Çünkü Türkiye kendisi için var sayılan rolün dışına çıkmaya başladı. Aynı zamanda uluslararası kurum ve kuruluşların işleyişine de itiraz etmeye başladı. Meselâ, BM'nin yapısına itiraz etmektedir. 5 daimi üyenin kesin belirleyiciliği hakkında sesini yükselten Sayın Başbakanımız oldu. Bu itirazı dile getiren kişinin bir üçüncü dünya ülkesinin veya küçük bir devletin lideri değil de, gittikçe güçlenen ve etkisini artıran Türkiye'nin lideri olarak Tayyip Erdoğan olması çok önemli. Bu sebeple de, sistemin yapısına ilişkin kuşkuların doğması söz konusu oluyor. Bunun sonucu olarak, sistemin sahipleri Tayyip Erdoğan'ı meşru olmayan bir aktör olarak göstermeye çalışıyorlar.
Cemaat, kendisini bu ülkenin sahibi olarak gören çelik çekirdeğin içinde olduğunu düşünüyor. Ben bunun, çok eski bir hesaplaşmanın yansıması olduğunu düşünüyorum. Bunu Osmanlı'nın son dönemlerinde Sultan Abdülaziz'e düzenlenen darbeye ve onun katledilmesine kadar götürmek mümkün. Hatta çok daha gerilere de gidebilir ancak esas olarak bu olaydan sonra devlet ikili bir işleyişe sahip oldu. Batıcı, seküler ve laik olanların içinde olduğu bir yapı ile muhafazakar olanların içinde olduğu bir başka yapılanma. Bu iki güç odağı cumhuriyet ile birlikte yeniden şekillendi ve derin bir çekirdek halini aldı. Bu çekirdeğin seküler yüzünün sahibi ulusalcılar, muhafazakar olanın sahibi ise cemaat oldu.
Aslında genel olarak tavırlarının böyle olduğu açık bir biçimde görülmektedir. F. Gülen, Wall Street Journal'a verdiği mülakatta kendisini devlete adamış gibi göstermektedir. Televizyonda konuşan badem bıyıklı neo-conların ifadelerine bakın, kendilerini devletin sahibi gibi gördüklerini fark edeceksiniz. Yurt dışında Türkiye düşmanlığı rolüne yürüten Todays Zaman'ın yayın yönetmeni kendisi ile yapılan bir röportajda AK Parti'yi ve TC hükümetini kast ederek 'Tamamen devlet benim oldu düşüncesine kapıldılar' dedi. Devleti kendilerine ait gördükleri için siyasetçiyi de kendi hizmetinde görüyorlar. Siyasetçi yol, kanalizasyon gibi işler yapacak; ama asıl kararı onlar alacak. Bu, çelik çekirdekle olan akrabalıktan kaynaklanan ve dillerine de yansıyan bir şey. Malum bedduaya bakın. Benim devletimde benden izinsiz işler yaptın tavrı var. WSJ'daki beyanatta da, Türkiye adına, çok yukarıdan konuşan bir dil var.
Cuntacı mantıktan beslendikleri için böyleler. 28 Şubat'ı veya daha önceki dönemleri hatırlayın. Bazı gazeteciler, profesörler, yöneticiler, kendilerini ülkenin sahibi görürlerdi. Daha önce bir askerî vesayet söz konusuydu ve buna karşı çıkmak nispeten daha kolaydı. Şimdi ise bir yargı vesayeti var ve buna karşı çıkıldığında 'hukuk'tan bahsediliyor. Oysa bu vesayeti muhakkak bertaraf etmek gerekiyor. Bunu yapmanın yolu ise, hukukî ve demokratik yöntemleri devreye sokmaktır.
Türkiye'de sermayedar sınıfı, derin devletle iç içe, ona eklemlenmiş bir yapıdadır. Bu bizzat İsmet İnönü tarafından daha cumhuriyetin ilk yıllarında, İzmir İktisat Kongresi'nde belirlenen temel politikalardan birisidir. Bu sermayenin asıl işlevi de toplumsal iradenin yönetime yansımasını engellemek için bir tampon kurum olarak işlev görmektir. Cemaat de halkın iradesinin yönetime yansımasından rahatsız, kendi ideolojisi ya da projesi hakim olsun istiyor. Siyaseti by pass etme stratejisinde buluştular. Bakın TÜSİAD ile paralel yapı aynı dili konuşuyorlar nitekim.
Açıkça söylüyorum: AK Parti gösterdiği iyi niyetten ötürü sorgulanamaz. İnsanların kalbini yarıp bakamayız ki! Sadece AK Parti değil, bütün Türkiye bu zokayı yuttu. Toplumun bütün kesimleri, bu yapıya olumlu bakıyordu. Gerçi muhafazakar kesimlerde bu yapıyla ilgili bir rezerv her zaman vardı. Fakat 2010 referandumunda bu rezerv ortadan kalktı.
