|

Bize yüksek sesli şiir lazımdı oturup yazdım

70'li yıllarda “İslami bir devlet” kurma idealini taşıyan gençlerin dilinden düşürmediği şiirlerin şairi Ömer Özbay, “Mitinglerde, toplantılarda, panel ve konferanslarda katılımcıların coşkusu şiirle sağlanırdı. O 'yüksek sesli şiir' bize lazımdı. Ben bu ihtiyacı karşılamaya çalışıyordum. O günler geride kaldı; yani, benim şiirim görevini tamamladı” diyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 23/10/2011 Pazar
Güncelleme: 02:57 - 23/10/2011 Pazar
Yeni Şafak
Bize yüksek sesli şiir lazımdı oturup yazdım
Bize yüksek sesli şiir lazımdı oturup yazdım
Ömer Özbay, 70'li yılların gençlerinin hala hafızasında olan şiirleri yazan şair. Üstüne düşen görevi üstlenen ancak geride durmayı tercih eden bir adam. İhtiyaç olduğu için şiir yazmaya başladım, diyor ama ondaki şair kumaşını herkes kabul ediyor. Şiirini bilenler çok arzu etse de, 'şiirlerim görevini tamamladı' diyerek yayınlamayı düşünmeyen Özbay, kendisi ve yakın arkadaşları için şiir yazmaya devam ediyor. Başbakanı anlatan Bir Liderin Doğuşu kitabını Hüseyin Besli ile birlikte hazırlayan Özbay, kitabı olmayan şair ya da camiadaki lakabıyla "The Şair" olarak tanınıyor.

Şiir maceranız nasıl başladı?

İmam Hatip son sınıfa kadar şiire, edebiyata fazla ilgim yoktu. Daha sonra Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, Metin Ünal Mengüşoğlu'yla tanıştım ve görüşmeye başladım. Ben ayrı bir mecrada yürüyordum. Onların etkisiyle ciddi biçimde kitap okumaya başladım ve edebiyata yöneldim. 1974'de başladım şiire. O alanda bir boşluk görmüştüm.

Nasıl bir boşluk?

Ankara'da özellikle Nuri Pakdil çevresinde kümelenen genç şair arkadaşlarımız vardı. Keza Mavera dergisinde ve Eskişehir'de Nabi Avcı ve Ahmet Kot yönetiminde çıkan Deneme dergisinde yayınlanan güzel şiirler vardı. Ne var ki okuduğumuz bu şiirler bizi kesmiyordu. O günlerin ideolojik ortamına ve yaşadığımız gerginliğe ayak uydurabilecek sertlikte şiire ihtiyacımız vardı. Bu tür şiirler genellikle sol kesimden çıkıyordu; biz de imreniyor ve “ Niye bizim de böyle yüksek sesli şairlerimiz yok” diyerek hayıflanıyorduk.

Ama şiir yazayım diye oturunca yazılabilen bir şey değil. Yanılıyor muyum?

O günkü ideolojik yapılanmalar içinde bir hissiyat gelişiyor ister istemez. Kavga, sizi içine doğru çektikçe, şiir kendiliğinden geliyor. Bir şeyler söylemek istiyorsunuz. Ben de arkadaşlarımın hissiyatını, ideolojik coşkusunu tamamlayan verdikleri kavgayı destekleyen ve yer yer cesaretlendiren türde şiirler yazmaya başladım. Ne var ki bir süre sonra Nabi Avcı ve Ahmet Kot hariç, o günlerin şiir geleneğini kontrol eden abilerimiz beni çağırıp uyardılar.

Ne için uyardılar?

Bende bir şiir kumaşı olduğunu ancak şiire olan yatkınlığımı ideolojik hezeyanlarıma alet etmemem gerektiğini, şiirin herhangi bir fikre hizmet etmeyecek kadar ulvi ve yüce bir duygu olduğunu; çok istiyorsam son derece müphem olmak kaydıyla ideolojik temayülümü sezdirebileceğimi ve bununla yetinmem gerektiğini söylediler.

BENİM ŞİİRİM GÖREVİNİ TAMAMLADI

Siz ne yaptınız, nasıl karşıladınız bu uyarıyı?

