Yenilgi, başarılı her tablodan biraz daha mağrur olarak çıkmaktır.
İnsanı, varlık amacını unutup güç-iktidar-imkan dünyasında kaybolmak…
Başara başara başarısızlığı öğrenmek…
Rakamlara havale edilmiş hiçbir başarı kalıcı değildir.
Başarı her durumdan ders çıkartabilmektir.
Kazanmak ya da kaybetmek izafidir.
2007 genel seçimlerinde CHP beklediği oyu olamayınca önemli bir ismi "Bu halk seçmesini bilmi-yor" demişti.
Odun ya da ceket koysam da seçilirim meydan okuması artık tutmuyor…
Seçim sandıktan ibaret değil, iki sandık arasındaki zaman dilimini kapsayan ve oy verme vakti geldiğinde maziye sık sık "canlı bağlanılan" bir gerçek süreç…
Başarı için sizin ne yaptığınız yetmiyor, hem yapmadıklarınız hem de rakiplerinizin neleri yaptığı da aynı oranda belirleyici…
Bir de toplum sizi ilk nasıl tanımışsa, yola çıkarken nasıl bir fotoğrafınızı çekmişse, yolun ileriki safhasında da o fotoğrafla test ediyor, yürüyüşünüzdeki değişmeyi, sözlerinizdeki başkalaşmayı, değerlere yabancılaşmayı tespit edip gözünden ve gönlünden düşürüyor…
İkazları görmek, eleştiriden nasibini almak başarıdır.
Siyasiler genellikle seçim sonuçlarının kendilerine ne dediğini değil, sandık üzerinden kime ne söyleyeceklerini konuşuyorlar…
Yani siyaset yapıyorlar…
Toplumsal dile sırtını dönüp kendi buyruklarını dayatanlar her zaman kaybederler…
"Kır saçlı vicdan" diye tanımladığım Bülent Arınç bu tuzağa düşmeyenlerden biri.
O hâlâ AK Parti'nin vicdanı, dilerim dinleyeni çok olur…
Merkezde kaybettik. 2004'te 42 bin olan oyumuz 57 bine çıktı. 15 bin civarında artışımız var. 2004'te ANAP'ın adayı yüzde 20, DYP'nin adayı da yüzde 19 oy almıştı. Bu yaklaşık 40 bin oya tekabül ediyordu. Bu seçimde bu iki parti buharlaştı. CHP'nin oylarında da 5 bin civarında azalma var. Manisa'da yer değiştiren bu oylar bize değil MHP'ye gitti. Bunu seçim öncesi de tahmin ediyorduk.
Bu seçimde Türkiye genelini ilgilendiren farklı bir siyasi proje işlendi. Blok oluşturulacak ve AK Parti'ye karşı en güçlü parti hangisiyse onun adayı desteklenecek. Manisa'da bu MHP olarak seçildi. Trakya'dan Ege ve Akdeniz sahillerine kadar yapabildikleri her yerde bu projeyi uyguladılar.
Evet. Manisa'da MHP enteresan bir aday tespiti yaptı. CHP'li bir aileden gelen, iki dönem ANAP'ta siyaset yapan, liberal birini aday yaptı. Üç buçuk partinin ittifakı söz konusu olunca oylarımız artmasına rağmen kazanamadık.
Olayın şahsıma bakan bir yanı da var, "Bülent Arınç siyasette önemli bir figür, onu seçim bölgesinde başarısız kılmak ve yıpratmak Türkiye geneli için önemli bir siyasi projedir" diyenler oldu. Bunu geçmişte de gördük, CHP'lilerin zaman zaman boykotları, protestoları oldu.
Varlığımdan rahatsız olan bir çevre var. Siyasi kimliğim, duruşum, söylemlerim ve bazı konularda etkin olmam birilerini rahatsız ediyor. Beni etkisiz kılmak istiyorlar.
Manisa'nın 15 ilçesinden dokuzunu AK Parti aldı. Şüp-hesiz hatalarımız var ama sonucu etkileyecek boyutta değil. Merkezde adayımız da doğru bir isimdi. Manisa'yı bir ihtimal kaybedebiliriz diyordum ama Balıkesir'i kaybetmek aklımdan geçmezdi. AK Parti karşısında geliştirilen derin strateji devreye girdi ve bu tablo ortaya çıktı. Belki biz de bazı söylemlerimizle bu stratejinin temel dayanaklarını oluşturduk.
Muhalefetin hepsine birden aşırı yüklenmeniz onları beraberliğe itti. Mesela "ruh ikizleri" söylemi… Onları rencide edici bazı söylemler de yakınlaşmalarına etki yaptı, "AK Parti, bir tek ben varım diyor, bizleri yok sayıyor, birlik olup gününü gösterelim" dedirtmiş olabiliriz. Yeni bir siyasi mühendislik projesinin devrede olduğu da çok açık.
Basına göre sabaha karşı üç kişiyi aramış, birisi de benmişim. Yeminle söylüyorum ki telefon açıp Manisa'da ne oldu demedi. Genel başkandır, hesap sorma hakkı var ama aramızda böyle bir konuşma geçmedi. Salı günü kendisine hem Türkiye geneli hem Manisa ile ilgili değerlendirmelerimi aktardım.