Türkiye'de dindar insanlar ne zaman kritik bir durumla karşılaşsa, cemaat ayrı bir tavır sergiledi. Deyim yerindeyse, yağmur neredeyse cemaat tarlasını oraya götürebildi. Bu kabiliyeti sadece cemaatin sosyolojik yapısıyla açıklamak da mümkün değildi ve bu yüzden de başka odaklarla bağlantılı olunduğu yönünde çeşitli kuşkular vardı. Fakat hiç kimse bu kuşkuda ısrarcı olmadı. Kimse bunu beklemiyordu. Nitekim Bülent Arınç, 'Bu kadar alçalabileceklerini beklemiyorduk. Saflığımıza verin' dedi.
2004 yılında Toronto Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi olarak bulunuyordum. Bildiğiniz gibi Kanada özgürlük standartları yüksek bir ülke ve pek çok iltica başvurusu alıyordu, ki halen de öyledir. Türkiye'den başvuranlardan sadece Gülen grubu mensuplarına iltica hakkı verilmiyordu. Sebebi ise, bu gruba yönelik Türkiye'de hiçbir baskıya rastlanmamasıydı.
Darbeyi yapan askerlerle birlikte merhum Erbakan'a 'Beceremedin, çekil' çağrısı yaparak mı mağdur olmuşlar? Konuyu siyasi ve sosyolojik bir okumaya tabi tuttuğumuzda görüyoruz ki Cemaat, 28 Şubat'ta muhafazakarların siyasi bir aktör olma iradesinin kırılması yönünde bir işlev yerine getirdi. O gün, öyle bir duruş sergilenmesi olayı bitirdi. Ama biliyoruz ki, cemaat kritik hiçbir dönemde halktan yana tavır almamıştır. Cemaatin aynı anda pek çok odağa karşı kıran kırana bir mücadeleye giriştiği görülüyor.
Ben 11 yıl Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nde görev yaptım Bölgeyi, Kürt sorununu biliyorum. Cemaat, Kürt sorununda bakış açısını hiç değiştirmedi. 'Bölgeye iyi eğitimli doktorlar, öğretmenler gönderilirse, bölgeyi ehlileştirebiliriz' diye düşünüyorlar. Televizyonlarında yayımlayan dizilerde de bu açıkça görülüyor. Kürtler, gerek Gezi'de, gerek şimdiki operasyonlarda, Tayyip Erdoğan'a yönelik saldırılara ortak olmuyorlar. PKK'nın ve BDP'nin yaptığı da, halkın bu eğilimine uygun davranmaktır. Bunda Çözüm Süreci'nin payı büyüktür.
Toplumun pek çok kesiminden insanı mağdur ettiler. Meselâ, üniversitelerde bu tür örnekler çoktur. Dicle Üniversitesi'nde öğretim üyesi olduğum dönemde, cemaatin hâkimiyet için ne tür haksızlıklar yaptığına şahit oldum. Merkezî sınavlarda yaşanan usulsüzlüklerle ilgili pek çok kişi için olağan şüpheli cemaattir. Bu bile yaşanan hak ihlalleri için yeterlidir.
Bu cesaretin sebebi, eklemlendikleri Batılı merkezlerin onları toplumsal refleksleri ölçüp değerlendirdiklerine inandırmasıdır. Batılı merkezler, hükümete yolsuzluk yaftası yapıştırılırsa halk desteğinin kaybolacağını söylemişler. Onlar da bunun gereği olarak önce hükümeti yolsuzluklara batmış gibi göstermek istiyor. Aslında savcı Muammer Akkaş'ın o asabî tavırlarının sebebi, delillerin üretilmiş ve temelsiz olmasıydı. Eğer delillerine güveniyor olsaydı, dosyanın başka bir savcıya verilmesine o kadar tepki vermezdi.
Cemaatin çelik çekirdeğinde bir sapma olacağını düşünmüyorum. Ancak bu tür yapıların sosyolojik bir dönüşümü gerçekleştirebilmesi için de kitle ile birlikte yürümesi gerekir. Fakat cemaatin kitle ile bağı bu tür bir başarıyı sağlayacak düzeyde değil. Cemaatin asıl gücü, toplumun onlara duyduğu itimattı. Bunu kaybettiler ve galiba bunun farkında değiller. İyi ki de fark etmiyorlar.
Bence uygulamak istedikleri plan başarısız oldu. Cemaat itibar kaybetti. Sayın Gülen artık bir din adamı değildir. Bu olaylar öncesinde 'Muhterem Hocaefendi' denilen kişiye şimdi en fazla Sayın Gülen denilmekte. Özellikle beddua Sayın Gülen'i zeki ergenlerin diline düşürdü. İroni bu işi bitirecek.
Ben riskin ortadan kalktığını düşünmüyorum. Meselenin ciddiyetini henüz kavramayan bazı kamu görevlileri var. Sorun makam ile ilgili değil. Şu an, Türkiye'nin demokratik kazanımlarını pekiştirme bakımından kritik bir noktadayız. AK Parti, her krizi demokratikleşme ve şeffaflık ile aştı şu ana kadar. Burada da aynı yolu izlemeli. Hangi koşullar altında hakim ve savcıların ne kararlar alacağı şeffaf bir biçimde belirlenmeli.