Teşekkür etmekle yetindim. Kesinlikle sanat yapmak gibi bir derdim olmadığını söyledim. Zaten o günlerde adım 'profesyonel şeriatçı'ya çıkmıştı. “Bu heriften bir halt olmaz” deyip ilgilenmekten vazgeçtiler. Ben kendi stilimi bozmadan yoluma devam ettim. Sonraki yıllarda ideolojik tavrımız heyecandan arınıp, daha doğrusu olgunlaşıp mecrasını buldukça benim şiirle olan ilişkim de tavsamaya başlamıştı. Şiirden kopmadım ama yazdığım şiirleri yayınlamamaya karar verdim. Bir bakıma da iyi oldu. Merak eden nasıl olsa bir şekilde ulaşıyor şiirlerime.

Neden böyle bir karar verdiniz?

Ben kendimi hiç bir dönemde sanatçı olarak tarif etmediğim gibi şair olarak tanınma gayreti içinde de olmadım. O günlerde 'yüksek sesli bir şiire ihtiyaç vardı; ben de kendi çapımda bu ihtiyacı karşılamaya çalışıyordum. Misal, Hacı Bayram Camii'nin avlusunda “...sabaha / bir nefes kala/ vurdular kardeşlerimi/ katiller... diye devam eden bir şiir okuyup arkasından dağıttığımız bildirilerle Mehmet Akif'i Anma Gecesi'ne çağırıyorduk. Salonda adım atacak yer kalmıyordu. Mitinglerde, toplantılarda, panel ve konferanslarda katılımcıların coşkusu şiirle sağlanırdı. O “yüksek sesli şiir” bize lazımdı. O günler geride kaldı; yani, benim şiirim görevini tamamladı. Dolayısıyla yayınlanması da gerekmiyor. Dahası, ilerleyen yıllarda şiirlerimin belli bir çevre içinde kapalı devre tedavül etmesi daha çok hoşuma gitti. Ben kendi kapalı devre şiir iletişimimden ziyadesiyle mutmainim. Yazı yazmam gerekiyorsa yazı, şiir yazmam gerekiyorsa şiir yazıyordum. Şimdi de öyle. Üstüme düşen bir görev varsa hep orada oldum. Hemen hemen camiada çıkan bütün dergilerde ya kurucu oldum ya da yazı kurulu üyesi. En uzak kaldıklarıma da yayın danışmanı olarak destek verdim. Yeni Şafak'ın kuruluşunda görev aldım. Zaman Gazetesi'ni bizim arkadaşlar aldığında oradaydım; ama öne çıkmak gibi bir hevesim hiçbir zaman olmadı.

LAKABINI 'THE ŞAİR' KOYDULAR

İleride şiirlerinizi kitaplaştırma gibi bir düşünceniz yok mu?

Düşünmüyorum. Kitabım yok ama dostlar katında da olsa şair olarak bir namım var; o bana yetiyor. Ömer Çelik alenen tescil ve ilan edip son noktayı koydu. Başbakanımızın Mısır ziyaretine katılmıştık. Otelin lobisinde sohbet ederken, laf dönüp dolaşıp benim kitapsızlığıma gelince Ömer Çelik, arkadaşlar “Ben bu işin adını koyayım: Ömer Abi 'The Şair' dir. Kitabı yoktur ama lakabı budur” dedi. İtiraz eden de olmadı.

Şiirleriniz için “Tüm cahili yaklaşımları sorgulayıp, tevhîdi bakış açısına yönelten şiirlerdi” deniyor. Buna her zaman ihtiyacımız yok mu?

O günlerde biz bugün değilse de yarın Dar-ul Harp olarak gördüğümüz Türkiye'yi Dar-ul İslam yapacağımıza inanıyorduk. Ben 26 yaşında 'müesses nizam' tarafından öldürüleceğimi varsayıyordum. Hanıma evlenme teklif ederken de öyle teklif ettim. “Beni 26 yaşımda öldürürler, dolayısıyla geride benden sonra kavgamı sürdürecek bir nesil bırakmak istiyorum. Benimle evlenir misin?” dedim. O benden de gözü kara çıktı, kabul etti. Solcuların da böyle bir özlemi vardı ama onların tabanı yoktu. Şiir yazıyordum ama İslam Hukuku, İslam Ekonomisi üzerine olmadık kitapları ezberlercesine okuyordum. Sanki yarın İslam Devleti kurulacaktı. Bu psikolojiye denk düşen bir şiir ve sanat anlayışım vardı. O dönem değişti, benim şiirim de geri çekildi.