Oylarını artıran CHP, MHP, DTP, SP kendilerini başarılı görebilir. AK Parti açısındansa başarı ve başarısızlık pek söz konusu değil. Bizim izah etmekte çektiğimiz sıkıntı şu; 2001'de kurulmuş bir parti, 2002'de yüzde 35'le tek başına iktidar. 2004'de yüzde 42, 2007'de yüzde 47. Bu çizgi hep yukarıya gidecek zannedildi.
Mahalli seçimleri mahalli seçimlerle, genel seçimleri genel seçimlerle karşılaştırmak gerekir. Unutulmasın, 2007 seçimlerinde cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşananlar ve 27 Nisan bildirisi bize artı 10 puan getirdi. Süreç normal işleseydi beş yıllık iktidar yıpranmışlığının, muhalefeti biraz güçlendireceği, iktidarı da biraz zayıflatacağı beklenirdi. Bizim stabil oy oranımız yüzde 40'lar seviyesidir. Bu seçimler de bunu ortaya koydu. Bu başarısızlık değildir ama bir dönüm noktasıdır.
Partinin yeniden ayağını sağlam basması açısından dikkat etmesi gereken, Türkiye'nin şartlarını iyi okuması, muhalefetle iktidar arasındaki ilişkilerin çok daha değişik açılardan ele alınması gerektiğini gösteren bir sonuçtur.
Evet. Muhalefete yüklenirken farkında olmadan seçimi mahalli seçim havasından çıkarıp genel seçim havasına soktuk. Rakibimiz CHP olması gerekirken, hepsine aynı tavır ve üslupla yaklaşıp CHP'nin yanına ittik. Belediye hizmetlerimiz iyiydi ama kazanmamıza yetmedi.
Bazı şeyleri yeniden düşünmek lazım. Kavgacı ve sert üsluplar da seçmeni tahrik etmiş olabilir.
Teşkilatlar işi Başbakan'ın yüksek karizmasına ve Davos'un oluşturduğu havaya bıraktılar. Teşkilatlarda pek fazla seçim çalışması yapılmadı, mitingler yeterli görüldü, "Başbakan Erdoğan gelse on binleri, yüz binleri toplar, bu iş biter" havası esti.
Teşkilat hem tembelleşti hem de her şeyi Tayyip Bey'den bekledi. Meydanlar dolunca teşkilatlar ve adaylarımız, bu rüzgar bize yeter dediler. Mitingler doğrudan sandığa yansımaz, o bir gövde gösterisi, alana inip tek tek insanlara ulaşmak lazım…
Aşırı kendine güven olabilir. Mağrurluk partiden ziyade adaylarla, partinin vitriniyle ilgi olabilir. Ne Anadolu'daki taban için ne de Sayın Başbakan için mağrur denmesini doğru bulmam. Tayyip Bey aldığı terbiye itibarıyla mağrur bir insan olamaz… AK Partili olduğu iddia edilen bazı insanların medyaya yansıyan özel hayatları, kulaktan kulağa geçen halleri mağrurdan ziyade şımarık, haddini bilmez, herkesi küçümseyen bir görüntü vermiş olabilir, ona hayır demem. Belleklerde böyle şeyler duruyordur.
Başbakan da ben de kendimizi medya mağduru olarak görüyoruz, basınzedeyiz… Her hareketi bir yanlış yoruma veya haksız eleştiriye maruz kalmış bir insanım. Köşe yazarlarının bizimle ilgili peşin hükümlerini, ön yargılarını, yok etmek için "ne yapsam daha etkili olur" diye düşündüklerini bilirim. Bu güne kadar hep mağduriyet gördük. Haksızlıklara rağmen basını karşımıza almanın pratikte faydasını görmedim. Eskiden fazla tahammül edemediğim için sürekli dava açıyordum.
Biri beni ikaz etti; dava açmanın hiçbir faydası yok dedi. Artık dava açmıyorum.
Tahammül edemiyor, dava açıyor ama davaların yüzde 99'unu kaybetmeye mahkum. Çünkü Yargıtay 4. Hukuk Dairesi öyle içtihat geliştirdi ki kim Başbakan'a veya bana, bizden birine hakaret ederse "ağzına sağlık" şeklinde kararlar alıyor. Sürekli basınla didişen bir pozisyona düşüyoruz. Bence bu aşamadan sonra Sayın Başbakan açtığı davaların tümünü geri almalı. İsten basın ister mizah dergileri olsun bundan sonra hiçbir dava açmamalı.
Basınla yaptığı kavganın AK Parti'ye de Sayın Başbakan'a da faydası olmadığını düşünüyorum. Doğan Grubu iktidarın kendilerini muhatap alarak, ezmek ve yok etmek istediğini söyleyip yazarak mağdur rolüne girdi. Basınla ilişkileri de masaya yatırmak lazım…
Onu Başbakan'a sordum, defacto bir durum olmuş. Bilseydi gitmezdi…
Bu kavganın gerçek olduğuna inanıyorum ama kavganın bir siyasi partiye, Başbakan'a, onun prestijine olumlu katkı sağladığı konusunda şüpheliyim.
