ve aynı anda Türkiye'de demokratik açılım süreci ve demokratikleşmesi. Türkiye, bir yandan bir “bölgesel güç” ve uluslararası sistemin “etkili bir aktörü” olarak yükselirken, önünde yeni imkânların açılması demek. Türkiye böyle güçlenirken İsrail'le ilişkilerinde ciddi bir dönüşüm geçirdiğine de dikkat etmekte yarar var. Türkiye geleceğe yönelik umut veren bir rotada yol alırken, bir anda karışması, Türklerle Kürtlerin hasım haline gelmeye başlaması, bunun kışkırtılması, sokak çatışmaları vs.; bütün bunların kolayca açıklamak zor. Tokat-Reşadiye saldırısına ilişkin olarak da, bu sıralanan nedenlerden dolayı dış boyut pekala dikkate alınabilir.


Ahmet Türk, milletvekillerinin halkın isteği ve Öcalan'ın uyarısı sonucu TBMM'ye dönmeye karar verdiklerini açıkladı. Ne olacak bundan sonra?

DTP'nin PKK iradesinin ya da İmralı iradesinin üzerine çıkacak bir gücü yoktu. Ömrünün hiçbir döneminde PKK'lı olmamış ve üstelik gayet saygın bir isim olan Ahmet Türk bile birçok konuda farklı düşündüğü halde, düşüncelerini, taktik pozisyonlarını DTP'ye egemen kılamadı. Şimdi DTP'nin yerini BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) alıyor. Kimse hayal kurmasın. BDP, DTP'den farklı olmayacak, İmralı iradesi sürecin o yönüne egemen. Bunu kanıtladı. BDP, açılım sürecinde İmralı ile dolaylı bir temas mekanizması olarak çözüm sürecine katkı sunabilecek, açılımın bir parçası haline getirilebilir.

Esas sorun nedir demokratik açılımda?

Demokratik açılım başladığı anda bunun belkemiği Kürt sorununun şiddetten arındırılması. PKK'nın silahsızlandırılması, medyatik dille PKK'lıların dağdan inmesi. Sorun burada. Yani, 1) Dağa çıkma gerekçelerinin ortadan kaldırılması 2) Dağdan inme şartlarının yerine getirilmesi gerekiyor. Bunu diyorlar ve bunun için de bizle görüşülmesi gerekir diye ekliyorlar.




14 yıl önce