Sırt çantanızı alıp Ortadoğu'daki İslami devletleri incelemeye de gitmişsiniz?

Bahsettiğim Dar-ul İslam özlemiyle model arayışı içindeydik. Libya devrimi olduğunda, Afganistan olayları başladığında oralara giden arkadaşlarımız oldu. İran Devrimi olduğunda gittik, inceledik. Hiç biri bizi tatmin etmedi.

DÖNÜŞÜMÜ ERDOĞAN SAĞLADI

Bu 'radikallik' daha sonra nasıl evrildi?

Tabana Milli Görüş hakimdi. Biz Milli Görüş'ü, Erbakan ve etrafındakilerden dolayı köylülük olarak tanımlıyorduk ve entelektüel boyutunun olmadığını düşünüyorduk. Zaten İslami devlet gibi bir talebi olmadığını öngörüyorduk. Milli Görüş de bir türlü halktan yeterince destek bulamıyordu. Gelişmenin motoru yine İstanbul oldu. Bir taraftan İslami düşünceyi gündeme taşıyan yayınlar artıyor ve yüksek tirajlara ulaşıyorken birtaraftan da İstanbul İl Başkanı olarak Tayyip Erdoğan'ın 'Milli Görüş' geleneği içindeki ağırlığı hissedilir biçimde artıyordu. Tayyip Bey, 1989 Beyoğlu Belediye Başkan adaylığı döneminde Milli Görüş'ün geleneksel siyaset etme anlayışını zorlayan birtakım yenilikleri uygulamaya koymuş, baskılara rağmen kendi doğrularıyla hareket etmekten vazgeçmemiş ve sonunda da ciddi bir başarı elde etmişti. Aynı başarıyı İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinde de gösterdiğinde hepimiz için tutulması gereken yolun ne olduğu da bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştı. Sonuçta hem Milli Görüş hareketi, hem de bu görüşü sığlıkla itham edip kendini bu hareketin dışında konumlandıran radikal gençler evrilme sürecine girmişti. Kısaca böyle özetleyebiliriz.



Gençliğinizde dini hayattan uzak bir dönem olmuş. Neler yaşadınız?

Babam imamdı. 5 yaşında namaza başladım. Yine onun gözetiminde ilkokul son sınıfta hafızlığa başladım. İlkokuldan sonra bir yatılı Kuran kursuna devam ettim ve bir yıl sonra İmam Hatip'e gittim. İmam Hatip 4. sınıfındayken babam öldü. Öldüğünde babam 33, ben 16 yaşındaydım. Annem ve biz 5 kardeş ortada kalmıştık. O kadar çaresizdik ki kardeşlerimin evlatlık verilmesi gündeme geldi. Fitre ve zekatlarla geçini-yorduk. Ankara'nın en berbat semtlerinden birinde oturuyorduk . Annem gençti. İki kız kardeşimle birlikte namusları bana emanetti. Önce bıçak ve falçata kullanmayı öğrendim. Ardından meşhur Altın Eldiven Boks Kulübü'ne yazıldım. Boks maceram üç yıl sürdü. Bir altı ay kadar da tekvando kurslarına katıldım. Geçim durumumuzda da nispi bir rahatlama sağlamıştım. Dövüş sporlarından edindiğim yeteneğimi ihtiyaç sahiplerine kiralayarak üç beş kuruş da olsa evin nafakasını çıkarmaya başlamıştım. Boksörlük tecrübemin ilk birkaç ayını geride bıraktığım andan itibaren elim para görmeye başlamıştı. Dolayısıyla devam ettim. Kararımı vermiş yolumu çizmiştim. Sizin “dini hayattan

uzaklaşma” diye tarif ettiğiniz dönemim tam da bu yıllara tekabül ediyor. Kısaca bu koşullarda hâlâ mütedeyyin kalabilmenin imkanlarını da varın siz araştırın.

Üniversiteyi nasıl kazandınız?