Basından biraz uzaktayım ama yine de sözlerimi takip edip yorumluyorlar…
Bazılarına göre meziyet bazılarına göre eksiklik görülen bir yanım var; Kim ne sorarsa önünü arkasına düşünmeden ne biliyorsam açık yüreklilikle söylüyorum. "Sözün odun gibi olsun ama doğru olsun" diyen Mehmet Akif'in izindeyim galiba...
Bu tür niyetler, stratejiler hep olur, önemli olan bizim ne olduğumuzdur. Kendi içimizde bozulmaz, çizgimizde sağlam durursak bizi kimse yıkamaz.
Siz sorunun cevabını biliyorsunuz. Çok şükür o konularda hep fedakarlıkta bulunmuş bir insanım. Nerede, ne zaman, ne işe yarayacağımı bilirim. Bulunduğum hiçbir yere belli bir plan yaparak gelmedim, hırsa kapılmam, kadere inanırım. Bugünkü konumumdan da şikayetçi değilim.
Beni sevenlerin gönlünden benimle ilgili Köşk, Bakanlık geçebilir. Bunlar hüsnü zandır ve beni hiç etkilemiyor. Eşimle beraber yaşantımızdan memnun, mutlu ve huzurluyuz. Öne çıkmak gibi derdim yok. Bildiğim doğruları da eğip bükmeden yeri geldiğinde söylerim. Yapılması gereken her işi yaptım, her kademede bulundum, şurası da eksik kaldı diyecek halim yok. Bunlar da Allah'ın takdiri. Bakanlar arkadaşım, ayrıca Bakan olmama gerek yok. Ama siyaseti sadece hırs işi olarak gören arkadaşlarımız var. Sadece kırmızı plaka ya da makam aracı için şu koltuğa ben otursam diyenler var…
Meclis Başkanlığı sonrasında konuştuğumuzda hükümette görev almak istemediğimi, bir süre dinlenmek istediğimi söylemiş, milletvekili olarak bana nerede görev verirseniz koşarım demiştim. Şimdi de yapıp yapamayacağıma bakarım…
Eskiden beri rahatsız olduğum bir durum var, sivil toplantılarda birisi çıkıp programı arz ediyorum diyor. Askeri bir toplantıda olsa anlarım ama sivil bir toplantıda arz ederim… Ardından saygı duruşu, İstiklal Marşı, konuşmalar, plaket töreni diyor ve sonunu arz ederim diye bağlıyor.
n Garnizon kültürü...
Başıma o da geldi. Meclis Başkanı iken eşimle birlikte bir huzurevine ziyarete gittik. Hediyelerimizi verdik, ellerini öptük, yanlarına oturduk. Bir sunucu çıktı, programı arz ediyorum dedi, ardından saygı duruşuna çağrı yaptı. Hem üzüldüm hem kızdım, yerinden kalkamayacak yaşlı ve hasta kadınlar vardı, ne yapacaklarını şaşırdılar, kollarına giren görevliler oldu, ayağa diktiler. Huzurevinde resmi törenin ne anlamı var diye çıkıştım. Siz şirketin yönetim kurulu toplantısında saygı duruşu, İstiklal Marşı okur musunuz. Her şeyin bir adabı var. Bu işin bir kuralı olmalı…
Yapmalı ama devlette bu işler zor. Protokolü Dışişleri yapar gibi görünüyor ama Cumhurbaşkanlığı tasdik ediyor. Sayın Gül, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde birkaç tane protokol kuralına itiraz ettim.
İllerde milletvekillerinin protokoldeki yeri 6. sırada. Valinin bir yanında belediye başkanı diğer yanında albay. Milletvekilleri daha üst sıralarda olmalı dedim. İkinci itiraz ettiğim konu da, Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri ve Başbakanlık müsteşarının ön sıralarda olmasına karşın meclis genel sekreteri protokolün 58. sırada olmasıydı. Bir düzenleme yapılmasını istedim. Her halde yapar dedim. Bakanlıktan "Cumhurbaşkanımız (Ahmet Necdet Sezer) uygun görmemektedir" diye bir cevap geldi. Daha sonra Meclis'in yeni protokolü diye bir çalışma başlattım sonuçlanmadı. Meclis'in millet iradesini önceleyen sivil bir protokol yapması gerekir.
Bu eskiden beri tartışılıyor. Taburun, sayısı biraz daha azaltılarak törensel amaçlı hale getirilirse daha iyi olur. Genelkurmay ile bir noktaya gelmiştik. İstanbul'da milli saraylarda asker geriye çekildi, onun yerine polis konuldu. Nihai hedefim, Meclis ve mili saraylarda asker olmasın, sivil bir özel güvenlik teşkilatı kuralımdı. Sayın Büyükanıt da sayının küçültülmesi konusunda benimle hemfikirdi.