Şu sıralar Diyarbakır deyince akla öncelikle Kürtler geliyor. Çünkü artık son zamanlarda bu coğrafyada Kürtlerin 'var olduğu' anlaşıldı. Zaten var olan bir halk nihayet kabul edildi, inkârdan vazgeçildi. Çocukluğumun geçtiği 1950'li yıllarda da Diyarbakır'da Kürtler, Türkler vardı ama onların yanısıra Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Museviler, Yezidilerden oluşan geniş bir halk kitlesi de bulunuyordu. Maalesef bugün bu kültürlerin çoğu silindi. Tıpkı Diyarbakır'da doğduğum Gâvur Mahallesi'nin sadece isminin kaldığı gibi.
İttihat Terakki'nin zihniyeti doğrultusunda, 1942 yıllarındaki Varlık vergisi, 1955'lerdeki 6-7 Eylül olayları nedeniyle bu kültürler zamanla kayboldu. Tabii bu Türkiye genelinde olan bir olay. Bugün artık Diyarbakır'da yoğun olarak yaşayanlar Kürtler ve Türkler.
1950'li yıllarda kilise yönetim kurulu seçimi yapıldığı zaman oy kullanan Ermeni sayısı yaklaşık 500 kişiydi. Bugün Diyarbakır'da bir tane Ermeni yok! Ama Diyarbakır'a gittiğimde oradaki insanlar yanıma gelip şunu da söylüyorlardı.
"Benim nenem, dedem Ermeniydi" diye kulağıma fısıldıyorlardı. Sanki kendilerince günah çıkarıyorlardı. "Ne yapalım, insanlık halidir, tarihte birtakım şeyler olmuş" diye ben de onları teselli ediyordum. Ama bugün artık nenelerinin Ermeni olduğu söyleyen binlerce Kürt var.
Bu olayların üzerinden neredeyse 60 sene geçti. Türkiye demokratik bir ülke haline geldi. İnsanlar Ermeni olduklarını söylemekten korkmuyorlar.
Diyarbakır'da 1950'li yıllarda da genelde insanların çok büyük problemleri yoktu. Diyarbakır'ın yerlisi olan halk birbirini iyi kötü tanıyor ve birbirine karşı saygılı olmaya özen gösteriyordu. Göçlerle beraber Diyarbakır'ın nüfusu 1 milyonu bulunca kimsenin kimseyi tanımadığı, sanki yeni bir düzen oluştu. Sur içindeki eski Diyarbakır maalesef bugün yok! Eskiden Diyarbakır'da 15-20 tane kilise vardı. Bugün 1-2 tane var ama o kiliseye gidecek ahali kalmadı.
Bu yasanın orada kabul edilmesi ya da edilmemesi çok önemli değil! Biz kendi içimizde konuşabilirsek mesele hallolur. O zaman ne İngiltere ne Fransa ne de Amerika'ya söz düşer. 40 sene önce öğrendiğimiz tarihin bile bugün gerçeği yansıtmadığını görebiliyoruz. Mesela geçenlerde Başbakan Erdoğan, Dersim katliamından ötürü özür diledi. Bu özür bize resmi tarih tezinin geri tepmeye başladığını işaret ediyor.
Türkiye'yi bu noktaya getiren İttihat Terakki geleneği eskisi kadar olmasa bile hâlâ devam ediyor. Hatta bazı politikacılar bu zihniyetle diğerini mahkûm etmeye çalışıyorlar. Aynı siyasilerin kendi partileri içinde bile anlaşmazlık içinde olduklarını görüyoruz. Bu zihniyette yollarına devam ediyorlar.
Dink 1960'lı yıllarda benim öğrencimdi. Kendi halinde okuyan, derslerine mümkün mertebe çalışan bir öğrenciydi. Çevresinde etkin sivrilen biri hiç olmadı. Sonraki yıllar biz Agos'tan önce Hrant ve diğer birkaç öğrencimle Aras Yayıncılık'ı kurduk. Bugüne kadar kendimizi Ermeni olarak yeteri kadar tanıtamadığımızı; Ermenilerin yaşamı, tarihi, edebiyatı, kültürü ile ilgili bir şeyler yayınlarsak belki biraz daha kapı aralar, diyalog kurarız diye düşündük. Bu doğrultuda kitaplar yayımladık fakat Hrant daha sonra bunun kendine yetmediğini gördü ve Agos Gazetesi'ni çıkarmaya karar verdi. Ben de orada 3-4 sene yazdım. Hrant iyi bir insandı. Yaklaşımları çok hümanistçeydi.