Kariyerimde oldukça ileri bir noktaydım. Ankara Otogarı'nda değnekçilik yapıyordum. Askerlik celbi geldi, panikledim. Üniversite'ye girebilsem durumu kurtaracaktım. O yıllarda sadece Erzurum Atatürk Üniversitesi ve ODTÜ alıyordu İmam Hatip mezunlarını. Okul biteli 2 yıl olmuştu. Kaldı ki ben diplomayı beyinden çok bilek gücümle hak etmiştim. Lise kitaplarını topladım. Otogar'da işim bitince Gençlik Parkı'na gidip ders çalışıyordum. Sınava 23 gün vardı. 67. olarak ODTÜ sosyolojiyi kazandım; ama sevinemedim. Çünkü arkadaşlarımı sınavı çalışarak kazandığıma inandıramamıştım. Kazancımın iyi olduğunu bildikleri için soruları satın aldığımı düşünüyorlardı. Çok zor inandırdım öyle bir şey olmadığına.

O sıralar tekrar namaza başlamıştım. Mesleğe ve kariyerime veda etmek durumundaydım. İçim yana yana vedalaştım eski yaşantımla. Silahımı satıp paranın bir kısmıyla bütün kaynak kitapları aldım ve büyük bir hırsla okumaya başladım.


Başbakan'la ne zaman tanıştınız?

2010 yılında tanıştık. “Bir Liderin Doğuşu” isimli biyografisini yazmaya başladığımızda; kitap vesilesiyle yani.

Neden daha önce tanışmadınız?

Kısmet olmadı. Kendisi belediye başkanıyken çalıştığım iş yeri o civardaydı. Danışmanlarının pek çoğu arkadaşım olduğu için sık sık belediyeye uğrardım. Fakat tanışmamız için bir vesile çıkmadı demek ki; tanışamadık. Daha önce Ankara'da yaşıyordum Tayyip Bey'in ismini İstanbul'a taşındıktan sonra, özellikle de 1994 seçimlerinde duymaya başladım. O tarihten sonra da hep yakınında oldum; fakat dediğim gibi tanışma imkânım olmadı. Ben yapım gereği biraz çekingenim, ayrıca öne çıkmayı hiç bir zaman tercih etmedim hayatım boyunca. Bir adım geride olmak, bazen kaderin tecellisini yavaşlatsa da sonucu değiştirmiyor.

Kitap fikri nasıl ortaya çıktı?

2004'te Hasan Cemal bir televizyon kanalında Başbakan'a “Ben değiştim ve bunun kitabını yazdım. Siz de Milli Görüş gömleğini çıkardınız, değiştiniz. Bunu yazmayı düşünüyor musunuz?” diye soruyor. O da “Benim kitap yazmaya vaktim olacağını sanmıyorum. Arkadaşlar muhtemelen bu boşluğu doldurur” diyor. Programdan sonra Hüseyin Besli'ye “Mesajımı aldın mı?” diye soruyor. Besli de “Aldım” diyor. 5 yıl sonra Kızılcahamam'da kamptayken, Hüseyin Bey'e “5 yıl önce bir kitap siparişi vermiştim. Ne yaptın” diye soruyor; ve böylece “kitap” yeniden gündeme geliyor.

Siz nasıl dahil oldunuz?

Hüseyin Besli bunu bana anlattığında “peki ne yapacaksın?” dedim. “Hazırlığım yok. Ayrıca bir kitaba yoğunlaşacak durumda da değilim” dedi. İşbirliği yaparak kotarabileceğimizi söyledim; ve çok geçmeden de işe koyulduk. Bir gün Hüseyin'i Dolmabahçe'deki çalışma ofisine bırakmıştım. Başbakan, “İki kişi giriş yapmışsınız, öbür arkadaş nerede” diye sorunca Hüseyin Bey benimle birlikte geldiğini söylemiş. Çağırdılar ve bu vesileyle tanışmış olduk.

Kitap nasıl hazırlandı?

Biraz enteresan oldu. Hüseyin Besli “Zihnimde toparladım, hazır sayılır” dediği için geriye yazıya dökülmesi kalıyor. Dolayısıyla böyle bir emrivaki altında başladık işe. 6 ay röportaj yaptık. Fakat aradan vakit geçtiği için konuşulanları başka kaynaklardan doğrulatmak zorundaydık. Anlatılanların çoğu yazacağımız biyografiyle ilgisi olmayan şeylerdi. Çoğu kimse anlattığı olayda kendini öne çıkarma çabasına düşüyordu. Kısacası zor bir süreçti. Sayın Başbakanla iki kez oturup konuşabildik. Ailesinden kimseyle konuşamadık.

Kitapla ilgili nasıl geri dönüşümler aldınız?

Birkaç köşe yazarı “yalakalık yapılmadan ancak bu kadar yazılır” dediler. Bazıları “bugüne kadar yazılmış en iyi Tayyip Erdoğan kitabı” diye yazdı. Aslında kitap gizli bir ambargoya maruz kaldı. Büyük dağıtım mecraları yasak savma kabilinden 3-5 bin adet satıp tezgahtan kaldırdılar. Daha çok Anadolu'da küçük kitapçılarda satıldı. Bu durumda bile yılın en çok satılan kitaplarından biri oldu.

Başbakan herhangi bir şey söyledi mi?

Bir arkadaşım da aynı soruyu yöneltmişti bana. “Bir şey demedi” dedim. “Peki kitaba ilgi gösterdi mi?” diye sordu. “Makam arabasının bagajında kitap bulundurulduğunu ve dostlarına imzalayıp hediye ettiğini duydum” dedim. “Anlaşıldı, üstad” dedi. “Kitabı çok beğenmiş. Beğenmeseydi, 'çocuklar elinize sağlık, pek güzel olmuş' der olayı kapatırdı” dedi.


Hep tartışılan konudur. Kitap için yaptığınız araştırmalardan sonra ne gördünüz? Tayyip Bey değişmiş mi?

Hayır, değişmemiş. Sürekli kendini geliştirmiş. 1989 Beyoğlu belediye başkan adaylığıyla başlayan gelişim süreci 1994 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini kazanmasını sağlayan daha büyük bir gelişmeye imkan sağlamış. Başkanlığı döneminde yaptığı ve her biri bir öncekini misliyle aşan çalışmalar, yine bu dönemde çıktığı yurt dışı gezileri, yabancı devlet adamlarıyla yaptığı görüşmeler, onu sürekli besleyen ve vizyonunu genişleten gelişmeler olarak kaderinde tezahür edecek bir üst safhayı hazırlamış. Tayyip Erdoğan değişmiş olsaydı ne AK Parti olurdu ne de bugünkü Türkiye'yi görürdük. Üst üste seçimleri kazanmasının altındaki sır değişmemiş olmasıdır. Ama gelişmesidir. İş yapma biçimi de öyledir. Bir süreç içinde bir şeyleri içselleştirerek kavrayarak herkesin de anlamasını sağlayarak bir takım yenilikleri getiriyor. Yıkalım, yakalım, ele geçirelim tavrı yok. Toplumdaki değişmeyi de evrimleşme şeklinde görüyor ve her attığı adımın doğru algılanmasını sağlayarak, her yeniliğin benimsenmesini, hazmedilmesini, farkedilmesini bekledikten sonra bir sonraki adımı atıyor. Mesela başörtüsü konusunda da hiçbir zaman rövanşist olmadı. Çünkü bunun toplumsal bir konsensusla olmasını istiyor. İktidar zoruyla kaldırılacak bir yasağın kalıcı bir çözüm olmayacağının ve bir başka iktidarla yenidenı uygulamaya konulabileceğinin bilinciyle hareket ediyor.


Ömer Özbay şiir yazmaya devam ediyor ama yayınlamıyor. Son dönem şiirlerinden olan Curriculum Vitae'de kendi hikayesini anlatıyor.
CURRICULUM VITAE
I

Ben merhum Hafız'ın yetimi

Hanesiz hüviyetsiz tüfenksiz

Kıydığım canlar katında mücrim

Mücrim yasaklar kavlince ehli eski celali

Unuttum

Nice bir küheylandı benim'çün yaşamak

Demli bir çay

Biraz tütün

Ve suzinak bir gecenin metanetini

Yaşıtlarımın militan tedirginliğiyle paylaşmak

Sabah olur vakt'olur saflar kurulur

Arkadaşlar kahrolası iktidara yürürdü

Bazen biz kazanırdık

Bazen

Tank sesleri gözümüzde büyürdü

Kıtal vacip

Aşk illegal

Umutsuzluk intihardı

Tavizsiz insanlardık

Ne yıldık kavgadan yıllar yılı

Ne de mağlup sayıldık

12 yıl önce