Çünkü Dink, İttihat Terakki zihniyetine karşıydı. İttihat Terakki zihniyeti yanlış, tekçi bir zihniyetti. Dink ise düşüncelerini sansürlemeden yazıyordu. Çekinmeden konuşan bir Ermeni gazeteci bugün artık hepimizin malumu olan karanlık güçler tarafından tehdit olarak algılandı.
Kesinlikle. Bugün Dink davası çözülmezse yarın bir başka tetikçi bir başka faili meçhul cinayet gerçekleştirebilir. Yenileri olur. Kimsenin yaptığının yanına kâr kalmadığı bir ortamın oluşturulması gerekir. Dink cinayetinin aydınlatılması Türkiye'nin demokratikleşmesi yolunda dönüm noktalarından biridir.
6-7 Eylül'ün etkisi İstanbul kadar Diyarbakır'da da hissedilmişti. Annemle babam aralarında konuşurken duymuştum. Vefat etmiş olan akrabamızı Diyarbakır'daki mezarlığa götürürken en kısa yolu seçmek yerine mümkün olduğu kadar ara sokaklardan götürmenin daha doğru olacağını söylüyorlardı. Ana dilim Ermeniceyi daha iyi öğrenmek için İstanbul'da gittiğimde ise 17 yaşındaydım. Üsküdar'da daha sonra müdürlük yaptığım okulu yakmak istemişlerdi.
Atatürk'ün Selanik'teki evi bombalandı. O zamanın önemli gazetesi Ekspres bunu manşetten verdi. Bunun sorumlusu olarak ise Rumlar, Ermeniler yani azınlıklar gösterildi. Ertesi gün ders için Karaköy'deki okula giderken her yerin altüst olduğunu gördüm. Her yer darmadağın edilmiş, camlar kırılmış, İstanbul savaş alanı gibi bir yer haline gelmişti.
27 Mayıs'tan sonra yargılamalar esnasında ayan beyan ortaya çıktı ki, bunu yapan devletin ta kendisiydi. Provokasyon olsun diye birini görevlendirip Atatürk'ün evini bombalamışlardı ve atılan bu bombaya karşılık Kıbrıs'ı elde tutmak için 'halkımız nasıl feveran ediyor' diye açıklamalarda bulunmuşlardı. Yassıada mahkemelerinde bu olayların arka planının ne olduğunu o zamanlar radyolardan dinlemiştik.
Fail-i meçhuller yıllardan beri konuşulur ama yavaş yavaş her şey su yüzüne çıkıyor. Son olarak Diyarbakır'da İçkale'de çıkan kafatasları bunun en belirgin örneği. İçkale'de benim çocukluğum geçti, oraları çok iyi bilirim. Kafataslarının çıktığı o mekân eskiden jandarmanın, JİTEM'in, adliyenin binalarının olduğu bir yerdi. Önemli olan nokta bu kafataslarının oradan çıkıyor olmasıdır. Jandarmanın bahçesinde böyle toplu mezarların olması normal mi?
Kürt sorunu rayından çıkmış bir konudur. Kimisi dağda kimi ovada bir sürü insan öldü. Kürdü, Türkü, hepsi önünde sonunda bu ülkenin gençleriydi. Diğer yandan Türkler ile Kürtlerin et-tırnak gibi olmadığı da artık görüldü. Kimse bu edebiyata inanmıyor. Çünkü realite böyle değil! Diyarbakır Cezaevi'nden kurtulanların birçoğu bugün dağda. Zamanında yapılan hataların ceremesini toplum olarak hep birlikte çekiyoruz şimdi. Bunu bugünden yarına çözmek çok zor. Geçmişin izlerini silebilmek için 1 adım değil 100 adım atmak gerekiyor. Türkiye tabii ki gelişiyor ama yeterli değil!
10 Şubat'ta gerçekleşecek 'Bir Zamanlar Diyarbakır' sergisi, 1915'lerden önce halkın bir arada savaşmadan yaşayabildiğini kanıtlıyor. 1908'de Diyarbakır'da Ermenilerin yayımladığı Angakh Digris (Özgür Dicle) adında aylık edebi bir mecmua var. Bugün bırakın böyle bir mecmuanın mevcudiyetini aradan geçen bu kadar zaman sonra Diyarbakır'da Ermeni kalmamış! Orada mutlu mesut yaşayan insanlar o coğrafyayı terk etmek zorunda kalmışlar. 100 sene sonra o tabloya bakarken neleri kaybettiğinizi görüyorsunuz. Bu sergi hep söylenilen tarihimizle yüzleşmedir. O insanlar neden kayboldu? Niçin yoklar? Neden sürgün edildiler? Bu soruyu samimi şekilde kendimize sorma vakti bugün!